socratesXreflect_alt

Hayatın Akışı

20 dk

Manş Denizi'ni 36 yıl arayla geçen biriyle karşılaştınız mı? Biz karşılaştık! 1979 ile 2015'te bunu başaran ve dolu dolu bir hayata nicelerini sığdıran Nesrin Olgun Arslan ile konuştuk.

Çukurova'nın bereketli toprakları, sulama kanallarında akıntıya karşı yapılan yarışlar, Yenilmez Armada unvanlı bir sutopu takımı, devamında yaşayana hayatın doğal akışının bir parçası gibi gelen Türkiye şampiyonlukları ve rekorlar. Manş'ı geçen ilk Türk kadının Adana'dan çıkması asla tesadüf değil. Söz şimdi bir ömre Manş'ı, Napoli-Capri'yi, Çılgın Türkler Kadın Yüzme Takımı'nı, dört bini aşkın çocuğu ve işçi kadınları sığdıran Nesrin Olgun Arslan'da…

Adana'da büyümek sizin için avantaj olmuş diyebiliriz sanki? Sulama kanallarında akıntıya karşı yapılan antrenmanların açık deniz yarışlarında avantaj yaratabileceği hep anlatılır. Sizin öykünüz nasıl başlamıştı?

O dönemlerde Adana'da deniz yoktu tabii ama şehirden sürekli Türkiye şampiyonları çıkıyordu. Devamlı rekorlar kırılıyordu ve buna herkes hayret ediyordu. Halbuki sizin de dediğiniz gibi Adana'da Seyhan Baraj Gölü var. Arkasında da yüzlerce kilometrelik sulama kanalları... Yazın çok sıcak olduğu için o baraj ve sulama kanalları vasıtasıyla bütün tarlalar sulanırdı. İşte o sulama kanalları yüzücüler için bir altyapıydı âdeta. Eskiden antrenörler sulama kanallarını gezer, orada dikkat çeken çocukları alır, havuzlara getirirlerdi. Adana'daki şampiyon yüzücülerin çoğu, o sulama kanallarından çıkmıştır aslında. Ama 1964 yılının yazında annem; abim ile beni havuza yazdırmıştı. Ben yüzmeyi orada öğrendim. Zaten hemen sonrasında Adana Demirspor Kulübü'nün lisanslı sporcusu oldum.

Zamanında şehirde Muharrem Gülerginli sutopu takımının etkisi de büyüktü. Bir su sporları geleneği var aslında o topraklarda. 17 yıl üst üste şampiyon olmuş, "Yenilmez Armada" unvanını almış bir takımdan bahsediyoruz. Bizim için normal şeylerdi bunlar. Mesela burada havuzda her hafta sonu yarış olurdu ve biz o yarışlarda hep şöyle anonslar duyardık: "Ahmet Mazhar Bozdoğan 800 metre serbestte yeni Türkiye rekorunun sahibi… Faruk Morkal 100 metre kurbağalamada Türkiye rekoru kırdı…" Biz küçükken yanımızda yüzen abilerimizle ve onların kırdıkları rekorlarla büyüyorduk. Rekortmen yüzücülerle bir arada olmak büyük şanstı. Tekrara düşmek gibi olacak ama bizim için gerçekten çok normal şeylerdi bunlar. O başarılar zaten olması gereken, doğal bir şey gibi geliyordu.

Erdal Acet de o yüzücülerden biri. Manş'a giden yolda sizin üzerinizde de etkisi epey büyük...

Erdal Acet; uzun açık denizlerin, maratonların duayeniydi. Sadece Türkiye'de değil, dünyada da. Manş'ı geçeli 46 yıl oldu ama onun derecesi Manş'ı en iyi geçenler arasında hâlâ ilk 10'dadır. O seneki derecesi de zaten dünya rekoruydu. Aslında o 9 saat 12 dakikalık rekor olağanüstü bir şeydi ama onun için normal olan oydu ve bize de o dönemde gayet normal bir şey gibi geliyordu. Zaten onu izleyerek, takip ederek Manş'ı yüzmeye karar vermiştim. Yetenek olarak Erdal Acet on üzerinden onsa, ben on üzerinden dört olurum ancak

Aslında hem Erdal Acet'i hem de sizi Manş'a hazırlayan bir isim var: Kutal Özülkü. Kendisinden "Manş'ın şifresini çözen antrenör" diye bahsediliyor.

Kutal Özülkü, o yıllarda Manş'ı geçen tüm yüzücülerin antrenman programlarını hazırlıyor ve onlar yüzerken tekneden takip ediyordu. Ondan antrenörüm olmasını istediğimde de hiç kolay kabul etmemişti.

Bir gün üniversitedeyken hocalarımdan biri beni sigara içerken yakaladı ve "Sen böyle mi yüzeceksin? Senden yüzücü olmaz" dedi. Benim içime dert oldu bu. Kutal Özülkü'nün yanına gittim ve "Ben Manş'ı geçeceğim" dedim ama Manş'ın yerini bile bilmiyorum. Erdal Acet'in Manş'a hazırlandığı dönemlerde oluyor bu tabii. Kutal Hoca da "Yarın gel bakalım. Bir on kilometre yüz. Ona göre karar veririz" dedi.

Çok ciddi, sert bir antrenördü. Hiçbir konuda hiçbir şekilde taviz vermezdi ama sporcularına da çok güvenirdi. Aynı zamanda eczacıydı kendisi ve biz o uzun antrenmanları yaparken her dakika yanımızda olamıyordu. Bana antrenman programını yazıp veriyordu. Ben o olmadığında da programa uymaya çalışıyordum.

Maraton yüzmek çok teknik bir branş. Kutal Özülkü'yle dakikada 76 kulaçta anlaşıyorsunuz hatta. O antrenmanlar nasıl geçiyordu?

Kutal Abi bana ilk "Yarın gel, on kilometre yüz" dediğinde o mesafeyi anca beş saatte yüzebilmiştim. Yani bir saatte iki kilometre gidebiliyordum. Manş'a az bir vakit kala saatteki hızım 3850'ye kadar gelmişti. Yarışın ilk dört saatinde 3800'le gidiyordum, sonrasında 3600-3500 seviyesine geldi. Yarışta sonlara yaklaştığımda ise gördüğüm en kötü derece 3300 filandı. Önemli olan belli bir seviyenin üstünde kalabilmek. Zaten o seviyenin altına indin mi bitmiyor ki yarış. O mesafeyi kat edemez hale geliyorsun. Kutal Abi de ona göre bir antrenman programı çıkarmıştı benim için.

Manş'a gidişiniz de olaylı oluyor gibi. Federasyonun ödenek sağlayamadığı yazılıp çiziliyor. Nelerle karşılaştınız yolculuk esnasında?

O yıllarda sponsorluk diye bir şey bilmiyorduk biz. Yüzme federasyonunun da o yıla başlarken belirlediği bir bütçe var. Gidip federasyona sorduğumuzda "Bizim bu yılki planımızda öyle bir harcama kalemi yok" dediler. Benim en büyük şansım Kutal Abi'ydi. Dünya tanıyordu onu zaten. O yıllarda Manş'ı geçmek için illa bireysel başvuru yapmanıza gerek yoktu. Yarış şeklinde de geçiliyordu deniz. O dönemde de İngiltere ile Suudi Arabistan'ın ortaklaşa düzenlediği bir yarış var, 18 ülkeden 18 sporcu davet ediyorlar. Kutal Abi de o dönemde beni hazırladığı için o yarışı kullanmak istedik.

Hacı Döner, kendi cebinden 5 bin lira vermişti. Erdal Acet yüz dolar vermişti, onu hiç unutamam. Annemin de katkısı oldu çok. Ben o dönem öğretmen de olmuştum, biraz birikmişim vardı. Toparladık parayı, çıktık yola... Çıktık ama herkes uçakla gidiyor. Uçak çok pahalı olunca biz arabayla gitmek zorunda kaldık. O zamanlar benzin ucuz bir şeydi. İlk önce Almanya'ya yolculuk başladı. Antrenörümün kardeşi ve benim amcam Almanya'da oturuyordu. Onları ziyaret ettik ve Alman plakalı bir araçla devam ettik yola. Aslında tam bir maceraydı...

Çok iyi hatırlıyorum, lüks bir otel vardı. Bütün yüzücüler orada kalırken biz pansiyon gibi bir yerde kalmıştık. Orada da Türk bir gençle karşılaşmıştık. Bize de pansiyonu o ayarladı zaten. Kendi yemeğimizi kendimiz yapıyorduk. Bunlardan bahsetmeyi çok sevmiyorum ama işin tadı tuzuydu galiba. Eğer bu zorluklar olmasaydı bu başarı da bu kadar güzel olmazdı herhalde. Her şey olması gerektiği gibi, dört dörtlük. Sonra gittin oraya, yüzdün, geldin. Ee, yani? İşin heyecanı olmuyor ki o zaman.

Dört dörtlük gitmeyen başka şeyler de var aslında. Medcezir gibi…

11'inci saate kadar her şey olması gerektiği gibiydi işte. 11'inci saatte kıyıya sadece 750 metre kalmıştı. Eğer o son 750'yi normal şartlarda bitirip 11,5 saatlik bir dereceyle karaya çıksaydım bugün hiç de öyle imkânsızı başarmış gibi hissetmezdim. Biz zaten hazırlanırken 12 saate göre planlama yapmıştık. Benim gücüm, antrenman kapasitem aslında yetecekti ona. Ama kıyıya sadece 750 metre varken medcezire yakalanınca dört saat boyunca fazladan yirmi kilometre yüzmek… İşte ben imkânsızı orada başardım. Eğer gerçekten bir şey başardıysam o son dört saatte başardım. Yoksa zaten 11'inci saate kadar her şey olması gerektiği gibi gidiyordu.

Peki gece 3'te bir yarışa başlamayı nasıl tarif edersiniz? Tuhaf bir atmosfer olsa gerek.

Biz o farklılıkların, zorlukların antrenmanını yapıyorduk hep. Gece yüzmenin de antrenmanını yapmıştık zaten. Kutal Abi her şeyin farkında olan bir insandı. Çok korkutucu bir şey değil zaten gece yüzmek. Hatta gece başladığımda su sıcak gibi gelmişti bana. Bizim bir başka şansımız da bir ay önce erkenden oraya gitmemizdi. Aslında şans da sayılmaz. Dediğim gibi, Kutal Abi her şeyin farkındaydı...

Burada antrenmanlarımızı 30 derecede yapıyoruz. Soğuk su bulmak imkânsız gibi bir şey. Bulabildiğimiz en soğuk su 22 derece filan. Soğuk mu şimdi bu? Oraya gittiğimizde atladığım ilk havuz 14 dereceydi. 30 saniye bile dayanamadım, çıktım. "Ben buna nasıl alışacağım?" desem de devam ettim. Üç dakika, beş dakika, on dakika, yirmi dakika… Her gün biraz biraz artırdık. Peki alıştım mı o suya? Hayır, alışmadım tabii. Hep üşüdüm. En azından hipotermiye filan hiç girmedim. Hep kendimdeydim ama kızgındım. Kızgınlık böyle durumlarda insana çok iyi geliyor. Enerji dolu oluyorsunuz. Suya vuruyordum, teknedekilerle kavga ediyordum...

Hürriyet gazetesinin muhabiri Faruk Zabcı, hakem, gözlemci, tekneyi kullanan kaptan, onun yardımcıları, orada dil kursuna gelmiş üç Türk genç, yine o bölgede oturan Orhan diye biri… 15 kişi filan vardı yani o teknede. Bakıyorum, ben yüzerken battaniyelerine sarılıp öyle izliyorlar. Ben de "Ya ne yapıyorsunuz siz! Ben burada 14 derecede yüzerken siz utanmadan battaniyelere sarılıyorsunuz!" diye kızıyordum onlara. Onlar "Sen mecbursun. Biz de mi hasta olalım?" deyince daha da sinirleniyordum. (Gülüyor.) Tekneyle bazen aramızda "Kaç metre kaldı? Kaç saat kaldı?" diye sorarken kavgalar çıkıyordu. O kızgınlık beni enerjik tutuyordu.

Dönemin gazetelerinde "Manş'ı geçen ilk Türk kızı" diye bahsediliyor sizden hep. Ülkeye döndükten sonra nasıl tepkilerle karşılaştınız?

Başta güzel tepkiler alıyorsun tabii ama ülkeye döndükten sonra hemen Adana'ya geçince bir süre sonra unutuluyorsun. Her şeyin merkezi İstanbul bu ülkede. Bir de 1979 yılı... O dönemlerde her gün sokaklarda en az üç-beş kişi öldürülüyordu. Millet can derdine düşmüştü. Milliyetçi Cephe hükümetlerinden sonra siyasi olaylar öyle tavan yapmıştı ki ben o dönem gidip Atlantik Okyanusu'nu geçsem gündem olamazdım.

Hürriyet, Tercüman, Milliyet… Hepsi o dönem ufak tefek haberler yaptılar. TRT geldi mesela röportaj yapmak için. Geldiler gelmesine de mikrofon uzattılar ve "Üç dakika" dediler. Şimdi ben üç dakikada Manş'ı nasıl anlatayım sana? "Antrenman yaptım, gittim, yüzdüm" diyebildim sadece.

Manş'tan sonraki hayatınız ne yöne gitti peki? Yüzmenin içinde kalabildiniz mi?

Adana'da sadece kadınların gidebileceği bir jimnastik salonu açmıştım. Bu şehirde bir ilkti. İlerleyen yıllarda evlendim, çocuk sahibi olmak istiyordum. O jimnastik salonunu işletirken çocuklarımı rahat rahat büyütebilmiştim. Hem çocuklarımla istediğim vakit beraber olabiliyordum hem de kadınlara sporu sevdirebiliyordum. Beş yıl filan böyle geçti ama bir yerden sonra durup "Ya sen ne yapıyorsun? Senin sporcu yetiştirmen lazım" dedim kendi kendime.

Çocuklar biraz büyüdükten sonra spor uzmanı olarak Adana Çimento Sanayi'ye geçtim. Orada yüzme havuzu da vardı ve çocuklarla birlikte çalıştım. 4000'e yakın çocuk elimden geçti. O çocukları yüzücü yaptık hatta bir sürü şampiyon çıkardık. Sadece çocuklarla ilgilenmiyordum tabii. Orada çalışan kadınlara da sporu aşılamaya çalışıyordum. Onların da katılabileceği turnuvalar düzenliyordum. On binlerce insanın bu zevki tadabilmesi için elimden geleni yaptım.

Antrenörlük yapmasam da yönetici olarak hep yüzmenin içinde kalmaya çalıştım. Antrenörlerin, yüzücülerin daha rahat koşullarda çalışabilmeleri için birikimimi aktarmak istedim. Ben zaten yedi yaşından beri suyun içindeyim. Havuz yarışları, deniz yarışları, şampiyonluklar… Bunların üstüne evlendim ve çocukları yüzücü olan bir annenin nasıl hissedeceğini anladım. Çocukların nasıl mücadele ettiğini farklı bir açıdan izledim. Antrenörleri, yöneticileri takip ettim. Tüm bu birikimi bir yerde vermem gerekiyordu. Ben de bu yolu seçtim.

2015'te 58 yaşında yüzmeye geri dönüyorsunuz ve Manş'ı geçen ilk Türk kadın takımının kaptanlığını yapıyorsunuz. Çılgın Türkler Kadın Yüzme Takımı'ndan neler kaldı aklınızda?

O da enteresan bir hikâye. Ben Manş'tan sonra rekabetçi şekilde yüzmedim hiç. Sağlıklı kalmak için antrenmanlar yapıyordum ama Manş'ta öyle hırpalanmıştım ki "Artık bu suyu bardakta bile görmek istemiyorum" diyordum.

2015'te bir gün İstanbul'dan aradılar beni. "Bir kadın takımı kurduk. Siz de Manş'ı geçen ilk Türk kadınısınız. Bu takımda yer almanızı istiyoruz" dediler. İlk cevabım "Ben o suya bir daha ayağımı sokmam ama size yardımcı olurum" oldu. Uğraştık, ettik, toplantılar yaptık ama takım bir kişi eksik. O ara bir yandan da sponsor arıyorlar. Bir sürü bankaya gittiler ama bir türlü olmadı. Yine bana düştü iş. Çok iyi hatırlıyorum; sponsorluk çalışmalarına Adana'nın kurtuluşunu kutladığımız gün, 5 Ocak'ta başladım. Temmuzda yola çıkacağız. Ocaktan temmuza gelene kadar yüz kere denediysek bu sponsorluk işini, 99 defa geri dönmüştür. Olmuyor bir türlü. "Oradan aksadı. Buradan şey oldu. Şu aksilik girdi…" Devamlı bu tarz şeyler duyuyoruz. Hatta "Turistik seyahate gidiyordur bunlar" diyen bile oldu.

Eşim de o sırada belediyede başka bir birimde daire başkanı olmuştu. O da oradaki zihniyeti bildiği için evde bana "Bunu senden başka hiç kimse başaramazdı" diyordu. (Gülüyor.) O sponsorluğu ayarlayana kadar geçen beş ayda neredeyse yüksek tansiyon hastası olacaktım. Ama bir şekilde hallettik. Sponsordan gelecek paranın bir kısmını önden aldık. Gittik onunla, teknenin parasını ödedik, uçak biletlerini aldık. En son verecekleri ufak bir miktar kalmıştı. Cuma günü artık yola çıkacağız, havaalanında anca elimize geçti o para. Düşünün yani. En sonunda da eşim geldi, "Ya bu kadar uğraştın. Sen de yüz bari" dedi. Takım yarışları, bireyselden farklıdır zaten. Birer saat yüzersiniz ve takım arkadaşlarınızı beklersiniz. Bana da beş saatte bir anca sıra gelecek. Eşim öyle deyince benim de kafama yattı ve kızlarla beraber yola çıktım.

Bundan 43 sene önce tek başıma 15 saat 47 dakikada yüzdüğüm Manş'ı 2015'te takım halinde 16 saat 44 dakikada yüzebildik. Takımda altı kişiyiz. Normalde iki kere yüzüp bırakmam gerekirken üç kere yüzmek zorunda kaldım. O da çok zor bir şeymiş meğer! Yüzüyorsun, çıkıyorsun, bekliyorsun. "Tek yüzsem daha iyiymiş" dedim. Benim çıkmama yakın benden sonra suya girecek yüzücünün hazırlanmaya başlaması gerekiyor. Bakıyorum, teknede bir hareketlenme var. Soruyorum "Ne kadar kaldı?" diye. "Daha var, daha var" diyorlar. Dışarı çıktığın anda tir tir titremeye başlıyorsun zaten. Tekne de sallıyor seni. Açık deniz sonuçta orası. Bizim alışık olduğumuz bir şey değil. Hakem de bir yandan raporunu yazıyor. "Böyle bir takım daha önce görmedim" yazıyormuş meğer: "Kustular, yüzdüler; sonra tekrar kustular ama sonra tekrar yüzmeye devam ettiler..."

Takım kendisini Manş'la sınırlı tutmuyor ama. Yakın geçmişte İtalya macerası var bir de. Napoli-Capri maratonu nasıl bir deneyimdi?

Benim oğlum bundan yaklaşık on sene evvel İtalya'da master yapıyordu. Onunla gezerken "Anne, bak burası Capri Adası işte" diye göstermişti. Ben de "Ah ya! Ben bir burasını yüzemedim zaten" demiştim. 2010, 2011 gibi oluyor bu anlattığım. Çılgın Türkler Kadın Yüzme Takımı'nı kurduktan sonra bu yaşadıklarım aklıma geldi ve bizim kızlara gidip "Hadi seneye Napoli-Capri'yi yüzelim" dedim. İstanbul'da Yasemin diye bir arkadaşım vardı. Onun sayesinde iletişime geçtik ama baktık ki müracaat tarihini kaçırmışız. Bu sefer yine son anda "Katılacak takımlardan birinde hamile kalan bir yüzücü var. Onlar giremeyecek. Siz gelebilirsiniz" dediler. O kadar kısa sürede sponsor bulamıyorsunuz tabii. Ama en azından İtalya, İngiltere'ye göre çok daha ucuz. Tekne için kira filan ödemiyorsunuz. Sadece giriş ücreti var. Aramızda toparladık, öyle gittik. Oradan da "En iyi takım" unvanıyla döndük.

Genç yüzücülerle bir arada olmak sizi daha da motive ediyor gibi?

Tabii tabii. Onları yüreklendirmekle geçiyor artık hayatım. Mesela Napoli-Capri'de Bengisu Avcı'yı o kadar yüreklendirmiştik ki yükün büyük kısmını o çekti diyebilirim. Napoli-Capri'de takımı sırtlayınca Manş'ı kafaya koydu ve daha sonra Manş'ı geçen ikinci Türk kadın yüzücü oldu. Böylelikle Manş'ı yüzenlerin sayısı artıyor, buna cesaret edebilenlerin sayısı artıyor. Bu da çok büyük keyif benim için.

Socrates Dergi