
Hayatta Bir Kere
15 dk
Naim Süleymanoğlu 1988’de tarih yazdığında Hıncal Uluç da oradaydı. Sonra başka oyunlarda Cep Herkülü’nü takip etmeyi sürdürdü. Karşınızda, Uluç’un gözlerinden Naim…
1988 Seul Olimpiyat Oyunları’nda yer alan şanslı gazeteciler arasındasınız. O dönem olimpiyata giderken düşünceleriniz, hisleriniz nasıldı?
Bir defa Naim’den emindik. Türkiye’nin o döneme kadar güreş dışında çok az madalyası vardı. Ruhi Sarıalp’in 1948’deki üç adım atlama bronz madalyası önemliydi, onun dışında da 1952’de 3000 metre engellide finale kalan Cahit Önel’le gurur duyardık. 1988’e altın madalyadan emin gittik çünkü Naim’i sıkıştıracak kimse yoktu. O kadar fark vardı ki rakipleriyle arasında.
O devirde olimpiyat zamanı Türk gazeteleri birbirine girerdi çünkü akreditasyon az gelirdi, kontenjanın üç katı başvuru yapılır, kavgalar çıkardı. Düşünün; 2012’deki oyunlara Türkiye’den sadece bir gazeteci gitti. 1988'de ise Seul’de biz Attila Gökçe ile aynı apartmana düştük. Daha sonra onunla Naim’in şampiyonluk gecesinde de beraberdik. Dediğim gibi, en ufak şüphemiz yoktu ama öyle bir gece yaşayacağımızı da aklımızdan hayalimizden geçiremezdik, dünyada kimse de geçirmedi zaten.
Nasıl bir geceydi?
Yarışma başında skorborda 10 tane isim yazdılar, yarışmacıların adlarını... O 10 ismin 9’u kilolar arttıkça elendi. En son bir Bulgar kaldı, Stefan Topurov. O da elendi, Naim tek başına kaldı. Podyuma çıkıp Topurov’un kaldıramadığına 2,5 kilo ekledi, dünya rekoru! Oyun oynar gibi hâli vardı. Gitti, geldi, 5,5 kilo daha ekletti, dünya rekoru! Gitti, geldi, biraz daha ekletti, 152,5 kiloyla üç dünya rekoru kırarak koparmayı bitirdi.
Bunları bir spor filminde izlesen “Amma da atmışlar, senarist uydurmuş” dersin. Fakat koparmadaki şeyleri, aşağı yukarı silkmede seyrettik. Gene Topurov tamamladı yarışmayı. Tek başına kalan Naim geldi, hem silkmede hem toplamda iki olimpiyat rekoru kırdı. Arkadan biraz daha ekletti, beş dünya rekoruna çıktı. Aradan beş dakika geçti, dinlendi. Gene geldi, o da dünya rekoru tabii. Silkti, ilk defa kalkarken titrediğini gördük, yana kaydı, dengeyi sağlamak için küçük bir adım attı, elleri sallanıyordu hâlâ, rekorun geçerli olması için kıpırdamadan durması lâzım. Naim’in gözleri hakemde. Hakem “Tamam” derse beyaza basıyor, “Olmadı” derse kırmızıya. Naim durdu, bir beyaz, bir beyaz daha, bir beyaz daha... Biz Atilla ile sarmaş dolaş olduk. O an kapının aralığından Ivan Abaciev’i gördüm, Bulgaristan Milli Takımı Halter Antrenörü, Naim’in de eski hocası. Öyle hissetim ki Abaciev de bizim gibi gözyaşları içerisinde. Perişan olan Bulgar haltercinin hocası, bir başka öğrencisinin böyle bir başarı sergilemesinden gurur duyuyor. Çünkü o asıl Naim’in hocası.
Arka arkaya altı dünya, dokuz olimpiyat rekoru izledik. 60 kiloda toplamda 342,5 kilo kaldırdı. Ondan bir üst sıklette, 67,5 kiloda şampiyon olan halterci 340 kilo kaldırmıştı. Naim, bir üst sıklettekini de 2,5 kiloyla geçmeyi başardı yani. O yüzden, tüm dünya ‘Cep Herkülü’ dedi ona; o yüzden, Time dergisinin Avrupa baskısına kapak oldu.
Hayatımda çok spor coşkusu yaşadım, bunu bir daha yaşayamam. Anglosaksonların “once in a lifetime experience” (hayatta bir defa yaşanan) dedikleri türden bir deneyimdi. Hayat boyu insanın bir kere yaşayabileceği tecrübelerden.
İzlediğiniz spor etkinlikleri arasında bir numaraya mı koyarsınız o performansı?
Bir numaraya koymam... Çünkü bu, klasman dışı. Bunu bir numaraya koyarsam ikinci, üçüncü boş kalır. Bu öyle bir olay ki bırak bizi, dünya inanmadı. Altı dünya rekoru kırması, kendi ağırlığının 3 mislinin 10 kilo fazlasını kaldırması, 190 kiloyu görmesi... İnanılmayacak olaylardı.

O dönemki etkisi nasıldı? Naim'in Avustralya'daki ilticasıyla başlayan olaylı bir serüvendi...
Naim, Bulgaristan’ı terk etmeye karar vermişti. Neden mi? Ben, 1980 Moskova Olimpiyatı’na gittim, Demir Perde’yi yerinde yaşadım. İki tane ayrıcalıklı sınıf vardı orada, sporcular ve sanatçılar. Ve Rus halkı bunlara adeta düşmandı. Rus atleti kazanıyor, kıyamet kopmuyor, tribünler “Ne oluyor acaba?” diye sormuyor.
Bir gün parkta oturuyordum, halk nasıl yaşıyor diye merak ediyorum, etrafı gözlemliyorum. Bankın öbür ucuna biri geldi. “Bana bakmadan cevap verin. Burada oturabilir miyim?” diye sordu. “Tabii” diye yanıtladım. “Sizinle konuşmak istiyorum, bana bakmayın” diye devam etti. Civarda biri olursa susuyorduk, onun dışında bakmadan konuşuyorduk. Öğrendim ki adam Moskova Üniversitesi’nde profesör. Tebrik ettim atletlerin başarıları için. “Ne diyorsunuz? Yanlış adama söylüyorsunuz” dedi. Niye? Şöyle devam etti: “Bu ülkede sporcular ve sanatçılar ayrıcalıklıdır. Eşitiz falan, bunlar palavra. Ben hayatta pasaport alamam, bunların cebinde her türlü pasaport var. Bunlar gider gelir; dansçılar, operacılar...”
Fakat bir yandan da bu meslektekiler, ayrıcalıklı olmalarına rağmen gittikleri yerlerde muadillerine göre beşinci sınıf vatandaş olduklarını fark ediyor. Oradaki dansçıyla, sprinterle mukayese edildiği vakit... Bu yüzden çoğunun aklında iltica vardı. Naim'in bir de Bulgaristan Türklerinin yaşadığı zulümden dolayı başka bir motivasyonu vardı. O da bu fırsatı Avustralya’da buldu. Özal’ın yaptığı şuydu; mülteciler yeni ülkelerinde üç yıl yarışamıyorlardı, Özal da Bulgaristan’a para verdi ve o üç sene beklemeyi kaldırdı.
Sonraki etkisi nasıldı?
Sporcu nasıl yetişir? Bir, Amerikan örneği var. Sporu okullara sokarsın, daha ilkokuldan milyonlarca insan spor yapar, bunların içinden elene elene şampiyon çıkar. Bu yüzden ABD dünyanın en başarılı spor ülkesi. İkincisi, komünist sistem. Bugün yok. Her şeyi devlet organize ediyor, Bulgaristan’da o sistem olmasa belki köydeki Naim’in kimse farkına varmayabilirdi. Üç, bu benim benzetmemdir; şampiyon bir ışıktır, o ışık yandı mı etrafında pervaneler yanmaya başlar. Örneğin, Türkiye’de bir dönem maraton ekolü doğdu. Nasıl doğdu? 1968 Meksika Olimpiyatı’nda İsmail Akçay dördüncü oldu. Dördüncü! Akçay, Türkiye’de normal bir sporcu olarak bilinirdi. Ama bu başarıyla arkasından bir maraton ekolü doğurdu. Haydar Erturan, Hüseyin Aktaş... Bir başına İsmail Akçay’ın yaktığı ışıkla oldu bu. Naim’inki sadece bir ışık değildi, avizeydi.

1988’den sonra üç olimpiyatta daha takip ettiniz Naim’i, oralardan neler hatırlarsınız?
Naim’in etkisini 1992’de ben de yaşadım. Bindik Barselona’da otobüse, basın merkezinden oyunların yapılacağı yere gideceğiz. Fakat bir baktık, başka yoldan gidiyoruz, normalde yarım saat sürdüğünü bildiğimiz yol bitmiyor. 45 dakika oldu, bambaşka bir yerdeyiz. Meğer takviye olsun diye başka şehirlerden şoförler geliyormuş, bizim otobüs şoförü de hayatında ilk kez Barselona’ya gelmiş. Adam kayboldu.
Sora sora bir sokağa saptık, durdu otobüs. Herifin biri Volkswagen’i öyle park etmiş ki otobüs geçemiyor. Arkamızda da bir sürü araba var, geri geri de çıkamıyoruz. Orada, “Naim’in yarışmasını izleyemeyeceğiz” diye korkmaya başladık. Abi, tabii, Naim’in evlatları indik otobüsten, arabayı şöyle bir kavradık mı... Topluca kaldırdık, kenara çektik. Ben hayatımda öyle bir ağırlık kaldırdığımı hatırlamıyorum. Daha önce kaldırdığım en büyük ağırlık, babaannemin köydeki kuyusundan çektiğimiz suydu. Yolu açtık, müsabakaya yetiştik. Naim orada da 320 kilo kaldırarak rahat kazandı. Sonra Atlanta’da hayatının tek büyük rekabetini yaşadı. Cenazesine de gelen Valerios Leonidis’le... Ardından yine bıraktı tabii.
Sidney 2000’e altı ay kala “Etrafta seni yenecek adam yok, gel dördüncü madalyayı al” dediler. Antrenmanda 347’yi kaldırınca “Oldu bu iş” dediler. Biz de rahmetli Kenan Onuk ile Avustralya’dayız. Yılbaşında havai fişeklerin patladığı köprünün dibindeyiz, Darling Limanı’nda. Halter salonunun önüne geldik, göz gözü görmüyor. Naim’in yarışacağı yerin biletleri aylar öncesinden bitmiş. Millet karaborsadan bilet bulurum diye gelmiş. İnanamadık, Kenan’la gözümüzün önünde 500 Avustralya Doları’na bilet satıldı. Girdik içeri, 150’yle başladı, ilk defa kaldıramadığını gördük, ikincide daha alırken bıraktı. Üçüncüde aldı göğsüne, bir yandan dizlerini dikleştiriyor, gözünün hizasına getirdi, oldu sandık, bıraktı halteri. Sıfır çekti. Ama gariptir, o paraları veren insanlar, sıfır çeken Naim’i ayakta alkışladılar. Onu görmeye gelmişlerdi. Sıfır çeken bir adamın alkışlandığını ilk kez gördüm hayatımda. Bir tek zaafı vardı; ölüm sebebi de bence odur, içki...
Şimdi diyorlar ki Naim’in karaciğerini doping bitirdi. Hayır, bence alkol bitirdi. 1988’de bize gösteri yaptı adamlar, doping kontrolünün en yoğun başladığı olimpiyattır. Bir olimpik havuza basının önünde bir damla doping maddesi damlattılar. Oradan bir bardak su alıp test yapıldığında hemen çıktı. Böylesine hassastı işler... Nitekim Ben Johnson’ı yakaladılar. Olsaydı Naim’i de yakalarlardı. Çünkü yapılan dereceler akla hayale sığmayacak şeylerdi ve akla hayale sığmayacak dereceler yapmak, bir de Bulgaristan, yani Demir Perde geçmişiniz varsa akla direk dopingi getirirdi. Ama bütün iddialara rağmen orada, Barselona’da, Atlanta’da, Sidney’de izine rastlanamadı. Yani bence sporculuğu temizdi. Ama saha dışında sıkıntılı anları vardı. Atlanta’da içkiden dağıtıp ortalığı birbirine kattığı bir gece vardı. Sadece Türk basını değil, yabancı basın da 'Gentleman’s Agreement' (centilmenlik anlaşması) sonucu olayı yazmadı. Uluslararası Olimpiyat Komitesi yaşananları görmezden geldi. “Onu affetmezsek kimi affederiz ki biz?” dediler.

Yaşarken hak ettiği değeri verdik mi ona? Veya gereken anmayı yaptık mı? Medya ve halk olarak...
Ben sorayım; biz kime hak ettiği değeri verdik ki? Atatürk’ten başlayarak... Bugün bu konuşmayı yapıyorsak onun sayesindedir. İki tane gazete spor sayfasında birinci haber olarak Naim’in vefatını verdi: Sözcü ve Aydınlık. Diğerleri hep üçüncü ve dördüncü haber yapmış. Bu medya medya olsa, televizyonlar dâhil, Naim’in cenazesinin olduğu günde Fatih Camii’nin avlusu değil, Fatih sokakları adam almazdı. Tabutun o arabaya binmesine izin verilmezdi, mezarına kadar elle taşınırdı, insanlar kilometrelerce yürürdü.
2000’lerden önce bu değeri görüyordu aslında. Sonra ne değişti?
Biz unutuyoruz. Genelde böyle yapıyoruz. Sene 1979, galiba. Atina’da Balkan Oyunları’nın 50. yılı diye bir tören yapılıyor, efsanelere plaketler veriliyor. Ekrem Koçak adı anons edilir edilmez ortalık yıkıldı. Baştan aşağı Yunan seyircinin olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Çünkü neden? 1500 metre, o dönem Türk-Yunan spor rekabetinin en gözde yarışıydı. Yunanların en iyi atletlerinin olduğu bir disiplindi ve Ekrem onları hep geçmişti. Adamlar öyle bir alkışladılar ki kendisi bile şaşırdı. Aynı yıllar Ekrem'in Türkiye’de adı yoktu. Adam öldü, bir tek ben yazdım, haber olmadı. Aslında Namık (Sevik) Abi’nin, Necmi (Tanyolaç) Abi’nin zamanında spor sayfaları vardı. İnönü’de binicilik müsabakaları yapılmıştı. Hiç unutmam, 30 bin kişi vardı. Spor sayfaları öyle tanıtmışlardı ki...
Yazarsan olur. Bana göre milletin günahı yok. Bu gazeteler atletizm yazdığında İnönü'de 33 bin kişiyle Balkan Oyunları seyrettim. Kenan Onuk, TRT Spor Müdürü'yken ve artistik patinaj anlatırken sokaklarda bunları konuşanları görürdüm. Evimin önünde benim mahallemde üç adım atlama oynayan çocuklara rastlardım. Şimdi benim TRT’m özel kanallarla sidik yarışı yapıyor. İkinci lig maçları, üçüncü lig maçları, şu maçları, bu maçları... Halkın kabahati yok. Katiyen onları suçlamıyorum. Ne verirsen onu alırsın.
O yüzden de Naim’in hakkını veremiyoruz. Çünkü hiçbir şeyin hakkını veremiyoruz.
Paraguay'daki Pul
Mesela Paraguay’da halter sporu var mı, bilmem. Paraguaylıların önüne bir dünya haritası açsanız, Türkiye’yi göstermelerini isteseniz bulabilirler mi, bilmem. Ama Paraguay, posta puluna Naim’in resmini bastı. Düşünebiliyor musunuz etkiyi?