Hazırlıksız

20 dk

Futbolun son on senedeki özeti akıllara ilk olarak geçiş oyununu getirmiyor. Ancak birçok takımın bu zaruri yapısı, önümüzdeki on yılda bir tercihe dönüşebilir.

Ralf Rangnick "Geçtiğimiz on yılda futbol inanılmaz bir değişim geçirdi. Aslında iki temel öğesi (topa sahip olma ve olmama) aynı ancak bu ikisi arasındaki geçişin değişimi müthiş. Bir takımın gol bulma olasılığı topu kaptıktan sonraki on saniye içinde, topu geri kazanma olasılığı ise topu kaybettikten sonraki sekiz saniye içinde maksimuma çıkıyor" demişti Raphael Honigstein'ın Dördüncü Yıldız kitabında: "Bu iki veri ve onların ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmek lazım. Zaten eğer bu verilerin bize ne söylemeye çalıştıklarını anlarsak, gerisi gelir."

Alman çalıştırıcının tespiti elbette irdelenmeyi hak ediyordu. Evet, toplu ve topsuz oyunun temelde sundukları ürün uzun süredir aynı. Teknik kapasitesi güçlü takımlar topa sahip oluyor, bu yeterliliğe sahip olamayan ekipler ise topsuz oyundaki maharetlerini geliştirerek sonuca gitmenin yollarını arıyor. Ancak on senenin özeti haline gelmiş bir felsefe için bu kadar basit bir indirgemede bulunmak, topa sahip olan takımların maçın kontrolünü iyiden iyiye ele geçirdiği gerçeğine gölge düşürebilir. Yine de oyunun son birkaç yılda tamamen toplu ve topsuz yapılar arasında sıkışıp kalması, geçiş oyunu diye tabir edilen aradaki zamanın şüphesiz çok daha fazla değerlenmesini sağladı. Fakat Rangnick'in de dediği gibi bu kesitin neden ve nasıl değerlendiğini anlamak için yakın geçmişe uğramalı, konunun üzerinde biraz daha fazla düşünmeliyiz…

***

Futbolda geride bıraktığımız her yeni sezon beraberinde birçok farklı öğretiyi getiriyor. Yeni fikirler, başarılı kulüplerin farklı oyun anlayışları ve geri kalan ekiplerin antitez üretme telaşı… Tahmin edeceğiniz üzere bu döngü oyunun yeni yüzü değil. Futbol yıllardır değişiyor, kimi sezon 4-4-2 kimi sezon 3-4-3 kazanmanın modası oluyor ve büyük resimde gelişim hiçbir zaman aksamıyor. Bu tecrübelerin dışına çıkmamızı sağlayan ve belki de son birkaç senede futbolu daha kompleks hale getiren bir unsur varsa o da döngünün artan sürati.

Aslında bu değişim yalnızca futbolu karmaşıklaştıran bir unsur değil. Günümüz tüketim çağında her spor dalı, geçmişe nazaran kendini daha sık yeniliyor. Öyle ki Chelsea'nin eski scout şefi olan ve bugünlerde Formula 1'in köklü takımı Williams'ın mühendislik firması için çalışan Steve Houston, sisteme sitemini şu cümlelerle dile getiriyor: "Üzerinde uzun süre çalıştığımız ve ürettiğimiz her yeni aracın yaklaşık 18 ay raf ömrü var. İlk çıktığında 'konsept' olarak lanse edilen bu süper arabalar, 18 ay içerisinde müzede sergilenecek kıvama geliyor."

Ralf Rangnick

Ralf Rangnick

Houston'ın bahsettiği raf ömrü sorununu futbola birebir uygulamakta sakınca yok. Manchester City'nin 100 puanla şampiyon olduğu sezondan 1,5 sene sonra yeteri kadar sert baskı yapamaması ve rakiplerinin bu baskıdan eskiye nazaran daha rahat çıkması bunun bir örneği. Kısacası, mükemmelleşmesi için aylar harcadığınız kusursuz bir oyunla hüküm sürebileceğiniz gün sayısı artık kısıtlı. Ancak bu meşakkatli yapının arasında kalan geçiş oyunu, uluslararası turnuvalarda kendine sıklıkla yer bularak hem uzun raf ömrü hem de yüksek bir verim sunabiliyor.

***

Portekiz'in Paris'ten Euro 2016 kupası ile dönmesi dünya için şaşırtıcıydı. Grup aşamasında galibiyet alamadan ve turnuva boyunca lezzetli bir oyun sunamadan kupaya uzanmaları, şaşkınlığın ana sebebiydi. Fernando Santos'un öğrencileri mutlu sona ulaşırken temel ama etkili birkaç prensip üzerinde durmuştu: Merkezi kalabalık tutarak geçişi iyi savunacaklar, topla oynayabilen rakiplerine topu bırakıp reaktif kalacaklar ve ikinci bölgede kaptıkları toplarla direkt hücumda gol arayacaklardı. Bu ana plan grup aşamaları hariç -grupta topu bırakabilecekleri bir rakiple oynamadıkları için üretken olmak zorunda kaldılarbeklenilen sonuçları verdi. Portekiz gruptan çıktıktan sonra hiçbir maçta topa daha fazla sahip olan taraf değildi, genç orta saha çekirdeği sayesinde ikinci bölge baskılarını sert şekilde uyguladı, kanat orijinli iki forvet oyuncusu ve direkt geçiş hücumları ile rakip kalede etkili oldu (Cristiano Ronaldo ve arkadaşları, turnuvanın en çok ileri yönlü pas yapan takımıydı.) Merkezi iyi savunmak ve geçişte kazanılan toplarla hızlı hücum etmek, izleyenlere keyifli gelsin ya da gelmesin, sonuca ulaşmıştı.

Rota iki sene sonra Rusya'ya çevrildiğinde ise gözler Fransa'daydı. Eldeki oyuncu grubunun en verimli dönemine girmesi, 2016'da kaybedilen final ve Didier Deschamps'ın son şansı olarak görülen bu turnuva, Fransızları doğal favorilerden biri haline getirmişti. Ancak Horozların mutlu sona ulaşması için ana vatanlarında gösterdikleri performansın üstüne çıkmaları ve toplu oyundaki etkisizliği gidermeleri şarttı. Avustralya, Peru ve Danimarka'nın bulunduğu, oyunu yönlendirmek zorunda kaldıkları grup, gösterilen kısırlığa rağmen kazasız atlatılmıştı. Gruplardan sonraki Arjantin, Belçika ve Hırvatistan maçları ise Euro 2016'daki Portekiz'in yapısına benzeyen kesitler sunacaktı. Reaktif kalan takımlara karşı ne yapacağını şaşıran Fransız hoca, iki sene önce belirli maçlarda uyguladığı yapıyı tam anlamıyla devreye sokmuştu. Dört eleme maçının üçünde ortalama yüzde 35'le topa sahip olan Fransa, aynı zamanda Blaise Matuidi, Paul Pogba ve N'Golo Kante orta sahasının kazandığı toplarla (Fransa, 2018 Dünya Kupası'nın en fazla top kazanan takımıydı) bir geçiş makinesine dönüşmüştü. Ve set oyunu, bir kez daha geçişe karşı boynunu bükmüştü.

Evet, bu iki turnuvayı tek bir kümede topladığımızda elimize geçen güzel bir oyun yok. Ama yirmi sene sonra Dünya Kupası kazanan Fransa ve tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası'na uzanan Portekiz var. Eğlenceden uzak bu iki ekibin hiçbir planı olmadan başarıya ulaştıkları ise gerçekçi bir yorum değil. Sonuçta derine hapsolan bir takımı set oyunu ile açmanın aylar süren emek istediği bir dünyada, hamleyi yapandan ziyade hamleyi bekleyen olmak gayet mantıklıydı ve onlar da bir ay boyunca bunu yaptılar. Yani; rakiplerini en hazırlıksız zamanlarda yakalamak için doğru yerde doğru baskıyı uyguladılar, hızlı hücum ettiler ve Ralf Rangnick'in de dediği gibi topu kaptıktan sonraki on saniye içinde gol bulma ihtimallerini arttırdılar.

Peki iki ülkenin yıllar süren açlığını söndüren geçiş oyunu kendine yalnızca uluslararası kürsülerde mi yer bulabilir? 38 haftalık bir serüvende üretken olmadan başarı yakalamak mümkün değil mi? Ya da önümüzdeki on yıl, bu miti yıkmak ve geçiş oyununu ana plana taşımak için en elverişli ortam olabilir mi?

***

Leicester City'nin 2014'te yükseldiği Premier Lig'de iki sene sonra kupaya uzanması her haliyle bir peri masalı. Ve bu masal hakkında yüzlerce farklı yazı yazıldı. Bu yüzden, size devam eden satırlarda N'Golo Kante'nin 2011'de hangi amatör küme ekibinde top koşturduğunu ya da Jamie Vardy'nin şampiyonluktan beş sene önce haftalık kaç sterlin kazandığını anlatmayacağım. Ama değinmek istediğim nokta, bir kez daha ağzınızı açık bırakabilir.

2015 yazının sonlarında bir arkadaşınız Premier Lig'deki şampiyonluk adayınızı sorsa, Leicester seçeneği sanıyorum aklınızın ucundan geçmezdi. Bahis şirketlerinin 1'e 5000 verdiği bu ihtimale "Aslında yakından bakınca o kadar da imkânsız bir olay değilmiş" demeyeceğim. Bu şampiyonluk 'o kadar' da imkânsız. Fakat Ranieri'nin geçiş oyununu oynamak ve reaktif kalabilmek için önemli bütün anahtarları bünyesinde barındırdığını söylemekte sakınca yok: Kalabalık merkez, doğru baskı yönlendirmesi ve hızlı hücum oyuncuları.

"Leicester'ın sırları nelerdi? Kalabalık merkez, doğru baskı yönlendirmesi ve hızlı hücum oyuncuları."

"Leicester'ın sırları nelerdi? Kalabalık merkez, doğru baskı yönlendirmesi ve hızlı hücum oyuncuları."

Sıklıkla 4-4-2 oynanan düzende Shinji Okazaki üçüncü bölgeden ikinci bölgeye geçişteki baskıların ilk ismi olarak göze çarpıyor, Marc Albrighton -Deschamps'ın Mbappe'yi rahatlatmak için Matuidi'yi kullandığı gibi- geriye dönüşlerde ve merkez baskılarında Riyad Mahrez'in tamamen kontra ataklara konsantre olmasını sağlıyordu. Orta sahada ise bireysel kariyerinin en parlak dönemini geçiren N'Golo Kante, maç başına yaptığı yaklaşık 5 pas arası ile ligin, tıpkı takımı gibi, bu alandaki lideriydi. Ranieri'nin öğrencileri her departmanda top kapmakta ustalaşmış ve kazanılan topları en hızlı şekilde ileri uca taşımayı başarmıştı (Doğu Midlands ekibi, attığı pasların yüzde 45'ini ileri yönde kullanmıştı.)

Leicester, 38 haftanın sonunda adını şampiyon olarak yazdırdığında ligin topla en az oynayan üçüncü, en düşük pas isabetine sahip ikinci takımıydı. Bu bilgi ham haliyle de çarpıcı ama kulübün ilk ve tek şampiyonluğunu daha geniş bir perspektifte oturmakta yarar var: Premier Lig'de -Leicester City hariç- son on senenin şampiyonlarının pozisyona hükmetme oranı yüzde 57. Bu sayı, Tilkilerin 2016'da topla kurduğu ilişkiden yüzde 13 daha fazla (yüzde 44). Aynı denklemi maç başına yapılan pas sayılarına uyguladığımızdaysa çarpıcılık hız kesmeden devam ediyor. Şampiyonlar, bir sezon boyunca ortalama 580 pas ile topu döndürürken Ranieri ve öğrencileri için bu sayı neredeyse averajın yarısı (351). Kısacası, nereden bakarsanız bakın bu şampiyonluk kendisini olağanlıktan soyutlamayı başarıyor.

Ligde çıktığı 38 maçın yalnızca beşinde rakiplerinden daha fazla topa sahip olan Leicester City, geçiş oyunları ile belki de Premier Lig tarihinin en değerli şampiyonluğunu elde etti. Fakat dünya üzerinde onların oynadığı futbolun hemen hemen aynısını oynayan ve bırakın şampiyon olmayı, kümede dahi zor kalan onlarca farklı takım var. Yani rakibinizin hareketlerine bu kadar bağımlı olup dünyanın en zor liginde şampiyon olabilmek, gerçekten de perilerin kaleme alacağı türden bir hadise. Bu yüzden Claudio Ranieri, Marcelo Bielsa'nın bizzat kendisine dediği gibi, tüm teknik adamlar için bir ilham kaynağı.

İtalyan hocanın ilham verdiği menajerlerin yalnızca düşük profildeki isimler olduğunu düşünmekse doğru değil. Geçiş oyununun uzun süreli başarı için akla ilk gelen anahtar olmadığı aşikâr ama özellikle son iki yılda topa sahip olmayı saplantı haline getirmiş teknik adamların bile bu fikirlerini yavaş yavaş kenara koymaları kesinlikle bir şeyler anlatıyor. Sonuçta en üst seviyedeki hedef maçlarda hem seti kusursuz oynayıp hem de çetin savunmaları açmak hiç kolay değil. Bu yüzden kazandığınız toplarla rakibinizi en zayıf anında vurmak, koparması gittikçe zorlaşan büyük maçların gelecek birkaç senedeki parolası olabilir.

***

Jürgen Klopp, Pep Guardiola'nın kariyerinde en fazla mağlubiyet aldığı teknik adam. Listenin devamında Alman antrenörü Pep'in ezeli rakibi Jose Mourinho takip ediyor. Son yıllarda sıklıkla karşılaştığı Mauricio Pochettino üçüncü, Arsene Wenger dördüncü sırada. Buraya kadar herhangi bir anormallik yok. Üst düzey teknik adamların 90 dakika içerisinde birbirlerini mağlup etmeleri gayet olağan bir durum. Fakat beşinci sıradaki isim kesinlikle çizginin dışında.

Teknik adamlık kariyerinin başlarındaki Ole Gunnar Solskjaer, İspanyol çalıştırıcı ile karşılaştığı beş maçın üçünden galibiyet çıkarmayı başardı. Bu veriyi hafife almayı ya da bir şans unsuruna bağlamayı düşünenler için ufak bir hatırlatma: Guardiola'ya bu mağlubiyet sayısını tattırabilmek için Mourinho ve Pochettino 15, Wenger ise 11 resmi maça çıkmak zorunda kaldı. Norveçlinin Pep'i bu kadar kısa sürede alt etmesinin birkaç farklı faktörü olabilir ama içlerinden en belirgini, takımının topla olan ilişkisi.

Ole Gunnar Solskjaer ve Pep Guardiola

Ole Gunnar Solskjaer ve Pep Guardiola

Manchester United, 2019-20 sezonunda pozisyona hükmetme konusunda yüzde 54 ile standartın üstünde bir görüntü çiziyor. Ancak Kırmızı Şeytanların başaltı karşılaşmalarındaki yüzdesini açıklamak bu kadar kolay değil. Mutlak bir reddetme hali ile hedef maçlara çıkan United, bu sezon topa en az hükmettiği iki maçı -yüzde 27 ve 29- şehrin diğer takımı ile oynadı. City'ye her iki maçta da net bir üstünlük koymayı başaran Ole, Guardiola'nın beşli blok hücumlarına karşı savunmayı beşledi ve kendi bölgesinde kazandığı topları en hızlı şekilde sorunlu City savunmasının arkasına yolladı.

Elbette Klopp'un, Guardiola'nın ya da Pochettino'nun takımlarından topu bir çırpıda almak mümkün değil. Ama bu denli dramatik düşüşler, topa sahip olamama beceriksizliğinden ziyade bir reddetme tercihi olmalı. Ve bu tercihte bulunan tek isim Solskjaer değil. Ada'nın biraz doğusundaki Bayer Leverkusen, Bundesliga'nın pozisyona en çok hükmeden ikinci, en çok pas yapansa üçüncü takımı. Fakat Peter Bosz, Kasım ayının sonunda Bayern Münih'i yenerken tercihini topu yok saymaktan yana kullandı. Allianz Arena'da topa yüzde 25 ile sahip olan Hollandalı antrenör için bu sayı, göreve geldiği günden beri en düşük yüzdeydi.

Son iki sene itibarıyla bu örneklerin sayısını artırmak mümkün. Real Madrid'in Casemiro-Kroos-Valverde üçlüsü ile Galatasaray'a topu bırakmak zorunda kaldığını veya Maurizio Sarri'li Juventus'un mecburiyetten yüzde 45'lere inen bir yüzdeyle Şampiyonlar Ligi'nde mücadele ettiğini farz etmek doğru değil. Bu, zaruretten ziyade bir tercih meselesi.

Süper takımlar, anormal şartlar altına girmediği her durumda topa daha fazla sahip olmayı tercih edecek. Tercih edecekler çünkü üretken olmadan, yalnızca rakiplerinin hamlelerini bekleyerek dokuz ay boyunca istikrarlı sonuç almaları mümkün değil. Evet, topa sahip olma oranları bu on senede zirveyi gördü ve en basit denklemde başarının anahtarı oldu. Fakat o evreye gelebilmenizin müthiş hummalı bir süreç gerektirdiği ve ışık hızında değişen bir dünyada raf ömrünün çok uzun olmayacağı malum. Bu yüzden, geçiş oyununa en takıntılı ve katı zihinlerin de ihtiyacı var. Rakiplerin derinleştiği ve maçların giderek muhafazakârlaştığı bir futbol ortamında da bu ihtiyacın sıklığı her geçen gün artıyor.

Başını Guardiola'nın çektiği takıntılılar grubunun bu yola ne sıklıkta başvuracağını kestirmek bir bilinmez olsa da farklı bir dalda her zaman mükemmelliği arayan başka bir isim, Nuri Bilge Ceylan, son yıllarda değişen film yapısını şu sözlerle özetlemişti: "Ben belli obsesyonlarım gereği, giderek daha çok inandırıcılıktan yana kullanır oldum seçimlerimi. Film seyrederken biçimsel hataları, öbüründen daha kolay affedebildiğimi fark ettiğimden dolayı belki… Karakterlerin psikolojik tutarlılığı veya doğruluğu daha önemli galiba benim için."

Pep Guardiola'nın, Julian Nagelsmann'ın ya da Maurizio Sarri'nin bir anda topu bırakmalarını bekleyemezsiniz. 2002'deki Nuri Bilge Ceylan'ın, inandırıcılığı biçimin önüne koyamayacağını bildiğiniz gibi. Ama bu teknik adamlar yakın gelecekte sonuçlardaki tutarlılığı, sahada zaman zaman görecekleri biçimsel hatalara tercih edebilirler. Ne de olsa günün sonunda önemli olan şey uzun, kısa geçiş ya da set oyunu oynamaktan ziyade rakibinizi en hazırlıksız şekilde yakalamak. Ve geçiş oyunu, size bu ayrıcalığı sonuna kadar sunabilir.

Socrates Dergi