
Hem Gerçek Hem Hayal Gücü
5 dk
Sporu yapanlarla sevenler arasında bir köprü kurmak lazım. Son dakikaların, şok açıklamaların dışında bir de oyuna anlam katan başka yazarlar, başka dünyalar var. Nicholas Dawidoff da onlardan biri.
Bir yazar neden yazar? Edebiyat dünyasının etrafında dönüp dönüp durduğu varoluşsal sorulardan biri, belki de en önde geleni. Kimi yazarlar Adalet Ağaoğlu gibi acılarından soyunup yola devam etmek için, kimileri Stephen King gibi kendisinin ve başkalarının hayatını anlamlı kılmak için, kimileri ise Sait Faik ve Gabriel Garcia Marquez gibi ‘delirmemek’ için yazıyor! Yazmanın ‘yaşlandıkça daha iyi yapabileceği tek iş’ olduğunu düşünen, Mike Hammer’ın yaratıcısı Mickey Spillane de cevabıyla sizi şaşırtabilir: “Şarkıcıysanız yaşınız ilerledikçe sesinizi, beyzbol oyuncusuysanız kollarınızdaki gücü kaybedersiniz. Fakat yazarsanız, üstelik iyi bir yazar, yaşlandıkça daha iyi olmamanız için bir sebep yoktur.”
Peki, bir yazar neden spor üzerine karalar? Spor, edebiyatın konusu olmaya ne kadar elverişli? Örneğin, spor üzerine Yüzyıllık Yalnızlık, yahut Sefiller kadar güçlü bir roman yazılabilir mi? Sahada zaten yoğun bir dram, sınırları zorlayan bir kurgu, tribünlerde aynı anda coşku ve hüzün varolabiliyorken, kurgu gerçekliği nasıl galebe çalar? Bu sorular, muayyen yanıtlara ulaşmaktan ziyade bizleri spor, edebiyat ve yazma edimi üzerine düşündürmek için buradalar. Amerikalı yazar Nicholas Dawidoff ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi de işte bu sorular aydınlatıyor.
Yazın serüvenine ABD’nin en köklü spor dergilerinden Sports Illustrated’da başlayan Dawidoff, her ne kadar kendini spor yazarı olarak tanımlamaktan kaçınsa da uluslararası şöhretini büyük ölçüde beyzbol ve Amerikan futbolu üzerine yazdığı yazı ve kitaplara borçlu. ABD Başkanı Barack Obama’nın alışveriş listesinde de yerini alan son kitabıyla adından söz ettiren Dawidoff’u spor üzerine yazmaya iten şey, merak ve öğrenme dürtüsü. New Yorker’ın başarılı kalemi, beyzboldan Amerikan futboluna ‘transfer’ini ve ileride basketbol üzerine yazmayı düşünmesini, sahada ve saha dışında olup biteni kavrama arzusu ile açıklıyor.
İlk kitabınız, eski bir beyzbol oyuncusu Morris Berg’in yaşamını ele alıyor. Sizin için Berg’in hayatını yazmaya değer kılan şey neydi?
Moe, bir beyzbol oyuncusu veya koçu olarak fazla ilgi çekici değil belki ancak tüm bir yaşam öyküsüyle oldukça sıra dışı bir karakter. Princeton ve Colombia üniversitelerinde eğitim alıyor ve profesyonel olarak beyzbol oynuyor. İkinci Dünya Savaşı sırasındaysa ABD’nin CIA’den önceki istihbarat kurumuna, OSS’ye ajan olarak hizmet ediyor. 1950’lerin ortalarında ajanlığı bırakıyor ve geri kalan hayatını sürekli seyahat ederek geçiriyor. Biliyorsun ki bir spor kitabı, temelde spora ilişkin olsa da nitelik kazanması için nihayetinde daha derin insani temalar barındırmalı. Moe’nun öyküsünü yazılmaya değer kılan, böyle bir derinliğe sahip olması.
Bu kitabınızın ardından beyzbol üzerine kapsamlı bir antoloji hazırladınız ve bir süre sonra da bir başka kitapta kendi beyzbol anılarınızı kaleme aldınız. Hayatınızda bu sporun oldukça özel bir yeri olmalı…
Evet. Ben de pek çok Amerikalı çocuk gibi, lisede dizimi sakatlayana dek beyzbol oynayarak büyüdüm. Müthiş bir zevkti benim için. Ama oynamak kadar izlemek de… Mesela kitap okumayı da çok severdim çocukken. Ancak okumak, her ne kadar yazarla iletişim kurmanı sağlıyor olsa da neticede yalnız ve kişisel bir eylem. Tolstoy, Mark Twain, Virginia Woolf veya sevdiğim diğer yazarlardan hiçbirisi, beyzbolun bana verdiği ‘dolaysızlık’ ve ‘yakınlık’ duygusunu veremedi. Bütün gün beyzbol peşinde olup, ardından yorgun argın eve gelip tüm geceyi radyo başında, tuttuğun takımın maç yorumlarını dinleyerek geçirmek… Babamın yokluğunda, annem ve kız kardeşlerimle yaşadığım evdeki yegâne erkek sesleri radyoda beyzbol maçlarını yorumlayan o iki adama aitti. Beyzbol benim için büyük bir anlam ifade ediyordu ve onu bu işin üstatlarından dinlemek, beni müthiş keyiflendiriyordu.
Radyodan dinlemenin hayal gücüne dayanan bir tarafı da var.
Evet, hem gerçeklere hem de hayal gücüne dayanıyor. Yani radyo yayınının kurgusal bir dili ve yapılan betimlemelerin lirik bir niteliği var. Ben işte beyzbolun, hem yaratıcılığa izin veren hem de tamamen kurgusal olmayan bu yönünü çok seviyorum. Beyzbolda, anlatılmaya değer bir hikâye için gerekli olan harika karakterleri de ilginç anları da yakalamak mümkün.
Beyzbolun bu yönüyle diğer sporlardan ayrıldığını mı söylüyorsunuz?
Aslında bunlar diğer sporlar için de geçerli. Ancak beyzbolu Amerikalılar için farklı kılan sebepler olduğunu da düşünüyorum. Elit centilmen oyunu olarak doğmuş olsa da beyzbol iç savaş yıllarında bütün ülkeye yayılmış; hemen herkesin bildiği, oynadığı veya başka şekilde aşinalık kazandığı bir spor haline gelmiş. Bu aşinalık, beyzbolun tarihsel popülerliğinden kaynaklandığı gibi her gün oynanabilir olmasından da kaynaklanıyor. Bu, onu Amerikan futbolundan farklılaştırıyor. Futbolun fiziksel zorlayıcılığı beyzbolda yok.
Bir yazar olarak gözlemlediğiniz başka ne gibi farklar var beyzbol ile Amerikan futbolu arasında?
Mesela beyzbol oyuncuları, daha ulaşılabilir. Hem fiziksel, hem iletişimsel anlamda. Ayrıca, beyzbolun futbolun aksine değişimi sevmediğini düşünüyorum. Futbol ileriye doğru, beyzbol geriye doğru bakan bir spor. Yani yüzyıl önce oynanan oyunla bugünkü arasında büyük bir fark yok. Fakat teknolojiye kucak açmış olan futbol için bunu söyleyemezsiniz. Beyzbolda oyunun yavaşlığı ve yazının ritmi arasında da bir bağlantı var. Bunlar demek değil ki beyzbolun kendine has uç noktaları, şiddete meyyal tarafları yok. Yine de tamamen bu topraklara ait olması sebebiyle, diğer sporlara nazaran Amerikan toplumunu daha iyi yansıttığına inanıyorum.
Futbolun sırlarına erişmek için New York Jets ile bir sezon geçirdiniz ve sonunda ortaya Collision Low Crossers kitabı çıktı. Jets’le geçirdiğiniz sezonun ardından bir söyleşinizde, futbol kültürünün ırkçılık karşıtlığı ve hoşgörü bakımından en gelişmiş kültürlerden biri olduğunu söylemiştiniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Yüzde yemişini Afro-Amerikalı oyuncuların oluşturduğu bir yapıdan söz ediyoruz. Ve bu insanların hepsi inanılmaz başarılı. Zaten siyahların daha iyi oyuncular olduklarına dair genel bir algı hâkim, özellikle savunma oyuncuları arasında. Beyazlar bu ortamda azınlıkta kalıyorlar. Benim için en ilginç gözlemlerden biri beyazların azınlık oluşlarıyla nasıl baş ettikleri oldu. Irk meselesi Amerika’da hâlâ büyük bir gerilim kaynağıyken, bu gerilimin takım içinde ters yüz edildiğini görmek, yani diyaloglarda dostane ve dürüst bir şekilde bunun konuşulabildiğine tanık olmak enteresandı. Ki bu bana daha sağlıklı ve demokratik geldi. Futbolcuların aslında tek önemsediği şey kazanmak. Dolayısıyla senin rengine falan değil, bir oyuncu olarak takıma ne kadar katkı sağladığına bakıyorlar.
Peki sizce aynı 'demokratik' bakış açısını, eşcinsel oyunculara yönelik olarak da görebilir miyiz?
Futbolun oldukça homofobik bir kültüre sahip olduğunu biliyoruz. Ancak az önce söylediğim gibi bu oyuncuların tek derdi kazanmak. Dolayısıyla kazanmalarına katkı sağlayacak herkesi kabul edeceklerine inanıyorum. Futbolda her şey çok çabuk değişiyor. Takımına gerçekten faydalı bir eşcinsel futbolcudan söz ediyorsanız, takım arkadaşları bence onu korur, hatta düğününe bile gider!
Ben spor yazarlarının tarihçilerle 'gecikmişlik'lerinden kaynaklı benzer bir kaderi paylaştığını düşünüyorum. İkisi de yaşanmış şeyler hakkında yazıyorlar. Spor yazarlarının işi belki de daha zor. Örneğin, herkesin skorunu bildiği bir maç hakkında yazdıkları bir yazının okunmasını nasıl sağlıyorlar?
Orada ‘nüans’ devreye giriyor. Televizyon, internet ve radyodan maç takibi ‘anındalık’ üzerine kurulu. Halbuki sen dergide yazdığın bir yazıyla insanlara daha fazla derinlik ve detay sunabilirsin. Bunu yaparken bir bağlam oluşturursun ve bu bağlamı röportajlarla, araştırmayla zenginleştirirsin. Önemli olan anlattığın hikâyelerle insanlara “Keşke orada olsaydım” dedirtebilmek. Spor, hikâye anlatıcılığı ve yazarlık egzersizi olarak müthiş zenginlikte bir saha. Zaten spor yazarlığına duyulan ilginin altında da bu yatıyor. Ayrıca spor üzerine kalem oynatırken diğer konulara nazaran daha fazla risk alabiliyorsun. Herkesin ilgi duyduğu fakat bu ilginin örneğin kamu sağlığı yahut şiddet gibi büyük bir ciddiyet taşımadığı bir mesele spor. Dolayısıyla genç yazarların, hata yapsalar da telafi etmeleri görece kolay. Ben Sports Illustrated deneyimimden yola çıkarak bunları rahatlıkla söyleyebilirim. Orada çalışırken, hayatımın geri kalanını orada geçirmeyeceğimi biliyordum. Çünkü beyzbol yazarı olmak istemiyordum. Ancak yazarlıkla ilgili çok şey öğrendim orada. Mesela bir dergi yazarının, gazete yazarından daha sofistike ve derinlikli bir dil benimsemesi gerektiğini... Yoksa her gün, her hafta yüzlerce maç oynanıyor. Yaratıcılık ve hayal gücünü devreye sokmadığın müddetçe seni okunmaya değer kılan başka ne olabilir ki?