İçtenlikle

22 dk

Metin Tekin, oynadığı futbol kadar olaylara bakış açısı, kültürü ve kendini ifade edişiyle de ülke futbolunun simgelerinden biri oldu. 'Sarı Fırtına' ile seksenli yıllardan günümüze uzanan bir yolculuğa çıktık...

Kültürlü, yakışıklı, iyi futbolcu... Metin Tekin, 1980'lerden 1990'lara uzanan kariyerinde genellikle bu kelimelerle tarif edildi. Onunla karşılıklı oturup konuşmaya başladığımızda ise bizi en çok etkileyen özelliği içtenliği oldu; babası Tarık Bey'i anlatırken de ülke futbolunun eksiklerinden bahsederken de...

O dönem 'baba dayağını' göze alarak futbolcu olan bir nesil var. Burada sizin hikâyeniz ayrışıyor ve büyük destek veren bir baba figürü görüyoruz.

Benim çocukluğum 1970'lerin başlarına tekabül ediyor. O zamanın aile yapısında çoğunlukla daha otoriter bir baba figürü görürdük. "Haytalık etme, futbol oynama" gibi şeyler duyardık. Bende durum farklıydı. Üç yaşından itibaren elinde top, bir yerlere giden baba-oğulduk. Daha o yıllarda, bilinçli bir şekilde sporun önemini oğluna aktarmaya çalışan bir babaydı.

İlişkiniz sporla da sınırlı değil. Hayata dair de sohbetler ediyormuşsunuz…

Dört yıl önce kaybettim babamı. O güne kadar hep çakıştı hayatımız. Kimi baba-oğul bir süre sonra ayrılır, doğaldır da bu ama bizimkisi tam tersiydi. Zaman zaman kavga ederdik, o zaman derdim ki "Ayrı olsak, üç ayda bir gelip elini öpsem 'Babacığım, bir ihtiyacınız var mı?' desem hiç kavga etmeyiz." Bu kavgalar, o birlikteliğin getirdiği bir güzellikmiş aslında, insan sonradan anlıyor. Bugün 55 yaşındayım ve hâlâ her konuda onun jüriliğine ihtiyaç duyuyorum.

Eski röportajlarınızda hep "Önce okulum" vurgusu var. Babanızın size olan güveninin karşılığını vermek için miydi biraz da?

"Okulu boş ver" demedi tabii. Önemli olan eğitimle futbolu birlikte götürmekti. Benim iki ayrı çevrem vardı. Bir taraf için futbol; haylazlık yapmaktan başka işe yaramayan bir uğraştı. Diğer tarafta ise "Okul da neymiş ya, önemli olan topçu olmak" düşüncesi vardı. Ben bu iki dünyanın da karşılığını verdim aslında. Önce Beşiktaş'a transfer oldum. Sonra "Arkadaşlar üniversiteyi kazandı. Ben de kazanmalıyım" dedim. İki sene kazanamadım, üçüncü senemde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne girdim. Üniversiteye gidişim fark yarattı mı? İlerleyen yaşlarda yarattığını hissettim. Belki de o demeçleri de bu yüzden verdim. Eğitim apayrı bir şey. "Çok iyi bir iktisatçı olacağım" diye doğmadım. Ama "Çok iyi bir futbolcu olacağım" diye büyüdüm.

Eski dergilerde anketler olurdu. Orada sizin anketlerinizde futbolculardan duymaya pek de alışık olmadığımız isimleri duyuyoruz: Elias Canetti, Albert Camus, Woody Allen, Pink Floyd, Mihail Gorbaçov… Bunda babanızın mı etkisi daha fazlaydı, çevrenizin mi?

Aslında o isimlere çok hâkim, entelektüel biri değildim. Üniversite çevresinin bana kattığı şeylerdi onlar. Beşiktaş'ta oynarken bile üniversite arkadaşlarımla evde kalıyordum ben. Beşiktaş'ta idmana çıkıyorum, sonra öğrenci evine gidiyorum. Bunun çok faydasını da gördüm. Hepsi de Kocaeli'den arkadaşımdı ve onlarla İstanbul'a geldiğim için "İstanbul seni yutar" hissine kapılmadım hiç. O arkadaş çevresi bana yetti. Bu saydıkların da o kuşağın etkilendiği insanlardı…

"Evleneceğim kadınla toplumsal meseleleri tartışabilmeliyim" diye bir demeciniz de var...

Bunu da mı demişim ya! Hiç gerek yokmuş. Şimdi çok gülüyorum kendime bazen. Tamamen farklı biri miyim? Hayır, o zamandan esintiler de var ama 55 yaşından 20 yaşına bakmak çok farklı.

Yetiştiğiniz dönemde Kocaeli'deki futbol ortamı nasıldı? O zamanlar her şehirde genç yetenekleri çıkaran bir isme rastlıyoruz. Sizin şehrinizde bu misyon kime aitti?

İlk hocam Nezih Gündem'di. Minik ve yıldız takımı o yapardı. Bir de fenomen genç takım hocası Ferruh Duygu vardı. Bu iki isim, Kocaeli futbolunu taşırdı. Şahane miydi eğitim? Tartışılır. Ama istek vardı, coşku vardı. Bilimsel açıdan olmasa da futbolcu olma isteğini hissettiriyordu.

Bugün kulüplerin gözlemcileri, altyapı okulları varken dahi oyuncu yetişmediğini söylüyoruz. Bu bahsettiğimiz 'futbol hastası' antrenörlerin ne farkı vardı da o dönemde ülkenin birçok bölgesinden çok fazla oyuncu çıktı?

Genç milli takımlarda altı sene çalıştım, genç bir yeteneğin eğitimiyle ilgili bilgim olduğunu iddia edebilirim. O zamanlar şunu diyorduk: "Tesis yok, ondan dolayı futbolcu çıkmıyor!" Hâlbuki ne kadar çok çıkıyormuş… Sonra öyle ya da böyle tesisler yapıldı. Tamam hâlâ eksikler vardır ama bizim dönemimizle kıyaslanmayacak kadar olumlu değişiklikler oldu. Bu sefer ne dedik? "Sokaklar bitti!" Karar verin kardeşim; tesis mi lazım sokaklar mı? Bir tek şey lazım aslında: Doğru eğitici. Bizim metodolojimiz yok.

Gözlemlediğiniz eksiklikler neler?

Milli takımda çalıştığım dönemde Gündüz Tekin Onay geldi, "Ya, Jira Eğitim Modeli var" dedi. Avrupalılar bunu 1980'de kabul etmiş. Biz 2008'de ettik. Ben bu eğitime giderken başta biraz burun kıvırmıştım ama daha üçüncü gün "Hiçbir şey bilmiyormuşum" dedim. Futbolu yönetenlerin görevi, "Ben futbolcu olmak istiyorum, ne yapmalıyım?" diye soran çocuğa doğru cevapları vermektir. Bilmeniz yetmez, ona aktarabilmeniz gerekir. İngilizlerden aldığımız altı aylık Jira eğitiminden sonra BESYO profesörlerinin çoğu modelin hiçbir faydasının olmadığını söyleyip "Biz eğitim olarak daha iyiyiz" dediler. Ben onlara karşı çıktım, "Hayatımda gördüğüm en iyi eğitim sistemi" dedim. Gündüz Hoca, haklı olarak, "İyi de İngilizlerin genç takımlarda bize karşı galibiyeti yok" dedi. Ben de "Hocam, A takımlarda golümüz var mı?" diye sordum. Sistemin zaten top oynamaktan futbol oynamaya geçişi öğrettiğini anlattım ve sağ olsun hoca da kabul etti. Bugün bu metodun ne kadar uygulandığını bilmiyorum.

Serpil Hamdi Tüzün & Metin Tekin

Serpil Hamdi Tüzün & Metin Tekin

Sizin de genç yaşta yolunuzun kesiştiği iki 'farklı' yetiştirici var aslında: Serpil Hamdi Tüzün ve Adnan Dinçer.

Serpil Hoca'yla 11 yaşında tanıştım. Çok hızlı yürüyen büyük bir adam olarak hatırlıyorum onu. O dönemki şartlara göre imkânları nispeten daha iyi bir aileydik. Babam beni seçmelere götürdüğünde şıkır şıkır şortum, şahane ayakkabılarım, pırıl pırıl formam vardı. Serpil Hoca, daha sonra bana o günü şöyle anlatmıştı: "Benim deneyimlerime göre temiz formalı çocuk kötü futbolcudur. Ama antrenman bir başladı, temiz formalı çocuk bayağı iyi oynuyor."

Bilgileri sınırlıydı ama zihinsel bir devrim yaptı bu insanlar. Bakın bir şey anlatayım. Ümit milli takımdayken İngiltere'yle 0-0 berabere kaldık, soyunma odasında bir bayram havası… Serpil Hoca içeri girdi ve "Niye seviniyorsunuz?" dedi, "Kendi sahamızda yenemedik İngiltere'yi." Adnan Hoca da bu fikir adamlarından biriydi. Bu isimler bir fark yaratmıştır ama ortamı çok iyi yorumlamışlar mıdır, orasını tartışabiliriz. Farklı bakarken, normali kaçırdılar belki.

Adnan Hoca ile bir hadiseniz de olmuş...

Beni sigara içerken yakaladı ve genç milli takıma almadı. Sonra babamı çağırıp, "Şu grup içerisinde futbolcu olarak en başta gelen Metin'dir. Ama sigaradan dolayı almıyorum" dedi.

Sonra da babanız size sigaranın zararlarını anlatan bir mektup yazmış…

Evet, "Seninle konuşamıyoruz oğlum" diye başlayan, sigaranın zararlarını anlatan üç sayfalık bir mektup. Çok sevdiğin uzun saçlarına şöyle zarar verir diyor, pigmentler diyor, kan basıncı diyor… Biz öğrenci evinde üçümüz de sigara içiyorduk, sigaraları yakıp mektubu okuduk. 'Haftanın Mektubu' köşemiz vardı duvarda, oraya da astık. Ama bugün baktığında çok değerli bir şey olduğunu görüyorsun. Ben de şu an oğluma o mektubu yazmayı isterim.

Kocaelispor'dan Beşiktaş'a transferiniz nasıl oldu?

17 yaşındaydım, genç takımda sağ açık oynuyordum. Genç milli takım ile Sarıyer'de bir hazırlık maçı yaptık. Tribünde Metin Türel ve Doğan Andaç varmış. Beni görüp, "Kim bu çocuk? Bunu genç milli takıma alın" demişler. Yaklaşık bir yıl sonra genç milli takım ile çıktığım Anadoluhisarı maçını, o dönem Beşiktaş'ı çalıştıran Dorde Miliç de izlemiş. Yıllar sonra bana "Bir stoperi izlemek için gelmiştim. İlk yarıyı izledim, 'Sarı çocuğu alın, başka kimseyi istemiyorum' dedim" diye anlatmıştı.

Aslında 'Sarı Fırtına' denecek kadar sarı da değildiniz…

17-18 yaşlarına kadar çok daha sarıydım, özellikle de yazları. Kocaeli'de "O sarı uzun saçlı çocuk ne zaman A takımda oynayacak?" denirdi hep. Sonraları Günaydın gazetesinde Süleyman Korkmaz "Sarı Fırtına" diye yazdı, öyle kaldı. Beşiktaş'taydım, daha lisansım çıkmamıştı, sürekli "Sarı Fırtına hazırlanıyor" haberleri. Daha oynamadan Sarı Fırtına oldum.

"Babam iyi bir Galatasaraylıydı. Adım Metin Oktay'dan geliyor zaten. Ama Galatasaray beni istediğinde 'Olmaz, söz verdik Beşiktaş'a!' dedi."

"Babam iyi bir Galatasaraylıydı. Adım Metin Oktay'dan geliyor zaten. Ama Galatasaray beni istediğinde 'Olmaz, söz verdik Beşiktaş'a!' dedi."

Bir süre Beşiktaş'ta oynayamıyorsunuz…

"Amatör oyuncular, üniversite kazandıkları şehrin takımına bedava gidebilirler" diye bir kural vardı. Kocaelispor, benimle profesyonel mukavele imzalamamıştı, "Önce kendini bir ispatlasın" demişlerdi. İmza atılsa 21 yaşına kadar Kocaelispor'da oynamak zorundaydım ama atılmayınca serbest kaldım. Sonra iş mahkemelik olunca bir süre oynayamadım.

Burada da bir kez daha babamı analım. Kendisi iyi bir Galatasaraylıydı. Adım Metin Oktay'dan geliyor zaten. Beşiktaş'la görüştükten sonra Galatasaray girdi devreye. 'Sarı Naci' diye bilinen Naci Özkaya tanırdı babamı, Beşiktaş'ın benimle ilgilendiğini duyunca "Beşiktaş'a verme, bize ver" demiş. Ben de heyecanlandım, "Baba, Galatasaray beni istiyor" diye. "Olmaz" dedi babam, "Söz verdik Beşiktaş'a." Ben şaşırdım, daha imza falan atmadığımızı söyledim. "Söz verdik" diye tekrarladı. Söz vermenin ne kadar önemli bir şey olduğunu orada anlamıştım.

Hakikaten söz verdiğim için gittim Beşiktaş'a ama hayatımın en doğru kararlarından birini vermişim. Bugün küçük Galatasaraylıları görünce de takılıyorum, "Merak etmeyin, büyüyünce geçiyor" diye. Şaka bir yana elbette Galatasaray da çok büyük bir kulüp ama iyi ki Beşiktaş'ın bir parçası olmuşum. Sonradan bana "Para için Galatasaray'a gidecek" falan demişlerdi. Ya ben zamanında söz verdiğim için Beşiktaş'a gelmişim, para için niye Galatasaray'a gideyim?

Beşiktaş'taki ilk heyecanlarınızda Şeref Stadı'nın da yeri olmalı…

Kocaeli'den geliyordum. Trenden iner vapura binerdim. Çantamla vapurdan inip macerama doğru yürümek çok güzel gelirdi bana. Yürüyordun, o kapıdan girince Beşiktaş antrenmanına çıkıyordun. 18 yaşındayım, acayip bir duygu, çok etkilerdi o kapı beni. Bütün hayallerim o yolda kurulmuştur cidden.

O dönemlere ait bir video var internette, elinizde poşetle yürüyerek maça geliyorsunuz…

Bende yine poşet vardı, Ulvi Abi (Güveneroğlu) kramponları elinde getirirdi. Çamurlarını temizler, maça çıkardı. Feyyazların ev Beşiktaş'taydı. Çift idman oldurdu bazen. Sabah idmanından sonra ben, Ali, Feyyaz ve Sinan Engin, onlara gider uyurduk. Annesi bize sandviç hazırlardı. Gökhan'ın (Keskin) annesi de bize çok yemek yapardı. Şimdi öğle yemekleri otellerde yeniyor.

Uzun bir süre kadro dışı kaldınız. İlk zamanlar alttan alıyorsunuz ama süreç ilerledikçe "Ben de sabır küpü değilim" demeye başlıyorsunuz…

Orada Gordon Milne ile teknik bir sorun yaşadık. Bugün baktığımda "Beni oynatmayabilir" diyorum. Ama 24 yaşındaydım, en iyi dönemimdeydim ve en önemlisi Beşiktaş'ta oynamak istiyordum. Bana "Git!" dediler. Hâlbuki Beşiktaş'ta ayağa kalkmak istiyordum. Başkan'a soruyorlar, "Neden göndermek istiyorsunuz?" diye. "Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim" diyor. Ne yaptıysam artık!

O dönem Alp Yalman beni çağırdı, Tatko'da buluştuk… "Madem seni satmak istiyorlar, Galatasaray'ın kapısı sana her zaman açık" dedi. Ona, "Sayın Başkanım, bu benim için müthiş bir destek. Ama ben Beşiktaş'ta ayağa kalkmak istiyorum" cevabını verdim. Alp Bey de "Çok doğru düşünüyorsun evladım" dedi. Borussia Dortmund maçı, 10-0'lık Adana Demirspor maçı derken ayağa kalktım. Benim de hatalarım vardır ama kulüp de daha hoşgörülü olabilirdi.

Taraftar desteği hep arkanızdaydı ama…

Zaten başka türlü kalamazdım ki. Ben Metin Tekin olarak kalmadım, 'taraftarın Metin'i' olarak kaldım. Resmen onlar göndermedi beni.

Nokta Kebap

1987-88 sezonunda oynadığınız Sakaryaspor maçında Turhan Sofuoğlu ile çarpışıyorsunuz ve kafatasınız kırılıyor. Dahası, TRT haberlerinde öldüğünüz söyleniyor. O gün, hayatınızda nasıl bir iz bıraktı?

Sakarya Devlet Hastanesi'nde müdahale edemediler, İzmit'te karar kılındı en son. Babamın saçları o bir saatlik yolda beyazladı. Ben kendimdeydim, golleri soruyorlardı anlatıyordum. Profesör Oktay Çokyüksel "Hafızasının kapalı olması lazım" diyordu. Beyin kanaması ve 15 santimlik bir kırık varmış. Sonra kendimden geçtim tabii. İyi yırttık ya oradan, nasıl yırttıysak.

Altı gün hastanede yattım, altısı da çok hikâyeli geçti. Aslında ziyaretçi kabul etmemek lazım, ben çünkü hâlâ flu durumdayım. Ama giriyorlardı. Kapıya bekçi koyduk, doktor önlüğüyle girdi bir tanesi. Doktor zannettik, aslında kebapçıymış. "Abi ben Aksaray Nokta Kebapçısı'ndan Engin" dedi, ben bakıyorum. "Abi hayattasın" diyor, görsen doktor sanırsın.

Bir de o hafta Ankaragücü'yle maçımız var, onu seyredeceğim, televizyon getirdiler odama. Fakat bozuk televizyon. Ziyaret edenler oluyor, babamın da yüzü tutmaz, kabul ediyor. Ben bir tek tamirciyi bekliyorum. Herkesi içeri alan babamın birine "Mümkün değil görüşemezsiniz" diyeceği tutmuş. Adam da kartını bırakıp gitmiş. Karta bir baktım, Hilton TV Teknik Servisi. Seyredemedim maçı.

Gordon Milne'le o çatışmanın başladığı bir an oldu mu?

"Ben yıldız oyuncuyum, sen de yeni antrenörsün. Bak, seninle uyuşamıyoruz" durumu oldu. O da şaşırdı kulübün bana karşı tutumuna. Sonra bana güvendi ve vazgeçmedi. En beğendiğim antrenör değildir ama en sevdiğim antrenör de Gordon oldu sonra.

En beğendiğiniz antrenör kim peki?

15 yıl oynadım. Futbol değişiyordu, teknik adamlık değişiyordu, hepsini gördüm. Dorde Miliç'le başladım, (Branko) Stankovic'i, (Milos) Milutinovic'i gördüm, derken Gordon geldi, sonra modern antrenörlük başladı. Benim son dönemime tekabül ediyordu artık. O sırada Christoph Daum geldi. Doğru antrenmanı onunla gördüm. Modern antrenörü onunla tanıdık. Teknik adamlığı tartışılır ama şahane bir antrenördür. Hep (Roland) Koch'tan bahsedilir ama Daum'un da antrenman bilgisi çok iyidir.

"Assolist Müslüm Gürses, solist altı Kibariye; kadroya bak. Milli maç dönüşü Fenerlisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı; hep beraber gidiliyordu."

"Assolist Müslüm Gürses, solist altı Kibariye; kadroya bak. Milli maç dönüşü Fenerlisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı; hep beraber gidiliyordu."

Sizin döneminizde oyuncu profili profesyonelleşmeye başlıyor. Önceki dönemde büyük oranda pavyonlarda vakit geçiren ve 30 yaşına geldiğinde "İşi bitti" denilen futbolcular var.

Birkaç farklı parametre var orda da. Öncelikle antrenman biliminin çok gelişmesi artık futbolcuları daha ileriki yaşlarına taşıyabiliyor. Teknik adamların futbol aklı, futbolcuya bakışı, futbolcunun özel hayatına, kendine bakışı, bunların hepsi etkili... O dönem "30'a geldi, tamamdır" düşüncesi vardı, 30'dan sonra artık para istemek ayıptı. Kulüp sana "Kal" demiş, daha ne istiyorsun! Öyle bakıyorduk neredeyse. Şimdi çok da yüksek mukavelelerle, takımların senin deneyimlerinden faydalanacağı isimsin. Bir panelde gazeteciler bana "Niye erken bıraktın?" diye sormuşlardı. "Oynasam, 'Hâlâ oynuyor' yazacaksınız" diye cevap vermiştim. O zaman basın da hazır değildi. Hakikaten erken bıraktım ama. Hatta bir spor hekimi bana vücudumun hâlâ futbol oynayabilecek durumda olduğunu söylemişti. "Hiç futbol oynamamış gibisin, tendonlar da dizler de temiz" diyince Rıza (Çalımbay) "Bu hiç koşmadı ki, o yüzden" diye isyan etmişti. Adam da anlatmaya çalışıyor yazık, "Bu, genetik bir şey" diye.

Abdülkerim Durmaz ile olan arkadaşlığınız Süleyman Seba'yı kızdırıyor muydu gerçekten?

Tabii, çok. "Onunla arkadaşlık etmeyeceksin" diyordu. Abdülkerim'i de biliyorsunuz, çevresi Karagümrük. Üniversiteye Beyazıt'a gidiyorum, sonra çıkıyorum Abdülkerim'le kahveye gidiyorum. Bu yüzden bana tepki gösterdiler. "Arkadaşlarımı siz belirleyemezsiniz" dedim ben de. Abdülkerim daha farklı anlatıyor tabii, "Bırak benimle konuşmayı, kapıyı çalıyordum, adam içeride, açmıyor" diyor. O da 17 sene önce rakıyı Gordon Milne, en beğendiğim antrenör değildir ama en sevdiğim antrenör de odur. bir fırlatıyor, bir daha içmiyor. Çok tatlı adamdı, hâlâ da öyle. Gerçi geçenlerde Fenerbahçe'nin golüne ofsayt dedim diye bana televizyondan salladı "Üç Beşiktaşlı orada oturup konuşuyorlar" diye ama o da bilir öyle olmadığını! Futbolu da bilir, onu da söyleyeyim.

Abdülkerim Durmaz'la gece alemlerine sık çıkar mıydınız?

Var tabii ama çok değil. Onlar bizden bir önceki nesildi, daha farklı bir gruptu. Ama benim de onlarla batakhaneye gitmişliğim vardır. Assolist Müslüm Gürses, solist altı Kibariye; kadroya bak. İki buçuk gibi başlıyor, altıda bitiyor program. Milli maç dönüşü Fenerlisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı; hep beraber gidiliyordu.

Milli takım deyince, akıllara İrlanda maçındaki "Artık bizi takıma almayın" isyanınız geliyor.

Şenes Erzik "Bak bu lafını her yerde anlatıyorum" der. 5-0 yenilmiştik yine, Sepp Piontek dönemi, Şenes Bey de federasyon başkanı. "Ya Başkanım," dedim, "Bizi artık çağırmayın. Biz mağlup olmaktan çok yorulduk, yeni kuşak lazım." Bunu söylediğimde 27 yaşındaydım ha, öyle çok yaşlı da değilim. Ama biz artık galip gelme psikolojisini bilmiyorduk, çok yıpranmıştık. Teknik yeterlilik tabii ki önemlidir ama işin psikolojik boyutu da önemlidir. Bu kadar çok mağlup olduktan sonra o psikolojiyi aşmak çok zordur. Sonra hakikaten o yeni kuşak geldi. Ve Euro 1996'ya katıldık onlarla. Elemelerde beni de o sözümden beş yıl sonra milli takıma çağırmıştı Fatih Hoca.

Seba ile Aynı Masada

Öyle şahane geçmedi her günümüz. Hatalar da yaptı belki. Ama şunu biliyorduk: Ne yaparsa Beşiktaş için yapıyordu. Kesinlikle sizi sevdiğinden ya da nefret ettiğinden vermiyordu o kararları. Önemli olan Beşiktaş'tı. Evini bile Beşiktaş için satmıştır. Kimse şahane değildir ama onun Beşiktaşlı tarafı şahanedir. Beni göndermek istediği de oldu ama masada yanıbaşında hep beni isterdi. Ben "Top oynarken 'Git Metin', yemek yerken 'Gel Metin.' Başkan, olur mu böyle?" deyince hemen "Yok, seni göndermedim" diye savunmaya geçerdi.

Bir de "Başkan, Gökhan'ı (Keskin) nasıl yedin?" muhabbeti var…

İlk kadehte sorarsan, "Ben kimseyi satmadım" der. İkinci kadehte bir daha sorardım: "Başkan, Gökhan'ı nasıl yedin, anlatsana." Bu sefer "O da bitmişti zaten" derdi. İki kadehte bütün gerçekler dökülürdü. Bir de, "Oh ne güzel, evin karşısına diktirmişsin heykeli, oturuyorsun" derdim. "O heykel benim olabilir ama onu oraya siz diktiniz" derdi. Çok mütevazı bir adamdı. O 15 yılı birlikte geçirmenin güzelliği başkaydı. Hayatımızdaki en değerli şey Beşiktaş tarihinin o günlerinde orada bulunmaktır.

Peki "O zaman futbol daha güzeldi" cümlesi size göre boş romantizm mi, gerçek mi? Daha keyifli miydi?

Biz daha gençtik. Taraftara da söylüyorum. Mesela taksiciler diyor, "Abi sizin zamanınızda ne güzeldi, ne heyecanlıydı o zaman, şimdi kalmadı" diye. "Sen de gençtin, sen de başka bakıyordun futbola" diyorum. Ben böyle bakıyorum. Ama şunu söyleyebilirim, çok daha yetenekli Türk çocukları vardı o zaman. Anadolu'ya çıktığında; Zonguldakspor'da, Kayseri'de, Konya'da, her yerde çok yetenekli en az iki-üç oyuncu olurdu. O zaman hakem hataları da bizim lehimize daha fazla olurdu!

Peki şunun da etkisi yok mudur öyle düşünülmesinde? Beşiktaş'ta sokağa çıkıyordun, berberde Şifo Mehmet (Özdilek), manavda Fenerbahçeli Müjdat (Yetkiner)… Futbolcular daha bizden biriydi. Şimdi çok uçurum oldu.

Tabii… Sosyal anlamda baktığınızda taraftarfutbolcu ilişkisi çok açıldı. Bizimki ne kadar doğruydu, o da tartışılır. Biz de beraber yaşıyorduk, lastikler patlatılıyordu, dayaklar, kavgalar… Bu da herhâlde en ideali değildir. Bugün bu kadar açık olması ne kadar doğru, onu da değerlendirmek kolay değil çünkü bugünün dünyasında futbolcunun sıkıntılarını onlar kadar bilemem. Biri "Ama şöyle..." dese "Haklısın" demek durumundayım.

Sizin taraftarla ilişkinizdeki en ilginç hadise ne olabilir?

Optik Başkan'la yaşadığım olaydır herhâlde. Çıktık idmandan, Renault 9 var bende o zaman, bir baktım dört lastik de patlak. "Kim patlattı bu lastiği?" dedim, Optik "Biz patlattık" dedi. 6-7 kişi onlar. "E ne yapacağız şimdi? Nasıl değiştireceğim ben bunu?" dedim, "Değiştiririz" dedi. Gittik benzinciye, beraber lastik değiştirdik. Kendi patlattığı lastiği kendi halletti.

Çarşı'yla oyuncular arasında yaşanan bir tartışmada iş biraz büyüyor... Orada araya giren isim Les Ferdinand oluyor...

Şahane karakterdi o. Bilirsin, Süreyya'yla (Soner) bağı falan da çok güzeldir. Hakikaten 2-3 gün gelmeyince evine kadar gidiyor, doktora götürüyor falan yani, Beşiktaş'ın duygusu vardır o çocukta. Beşiktaş enteresan takımdır. Herkes başka şekillerde anlatır ama duygusu en yüksek takımlardan bir tanesi Beşiktaş'tır. Ve onu hissedersiniz futbolcu olarak içeri girdiğinizde. Ferdinand'ı da kastediyorum burada İngiliz olarak. Ya o çok şahane adamdı zaten. Nasıl düştü buraya onu bilmiyorum da…

Antrenmanda ilk gördüğünüzde şok olmadınız mı, nasıl düştü buraya diye…

Yok demedik. İlk hazırlık maçından sonra bir arkadaşımız "İki hafta sonra ben oynarım, bu gider" dedi. Sonra o arkadaş gönderildi, Ferdinand İngiltere Milli Takımı'nda oynadı. Hayal gibiydi o zaman, Türkiye'ye gelen biri İngiltere Milli Takımı'nda oynayacak. Olacak bir şey değildi.

"Bizim Hamit, kiralık olarak Antep'e gitmişti. "Ben şampiyonluğu değil takımı özlüyorum" diyordu."

"Bizim Hamit, kiralık olarak Antep'e gitmişti. "Ben şampiyonluğu değil takımı özlüyorum" diyordu."

İngiltere Ümit Milli Takımı'nda çalışmış, A Milli Takımı'nda yardımcılık, öyle ya da böyle İngiltere Ligi'nde antrenörlük yapmış, çok geniş bir çevreye sahip Gordon Milne dahi her zaman o takımı ayrı bir yere koyuyor, hâlâ o takımdaki iletişimi unutamadığını söylüyor…

Sadece başarı değil, başarının geliş şekli de önemlidir. Yaşanışı da önemlidir. O yüzden çok farklı hatırlanıyor bizim takım. Şampiyon olursun ama futboldaki en önemli soru, "Nasıl?"dır. Biz çok eğlenerek şampiyon olduk. Her şampiyonluk çok büyük mutluluk olmayabilir. Ama biz çok mutlu şampiyonluklar yaşadık. Taraftar da öyle, ben futbolcu tarafından bakıyorum. Bizim Hamit (Yüksel) kiralık olarak Antep'e gitmişti, "Ben şampiyonluğu değil, takımı özlüyorum" diyordu. Bunu oturtmak çok kolay değil. O kuşak onu yakaladı. Fatih Hoca'nın yardımcılığını yaptığım dönemde bir gün Marcello Lippi'yle sohbetimiz olmuştu. "Hocam, bir tek şey söylemeniz gerekirse ne olmazsa şampiyon olunmaz?" diye sormuştum, "Eğlenmeden şampiyon olunmaz" demişti. Beni çok etkilemişti bu sözü. Hep dirençten, cefadan bahsedilir. Hayır abi, önce mutlu olacaksın. Mutlu olmadığın yerde senelerce yarışamazsın. İte kaka bir sezon şampiyon olursun ama sürekli başarılar ortam işidir.

Feyyaz Uçar anlatmıştı... İdmanda Şenol Fidan'dan bacak arası yiyince kavga çıkarmış. Genelde oyuncular takımın tecrübelisinin yanında olur ama siz gidip "Feyyaz, ne yapıyorsun sen?" demişsiniz.

O olayda da eğer Feyyaz'a destek olsam, biz o zaman takım olamazdık ki. O zaman dedikleri gibi "Metin-Ali-Feyyaz" olurduk. Şenol da Beşiktaş'ın parçasıydı, aslan gibi de çocuktu. Şenol'la Feyyaz da birbirini çok severdi. Gariptir, böyle şeyler de hep Şenol'un başına gelir. Takıma yeni geldiği günlerde; ben, Ali, Feyyaz ve Şenol king oynadık. Üçümüz çıktık, Şenol battı. Tutturdu, onu kumpasa getirmişiz. Ne dediysek inandıramadık. Manyak mısın, yok öyle bir şey, burada öyle şey olmaz diyoruz, yok. "Yedim mi sandınız, kurmuşsunuz şirketi" falan… Sonradan anladı tabii, hâlâ o günü anar güleriz. Her gelen gördü ki bizde hiçbir zaman grupçuluk falan olmadı. Herkes oradaki o demokratik, eşit ortamı gördü, yaşadı. Başarıda bunun da çok katkısı olmuştur bence.

Bizden önceki nesil kötüdür demiyorum, sadece farklıydı. Biz o hiyerarşiyi değiştirmeye çalıştık. 18 yaşındaki çocuk, 30 yaşındaki abisinden çok daha iyiyse bunun tahakkümü olmamalıdır. Saygı elbette çok önemlidir ama hiyerarşik olarak bu engeli koyar, abi-kardeş hükmünü çok fazla yaşatırsanız bu defa takımın performansını zedelersiniz. Dışarıda tamam, ama sahada abi mabi yok öyle. Bunu çok iyi ayırmak gerekir.

O takımı "Metin-Ali-Feyyaz üniversiteli ama kaptanları ilkokul mezunu Rıza" diye anlatanlar vardır…

İşte bunun üniversiteyle alakası yoktur ki… Oyun zekâsı, kişi yönetmek, liderlik; bunlar çok farklı vasıflar gerektirir… Bana da 'Kaptan' dediklerinde hep söylerim; ben kaptan çıktım, kaptan olmadım ki. Kaptan, Rıza'dır. Kaptanlık başka misyondur.

Ne siz o takımda "Metin-Ali-Feyyaz" vurgusunu yapıyorsunuz ne de bu üçlünün ön plana çıkması takımın diğer oyuncularını rahatsız ediyor…

Ya ona biz karar vermiyoruz ki, biz çıkıp oynadık sadece. "Hadi gel Feyyaz biz oynayalım, Metin-Ali-Feyyaz olalım" mı dedik? Hayır, biz sadece Beşiktaş formasını giydik, oynadık. Tamamen futbol kamuoyunun, Beşiktaş kamuoyunun kararıdır bu işler. Bunlara kimse karar veremez. O kadar garip şeyler duyuyorum ki bazen, "Şu kişi kulübün kapısından içeri giremez" vesaire. Ya kim? Bugünün çalışanları bunun belirleyicisi değildir. Koskoca Beşiktaş'ın geçmişini siz belirleyebilir misiniz? Siz görev aldığınız süre içerisinde bir şeyler yaparsınız. Sizin nerede olacağınızı Beşiktaş tarihi belirler.

"Siz görev aldığınız süre içerisinde bir şeyler yaparsınız. Sizin nerede olacağınızı Beşiktaş tarihi belirler."

"Siz görev aldığınız süre içerisinde bir şeyler yaparsınız. Sizin nerede olacağınızı Beşiktaş tarihi belirler."

Ben burada iz bırakmışım" dediğiniz özel bir an öne çıkıyor mu?

Gençliğinizde popülarite olarak gördüğünüz şey, zaman zaman karşınıza çok farklı şekillerde çıkıyor. Yaşamanın anlamı falan olmaya başlıyor sizin için bu geri dönüşler. 40-45 yaşında, koskocaman bir adamın gelip "Siz benim idolümdünüz, çok büyük bir keyifti sizi seyretmek" demesi beni çok etkiliyor. Oynadığım dönemdeki popülaritenin çok dışında bir şey bu. "Ya ne yapmışım ben?" diyesi geliyor insanın. Ama yine de oradan kendi yaptıklarınıza giderseniz yanılırsınız. Beşiktaşlılığın ne kadar güçlü bir şey olduğuna gitmeli aklınız. Beşiktaş'ın da ötesinde kulüpçülüğün, bir kulübe aidiyetin, ait olmanın büyük bir hazzı var. Tabii ki profesyonel dünyada o takımdan bu takıma gidebilirsiniz ama benim için 15 yıl Beşiktaş'ta oynamanın çok büyük bir önemi var. Hele ki bunu diğer takımlara bir saygısızlık yapmadan, kendinizi onların taraftarına da kabul ettirerek yapabildiyseniz. Çok örneği var bunun ama tabii ki günümüz şartlarında bu çok kolay bir iş değil. Bizim zamanımızda böyle değildi.

Türk futbol tarihinde kendine ait bir yeri olan bazı isimler var. "Metin Tekin" de bu isimlerden biri. Sizi birçok futbolcudan ayrıştıran bazı değerler var. Her şeyin üstünkörü ve karmakarışık olduğu bugünün dünyasında, bu farkı koruyabilir miydiniz?

O dönemde de çok hatalar yapmışımdır. Hayat adına, profesyonellik adına büyük hatalarım olmuştur. Ama bugünün dünyasında, hele ki şu sosyal medya ile ayakta kalamazsınız, çok kolay değildir. Bugün bu işi yapanlar adına çok daha zor, tüm bu dünyayı yönetmek çok zor, bunu net olarak söylemek gerekir. Ama kamuoyunun şöyle bir sağduyusu olduğuna inanıyorum ben; içtenlik ile kurguyu çok rahat ayırt edebiliyor. Genç arkadaşlarımın hata yapmamaları mümkün değil, çok hatalar yapacaklar. Ama yeter ki içtenliklerini kaybetmesinler. Benim sadece söyleyebileceğim bu.

Tam da Genç Milli Takımlar Direktörlüğünü üstlendiğiniz dönemde kariyerinizin teknik adamlık sayfasını kapattınız. Neden?

En hayal ettiğim şeydi aslında. Ama buna zaman ayıramayacağıma karar verdim. Çok mesai gerektiren bir işti ve ben zamanı seçtim. İkinci evliliğimi yapmıştım, üç yaşında oğlum vardı, onlarla beraber olmak istedim. Bunun dışında mesaisi de uygun olan bir iş, yani yorumculuk yaparak işin teorisine gitmek, "Oyun nedir?", "Futbol nedir?" sorularını anlamaya çalışmak da cezbetti. Tamamen buydu. En çaylak dönemimde teknik direktörlük yaptım, bence en doğru dönemimde yapmıyorum.

İstemiyor musunuz?

Hayır, istemiyorum. Ama kendi adıma mesleki olarak üzülüyorum zaman zaman. Genç milli takımlara çok faydalı olabileceğimi düşünüyordum ama süreç bu şekilde gelişti. Yorumculukta da işimi çok önem vererek yapmaya çalışıyorum. Herkes gibi hatalar yapıyorum, bazen tümüyle yanılıyorum, gayet de doğal olarak eleştiriyorum. Sonuçta ben 45 yıldır futbolla meşgulüm, 40 yıla yakın süredir kamuoyuna iş yapıyorum. Bana hâlâ "Taraflı yorum yapıyor, çıkar peşinde" falan dendiğinde ben kendime kızıyorum, demek ki bu 45 yılda kendimi ifade edememişim diye düşünüyorum.

Socrates Dergi