Heykel Gibi

8 dk

Usain Bolt’tan önce Michael Johnson vardı ve 1996 Atlanta, Amerikalı sprinteri tarihe kazımıştı. Altın ayakkabılarıyla birlikte...

Michael Johnson’ın elinde bir fotoğraf var. Ağzından dökülen kelimeler, heyecanının ve şaşkınlığının göstergesi. Ve burası, bütün yolculuğunun sonunda geldiği yer. Amerikalı sprinter, en başta aile tarihini öğrenmek için yola çıkmıştı. İşe Dallas’ta oturduğu evde başladı ve şimdi, her şeyin sonunda, büyük büyük büyük büyükannesinin kardeşinin fotoğrafını buldu. Johnson, büyülenmiş şekilde 1850’lerde dünyaya gelen bu hanımefendiye bakıyor ve “Garip ama gururlu görünüyor” diyor.

Neredeyiz? Survival of The Fastest isimli bir BBC belgeselinde... Johnson’ın hayatını konu alıyor ama 1996 Atlanta Olimpiyat Oyunları’ndan neredeyse tek bir kare bile yok. Sadece Johnson ve ailesi var. 1967’de Dallas’ta doğan Amerikalı efsane, belgeselin başında “Neden siyahlar daha hızlıdır?” sorusunu yöneltiyor. Merakı, kökenlerindeki köleliğin atlet olmasında bir etkisi bulunup bulunmadığı. Çeşitli araştırmacılara gidiyor, bir noktada yolu Bolt’un memleketi Jamaika’ya düşüyor ve bu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyor. Sonuçlar tartışmalı. Johnson da böyle olmasının doğal olduğunu vurguluyor; “Hayatım boyunca kararlılığımın beni bir atlet yaptığını düşündüm ama kökenlerimde kölelik olmasının buna bir etki yapmadığını düşünmek imkânsız olur” diyor. Ve yolda, ailesinin Batı Afrika’dan geldiğini, kökenlerinin Afrika’nın farklı noktalarından insanlara dayandığını ve bu geniş gen havuzunun sporculuğunda etkili olabileceğini fark ediyor. Ve Jamaikalı atletlerin sırlarını da bu yolculukta buluyor. O dönem kölelerle doldurulan gemilerin son durağı Jamaika, köle tacirlerine sorun yaratan en dayanıklı siyahların atıldığı yer. Ve belgeselde bahsedildiği üzere, o muameleye dayanabilenler, evrimsel düzlemde bir adım öne geçebiliyor.

Konumuz, yalnızca Johnson’ın aile kökenleri değil. BBC’nin aksine, bizi ilgilendiren bir sporcu kariyeri var geride. Ancak ilginç olan, Johnson’ın tarihe duyduğu ilgi. Küçük yaşlardan itibaren eğitimine önem veren, burs aldığı üniversite Baylor’a gelene kadar profesyonel olacağını düşünmeyen Johnson, kendisinden önce gelenlere merak duyan birisi. Aynı belgeselde, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’ndan sekanslar izliyor. Görüntüdeki adam Jesse Owens. Ve Johnson, onun Hitler’in propaganda aracı olan oyunlarda yaptıklarını anlatıyor. Ancak bahsettiği sadece “Owens, Hitler’in üstün ırk propagandasını yerle bir etti” klişesi değil. O dönem Owens’ın ABD’de gördüğü ayrımcılıktan da bahsediyor; kariyeri bittikten sonra ünlü atlete kapıların nasıl kapatıldığını, bulabildiği tek işin nasıl yarış atlarına karşı koşmak olduğunu da anlatıyor.

Michael Johnson, bu anlardan etkilenerek belki bir başka büyük politik spor ikonu olmadı ama tarihin en büyük atletlerinden birine dönüştü. Nasıl Berlin’deki oyunlar Owens’ın adı anılmadan konuşulamazsa, 1996 Atlanta da onunla özdeşleşmiş bir olimpiyat.

Oysa Atlanta öncesi yaşadıkları bunun tam tersi bir senaryonun kapıda olduğunu vurguluyordu. 1988’de Seul’deki oyunlara sakatlığı yüzünden katılamayan, 1992’de 200 ve 400 metre yarışlarının favorisi olarak geldiği Barcelona’da yarışmalara kısa bir süre kala gıda zehirlenmesi yaşayan Johnson, hayalinden uzakta kalmıştı. Daha Baylor’da okurken Sports Illustrated dergisine kapak olan Johnson, olimpiyat altını elde edemeyen efsane sporcular arasına adını yazdırmak üzereydi. Ancak o, kendine güveniyordu. Amerikalı, egosunu markasının ve karakterinin bir parçası yapmayı başarmıştı. Stili de bu personanın bir diğer önemli parçasıydı.

Koşarken hiç eğilip bükülmeyen, tamamen dümdüz bir sırtla ilerleyen ve küçük adımlar atan Johnson, daha kariyerinin başından itibaren “Bu stille başarılı olamaz” eleştirilerine maruz kalmıştı. Dizlerini neredeyse hiç kaldırmıyordu ve Dallas’taki lisesinde onu çalıştıran koçu Joel Ezar’a göre ‘bir heykel gibi’ koşuyordu.

Atlanta, bu heykelin gerçekten dikildiği yer oldu. 200 ve 400 metrede yarışan; ilkinin hızını, ikincisinin ise dayanıklılığını çok iyi beceren Johnson, oyunların yüzü olmayı başardı. Yarışlar öncesinde Nike ile birlikte tasarladığı altın ayakkabılar, halihazırda zirvede olan ününü ve kişiliğini daha net bir şekilde dünyaya yansıttı. Belki Bolt gibi gülümseyip yarışlardan önce danslar etmiyordu. Ama en sonunda, 200 metreyi dünya rekoru kırarak kazandıktan sonra çocuk gibi zıplayacak ve şampiyonluk dansını sergileyecekti. Açılışı 400 metredeki altın ile yapmıştı ve 200, son nokta olmuştu. Her zaman geçmişe meraklı olan Johnson, Jesse Owens’ın dünya tarihine geçtiği zamandan tam 60 yıl sonra sonra, Atlanta’da, kendi tarihini yazacaktı.

Michael Johnson’ın Atlanta deneyimi bugünlerde kitaplarda, gazetelerde ve belgesellerde yaşatılıyor. Ancak bu deneyimde saniyelerden daha fazlası da var. En azından doksanların sonunda ilk kez spora merak salan, atletizm izlemeye başlayan ve karşılaştıkları ilk büyük sprinter Michael Johnson olanlar için. Ben de o neslin bir üyesiydim ve bugün gözlerimi kapattığımda; altın ayakkabıları, dizlerin yukarı kalkmadığı, vücudun ütü tahtası gibi dik ve sabit durduğu o koşu stilini hatırlamakta zorlanmıyorum. Sporu bu yüzden tutkuyla izliyoruz. Rekorlar da kırılır, heykeller de ölür ama geriye kalan şey hatıralar, bazen de bir fotoğraftır. Garip ama gururla bakan bir fotoğraf.

Socrates Dergi