
Her Şeye Rağmen
3 dk
Bu bir kimlik mücadelesi. Bu uğurda kimi kariyerinden oluyor, kimi biber gazı yiyor, kimi öldürülüyor. Freddie Mercury ise hâlâ umut olmaya devam ediyor.
12 Haziran 2016’da, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orlando kentindeki Pulse isimli gay kulübe düzenlenen silahlı saldırıda 50 kişi hayatını kaybetti. Bu saldırı kayıtlara, 11 Eylül’den sonra ABD’de en fazla ölümle sonuçlanan katliam olarak geçti.
Başkan Barack Obama, birkaç gün sonraki açıklamasında, katliamı şu sözleriyle değerlendirdi: “Pulse; eşcinsellerin, biseksüellerin, transseksüellerin ve diğer herkesin kendini güvende hissettiği, şarkılar söylediği, dans ettiği ve hepsinden önemlisi kendini tüm gerçekliğiyle ortaya koyabildiği korunaklı bir limandı. Bu bir terör saldırısı olduğu kadar, aynı zamanda bir nefret hareketidir. Bu, direkt olarak LGBTİ hareketine yönelik bir saldırıdır. Ancak insanlar, kim olduklarına ve kimi seveceklerine karar vermekte özgürdür.”
Orlando’daki saldırıdan tam bir hafta sonra, İstanbul’da Trans Onur Yürüyüşü düzenlendi. Daha doğrusu, düzenlenecekti ama izin verilmedi. Yürüyüşe katılmak isteyenler, güvenlik güçlerinin müdahalesi ile karşılaştı. Aynı günün akşamında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Taksim’den sadece 17 kilometre uzakta, Tarabya’daki Huber Köşkü’nde spor ve sanat dünyasından isimleri iftar yemeğinde ağırladı. Katılımcılar arasında, Bülent Ersoy da vardı. İngiliz The Independent gazetesi, haberi okuyucularına “Erdoğan’ın trans bir kadını davet ettiği yemek esnasında, LGBTİ’ler biber gazına maruz kaldı” ifadesiyle özetledi.
Tüm bu katliamlardan, müdahalelerden ve tezatlardan 70 yıl önce, 1946 yılında, Zanzibar’da Farrokh Bulsara adında bir çocuk dünyaya geldi. 10 yaşına geldiğinde, günlerini St. Peter’s Church of England School’da geçiriyordu. Okul; ragbi, kriket, futbol, boks, masa tenisi ve atletizm branşlarını kapsayan yoğun bir spor takvimine sahipti. Bilinen adıyla Freddie Mercury, daha çok kriket ve atletizmle ilgileniyordu. Arkadaşlarından birine göre, atletizm pistinde “Çılgınlar gibi ve acelesi varmışçasına” koşuyor ve hareket ediyordu. En başarılı olduğu dallar ise boks ve masa tenisiydi. Hatta 10 yaşındayken, iki kategoride de okul şampiyonluğu bulunuyordu. İlerleyen yıllarda da hünerlerini kaybetmeyecek ve kayıt stüdyolarındaki boş vakitlerinde sağ elini arkasına alıp hünerli sol eli ve sıra dışı yeteneğiyle rakiplerini masa tenisinde alt edecekti.
Hayatının bütününden yola çıktığınız takdirde, Freddie Mercury’yi bir sporcu olarak değil, gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarından biri olarak hatırlayabilirsiniz. Ama bu, onun kimseyi karşısına almaktan çekinmeyen bir ‘rekabetçi’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Belki de bu özelliği, okul yıllarından yadigârdır, hatta “Orası erken büyümemi sağlayan ve bana kendimi korumayı öğreten yerdi” sözlerini hatırlayacak olursak, muhtemelen öyledir.
Evet, Freddie Mercury çabuk büyüyenlerden biriydi ama bu, kendini çabuk keşfettiği anlamına gelmiyordu. 70’lerin ortasına gelindiğinde, grubu Queen ile dünyanın zirvesindeydi ve hayatının aşkını bulmuş gibiydi. Adı Mary Austen’di; o, öldüğünde küllerini teslim alan kadındı. Ölene dek sürecek iyi bir ilişkileri oldu ama Mercury eşcinseldi. Sadece, bununla yüzleşmekte zorlanıyordu. Biyografisini yazan Lesley-Ann Jones, Mercury’nin 70’lerin ortasındaki kimlik bunalımını şöyle özetliyordu: “Bir eşcinsel olduğunu kabul etmesi zaman aldı. İçinde büyüyen hislerle, ilk etapta baş edebildiğini sanmıyorum.”
Doğru, zaman aldı ama kendini anladığında bunu açık açık paylaşmaktan da kaçınmadı. Ve tüm dünya, bir noktada onu kabullenmek zorunda kaldı. Onu ‘en büyük’lerden biri yapan da; eşsiz sesi kadar, meydan okuyan bu tavrıydı. Zaten öyle olmasaydı, dünyanın en ataerkil alanlarında; yani spor sahalarında en çok söylenen şarkı, kendisine ait We Are The Champions olmazdı.
Tüm bunlar, yaklaşık 40 yıl önce yaşandı. Bugün, 40 yıl sonra, dünyanın farklı köşelerindeki insanlar; hatta Ian Thorpe, Tom Daley, Jason Collins, Michael Sam, Thomas Hitzlsperger ve daha nice bilindik sporcular, hâlâ kendi kimliklerinin mücadelesini vermeye devam ediyorlar. Kimi kariyeri pahasına, kimi ölerek, kimi biber gazı yiyerek... Mercury de onlara -ölümünden 25 yıl sonra dahi- her şeye rağmen dünyanın zirvesine çıkabileceklerine dair bir kanıt, bir umut olmaya devam ediyor. “Bu bir maç ise henüz bitmedi” diyor, hünerli sol elini son vuruş için hazırlarken...
Tıpkı Love of My Life’ın sözlerindeki gibi:
“Bir gün, büyüdüğümde, hatırlatmak için yanında olacağım, seni ne kadar sevdiğimi.”