İdol

22 dk

Petar Naumoski 1992 yazında İstanbul’a geldiğinde ortalık sessizdi. Edirne ötesinde başarısızlığa alışılmış, deplasman mağlubiyetleri kanıksanmıştı. Sonra bir final geldi. Sonra bir tane daha...

Makedonya Basketbol Federasyonu'nu bulmak gerçekten zor. Üsküp Belediyesi, küçük ama kaotik bu şehirde kapı numaralarına önem vermediğinden şehrin tam merkezindeki Makedonija Str. 11A adresi pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü 11A diye bir numara yok.

Plan, bir yılı aşkın süredir ülkesi Makedonya'da basketbol federasyonu başkanlığını yürüten Petar Naumoski'yi makamında ziyaret etmek. Şehir merkezindeki bu küçük binaya direktifleri takip ederek ulaşmaksa mümkün değil. Federasyonun IT sorumlusu, tasarımcısı ve aynı zamanda altyapı video scouting elemanı Tome Dislijev binadan aşağı inip "Ben koca adamım, eski basketbolcuyum. Beni kesin görürsün" diyene kadar da sorun çözülmüyor. Tome caddenin diğer ucunda belirdikten kısa süre sonra Üsküp'teki Rahibe Teresa Evi'nin karşısındaki federasyon binasına giriyoruz. Petar Naumoski üst katta bekliyor.

Dergimizde ayın konusu: Değişim. En iyisi, Türkiye'de basketbola bakış açısını değiştiren adamla konuşmak diye düşündük...

Kariyerinizin başında efsanevi Jugoplastika-POP 84 kadrolarının bir parçası olmanıza rağmen, sizce rotasyonda neden Zoran Sretenovic ve Luka Pavlicevic’in arkasında kaldınız? Bozidar Maljkovic’in o dönem, “Günde sekiz saat antrenman yapacaksın ama seni yine de oynatmayacağım” dediği doğru mu?

Aslında tam öyle söylemedi. O dönem Yugoslavya’daki genç oyuncular arasından beni seçip “En iyisi sensin” demişti. Ben öyle gittim Jugoplastika’ya. Hatta yine o sıralarda basına verdiği bir röportaj var; “Şimdi hiç tanımadığınız büyük bir oyuncu biliyorum. Kısa süre sonra göreceksiniz. Avrupa’nın en iyisi olacak” diye başlayan… Gazeteciler, “Boza, kim bu? Hadi söyle artık” demişti ama Maljkovic isim vermemişti. Bir sezon sonra Barcelona’ya gitti, gazeteciler bu soruyu tekrar sordu. O zaman söylemeye karar verdi.

-Koç, Jugoplastika döneminizde bir oyuncu için “Avrupa’nın en iyisi olacak” demiştiniz…

-Evet, dedim.

-Kimdi o?

-Naumoski.

-Peki neden oynamıyor bu adam?

-Ben biliyorum ama söyleyemem.

Zeljko Pavlicevic… Onun yüzünden. Beni oynatmadı. Maljkovic, Barcelona’ya imza atmadan önce, “Gelecek sene Naumoski oyun kurucu olacak, Sretenovic yardımcı. Pavlicevic de askerlik edecek” demişti. Yok, olmadı öyle. Çok korkak bir adamdı koç Pavlicevic. Jugoplastika, ondan önce iki yıl üst üste Avrupa şampiyonu olmuştu.

Baskı çoktu. Kendini kaybettiği, kontrolü yitirdiği dönemler oldu. Kulüp onu göndermeyi düşündü birkaç kez. Ama işte, takımda Toni Kukoc vardı, bir şekilde kazanıyorduk. Zoran Savic iyi oynuyordu. Ben de dört senelik kontratımın yarısındayken “Artık burada kalmayacağım, oynamak istiyorum” dedim ve Rabotnicki’ye döndüm.

Rabotnicki’deki tek sezonun ardından 1992 yazında Efes’e geçerken masada başka takımlar da var mıydı?

Avrupa’dan sadece Efes ilgileniyordu. O dönemde de pek meşhur bir takım değildi Efes. Hatta isim olarak sıfırdı diyebilirim. Ben de Türkiye’ye gitmek istememiştim. Ama gitmek istemeyişimin esas sebebi Efes’in Avrupa’da çok tanınmaması değil, bir yıl önce Jugoplastika’yla geldiğim Galatasaray deplasmanıydı. Hâlâ unutamıyorum. Aksaray’da bir otelde kalmıştık; yemekler çok kötüydü, otel berbat, hava pis. Aksaray’ı biliyorsunuz… Yani, gittiğiniz en temiz yer mi? Muhtemelen hayır. Maçı da Taksim’deki eski salonda oynamıştık. Öyle bir yolculuktu ki herkes birbirine, “Türkiye’den teklif gelirse hiçbirimiz gitmiyoruz” dedi.

Bir sene geçmeden Efes benimle iletişim kurdu. Oktay Mahmuti iki ay boyunca sürekli aradı. “Petar buraya gel, İstanbul’a gel” dedi. Ben hiç gitmek istemiyordum. Aslında gitmedim de. Sonra… Bizim Yugo ligleri de aynı ülkeler gibi ayrıldı. Sırbistan, Hırvatistan falan hep ayrı lig oldu. Rabotnicki de bana, “Senin kontrat yüksek, biz o parayı veremeyiz çünkü Makedon Ligi o kadar da önemli değil. Serbestsin, nereye istersen gidebilirsin” dedi. Ben o gün, “Gideyim Türkiye’ye, bakalım ne olacak?” dedim. Bir gittim, Aksaray’da değiliz. Otel güzel, yemek güzel, şehir güzel. Attım imzayı.

Aslında, Efes’in 1992 yazındaki ilk tercihi de en büyük rakibiniz Sasha Djordjevic’ti…

Evet, biliyorum. Efes çok istedi Sasha’yı. Final Four o yıl İstanbul’daydı ve anlaşmaya çalıştılar. Problem, Djordjevic’in sezon devam ederken zaten Milano’ya imza atmış olmasıydı. Efes’in yapabileceği bir şey yoktu. Bana razı olmak durumunda kaldılar. Doğrusu… O yıl da Yugoslavya Ligi’nde istatistik anlamında en iyi oyun kurucu bendim. Djordjevic elbette daha meşhurdu çünkü Partizan’da oynuyordu ve tüm kupaları kazanmışlardı. Ona karşı hep özel bir motivasyonla oynadım.

Efes’e geliş hikâyenizde çok cüzi miktarlara imza attığınız hep anlatılır. Ülke basketbolunu değiştiren ‘o’ imzayı biraz hikâyeleştirmek istediğimden soruyorum; geliş hikâyenizi biraz detaylandırabilir misiniz?

Geldiğim yıl Efes’te yıllık net maaş 50 bin dolar, ek olarak da 80 bin dolar prim veriyorlardı. “Tamam” dedim. Kontrata imza atacağım, bir baktım; prim sadece Avrupa ilk turu için geçerli. İkinci tur, üçüncü tur, çeyrek final, yarı final… Hepsi boş. Ben sordum, “Bunlar neden boş?” Türkçe bilmediğimden yanımda Oktay Mahmuti var, bana yardımcı oluyor. Dönemin genel menajeri Pano Natof da “Oğlum, ne kadar istersen yazabilirsin” dedi Türkçe. Oktay çevirdi hemen. “Şaka mı yapıyor acaba?” dedim. Yapmıyormuş. O zamana kadar, takım ilk turda kendi sahasında 25, deplasmanda 40 sayı farkla kaybetmiş hep. Çeyrek final primi yazılmıyor o yüzden. Ben de istediğimi yazdım. O sene Aris’le final oynadık.

Ülke tarihindeki ilk büyük final, Aris ağır favori... Takımdaki hissiyat nasıldı? Aydın Örs ne dedi mesela?

Aydın Abi böyle maçlardan önce oyuncularla bire bir toplantı yapar. Final öncesi de beni yanına çağırdı ve “Sen bu maçın bizim için ne kadar önemli olduğunu bilmiyorsun” dedi. Türkiye-Yunanistan ilişkileri çok kötü o sıralar. Aris de tüm rakiplerini 20 sayı civarı farklarla yeniyor. Koç çok tedirgindi. “Petar biz bu maçı 20-30 sayı farkla kaybedersek rezil oluruz. Sonra nasıl geri döneriz?” dedi. “Abi ne diyorsun? Biz kazanacağız” diye cevap verdim. Bakış attı. Devam ettim, “Kazanacağız tabii, neden kaybedelim? Üç maçlık seri olsa kesin kaybederiz ama tek maç, 40 dakika, şansımız var” dedim. “Oğlum iyi diyorsun ama ben buna pek inanmıyorum” diye kapattı sohbeti Aydın Abi. O günlerde kimseye söylemedik ama sonra bu konuşma ortaya çıktı. Biz de o maçta gerçekten savaştık, iyi savunma yaptık. Aris’te Giannakis vardı, her maç 20-25 atıyordu. Takıma, “Onu ben savunacağım, fazla sayı atmayacak” dedim. Ben yedi sayı attım, Giannakis iki sayıda kaldı. Toplamda da 48 atabildik zaten. Tarpley, Anderson gibi oyuncular vardı karşıda. Torino’da 6 bin kişilik salonda 5 bin 500 Yunan bağırıp çağırıyordu. Bizden 500 taraftar gelmişti sadece. Hepsi de normal insanlardı. Deli falan yoktu aralarında. Elimizden geleni yaptık. Maçı da çok kötü kaybettik.

Bugün olsa son topu daha farklı kullanır mıydınız?

Az önce “Aris” dedin ya… Aklıma gelen ilk şey, “Neden üçlük atmadım?” oldu. Biri “Aris” dediğinde aklıma devamlı bu düşünce geliyor. Neden üçlük atmadım ki? Fake sonrası sıyrılmıştım aslında. Tecrübesizdim işte. Üçlük atsam belki orada şampiyon olacağız. Maç bitecek. Olsun, neyse. O finalle birlikte hem takım hâlinde hem de bireysel anlamda özgüvenimiz yükseldi. 1993-1994 sezonunda iyi işler yaptık. 1996’da Koraç Kupası’nı aldık. Diğer takımlar da bu ivmeyi takip etti. Türkiye’de basketbol, böyle böyle uçuşa geçti.

Koraç yürüyüşündeki fark neydi peki? Sadece tecrübe mi? İstanbul’daki 102-78’lik Teamsystem Bologna maçı, bugün bile ülke basketbolunun zirvelerinden biri...

Efes daha çok saygı görüyordu. Evet, bireysel anlamda biz tecrübe kazanmıştık ama Efes de haritada kendine yer edinmişti. Mesela, finaldeki rakibimiz Stefanel... Biz ne düşündük? “Bu maçı mutlaka kazanacağız” dedik. Kaybetme düşüncesi kimsenin aklından geçmedi. Herkes ilk maçı iç sahada oynamanın dezavantaj olduğundan bahsediyordu. Bence değildi. “Ne kadar farkla kazanırsak kazanalım, yeter ki kazanalım da ikinci maçta onları baskı altına alalım” diye düşünüyordum. Milano’da herkes onlara, “Siz daha iyisiniz, meşhursunuz, mutlaka kazanacaksınız” dedi ama sonuç öyle olmadı. Biz daha iyiydik ve tecrübe kazanmıştık. Aydın Abi’nin istediği her şeyi yaptık.

Efes’in daha sonraki dönemde Final Four’dan hep bir-iki top uzakta kaldığını gördük. Sizce neden Koraç başarısının üstüne konamadı? Bu dönemde kadroya katılan Vasily Karasev ve Brian Howard gibi oyunculardan beklenilen verimin alınamaması sizin oyun tarzınızla mı alakalı?

Yabancı seçimleri çok kötüydü. Larry Richard hem inanılmaz bir ribaundçu hem de çok iyi bir insandı. Conrad McRae de öyleydi. Bu iki oyuncu haricinde bence gereken hamleler yapılmadı. Sellers, Howard, Karasev… Önemli dakikalarda bize yardımcı olamadılar. ASVEL maçındaki Karasev örneğin. Antrenmanda 40’ta 40 üçlük atan adam, ASVEL’e karşı dört-beş tane boş üçlüğü sokamadı. Birini atsa Final Four’a biz gidebilirdik. O süreçte de benim Pano Natof’la aram biraz kötü oldu. “Her sene takımı çeyrek finale götürüyorum ama o maçlarda Barcelona geliyor, ASVEL geliyor sonra eve dönüyoruz. Siz yabancıları kötü seçiyorsunuz” diye çıkıştım. Kızdı bana.

-O senin işin değil. Sen kendi işine bak.

-Kendi işime bakıyorum ama başarılı olamıyoruz.

Brian Howard bize ASVEL’den geldi mesela. Ben daha sonrasında onunla bize karşı nasıl kazandıklarını konuştum. Rakip koç Greg Beugnot, “Üç kişiyle Naumoski’ye savunma yapacaksınız. Diğerlerini bırakın. Sokarlarsa geçmiş olsun, sokamazlarsa biz kazanırız” demiş. Benim Final Four için kontratımda özel bonus maddesi de vardı ama bunu almak için de hiçbir zaman şans olmadı. Yabancılar kötü seçildi. Ben de başarılı olamadım, takım da...

Skorerlerin “Bu adam çok bencil” eleştirisi almasına alışığız. Siz de topu 20 saniye elinizde tuttuğunuz için yıllar boyunca eleştirildiniz. Bencil bir oyuncu olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Daha yeni İstanbul’dan döndüm. Koraç’taki şampiyonluğun 20. yıldönümü için toplanmıştık. Aydın Örs orada yine söyledi. “Top senin elindeyken ben çok rahat ederdim” dedi. O dönem hatırlarsınız, 1+1 serbest atış kuralı vardı. Faul atışlarının ikincisini, ancak ilkini sokman durumunda atabilirdin. “Topu sen tut” derdi o yüzden. Ben dört parmağımı göstererek sete başlıyordum. Sonra topu tutuyorum, tutuyorum, terliyorum… Formamı siliyorum. Herkes bunu bir uğur zannediyor ama hayır ben gerçekten terliyorum. Hücumun bitmesine beş-altı saniye kala rakipten baskı geliyor. Aydın Abi de kenardan “Şimdi geç hücuma” diyordu. Öyle yapıyorduk. Topu tutmam tamamen onun isteğiydi. Çok güveniyordu bana.

Ben de her yeni gün dünden daha başarılı olmak istedim. Rakiplerin önüne geçmek ve bunu yaparken takımıma maç kazandırmak tek amacımdı. Skorerliğe bencillik olarak değil, winner ya da lider algısıyla baktım. Efes’e geldiğimde bana, “Sen yabancısın. Larry Richard’la beraber yabancı hakkını senden kullandık. O yüzden sayı atman lazım” demişti Pano Natof. Sonra Aydın Abi’yle toplantıya gittim, “Oğlum senin asist yapman lazım” dedi. Benim kafam karıştı. Hem Ufuk hem de Volkan vardı o dönem takımda, biraz korkuyorlardı. Son saniyelerde ben pas atıyordum, onlar kenarda bakıyorlardı ve top dışarı gidiyordu. “Madem öyle, istemiyorsunuz, ben kullanıyorum topları” dedim. Son hücumları sokarak lider oldum. Hiçbir zaman, “25 sayı atayım da takımım ne yaparsa yapsın” gibi bir düşüncem olmadı. Bencillik bu değil midir?

1994 yazında Efes’ten Benetton’a geçişiniz Türkiye’de büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. Neden gittiniz?

Benetton’un teklifi, Nisan 1994’te geldi. İki yıldır Efes’teydim. Dönemin en iyi ligi İtalya’da oynama düşüncesi çok cazipti. Sezon devam ederken imza attım Benetton’a. Kimse bilmiyordu. Lig bitti, şampiyon olduk. Pano Natof bana, “Oğlum sen çok iyi oynadın, seneye sana fazla para vereceğiz” diyordu ama o para Benetton’un teklif ettiğinden yine çok azdı. Hiçbir şey söylemedim orada. “Abi ben Üsküp’e gidip sonra karar vereceğim” dedim. Orada bir şeyler hissetti diye tahmin ediyorum. Ben yaz tatilinden İstanbul’a geri dönmedim, anlaştığım şekilde Benetton’a gittim. Jugoplastika’dan takım arkadaşım Toni Kukoc’un da eski takımıydı, iyi biliyordum. Başarılı, meşhur ve zengin bir takımdı Benetton. Herkesin orada oynamak istemesi çok normaldi. Ben de gittim.

Benetton’da Avrupa şampiyonluğu ve kupa şampiyonluğu kazandım. Ligde de finale kadar gelmiştik ama ben kasıktan sakatlandım. Orlando Woolridge de iyileşmemişti, finalde oynayamadı. Buckler Bologna’ya kaybettik. Ama iki kupa aldığımız, başarılı bir sezondu. Efes’i de uzaktan takip ediyordum. Boston’dan Chris Corchiani diye bir oyun kurucu almışlardı. “Corchiani, Naumoski’den çok daha iyi” yazıyorlardı Türkiye’de. Avrupa’da başarı gelmedi, kupayı alamadılar, play-off finali oynayamadılar. Sezon sonunda Pano Natof, Aydın Örs, Ergin Ataman üçlüsü Treviso’ya geldi. “Bizi Tuncay Bey gönderdi. Seninle mutlaka anlaşmamız lazım yoksa geri dönemeyiz” dediler. Orada herkes epey güldü ve tabii ki hemen bir anlaşma yaptık. Bir tek, “15 Temmuz’a kadar bu anlaşma geçerli değildir” dedik çünkü benim Benetton’la hâlâ iki yıllık anlaşmam vardı. Efes’in beni bu kadar istediğini görmek mutlu etmişti. Benetton’la çok zorlansam da kontratımı bozdum. Benimle pazarlık için Treviso’ya gelinmesine ve “Seninle mutlaka anlaşmalıyız” denilmesine rağmen, söyledikleri ücretten bir dolar fazlasını istemedim. Masaya oturur oturmaz, “Söylediğiniz fiyatın iki katı” diyebilirdim. Bunu hiç istemedim. Tek talebim, anlaşmanın 15 Temmuz’a kadar gizli tutulacak olmasıydı.

1992’de kulübe ilk geldiğimde aldığım ücret 50 bin dolardı. 1999’da ayrılırken tüm primlerle birlikte yıllık maaşım 2 milyon 650 bin doları bulmuştu. O kadar fark vardı arada. 1994’te Benetton’a gitmeseydim, geri döndüğümde asla kârlı bir kontrata imza atamayacaktım. Benetton’u tercih etmemdeki ana faktör, daha üst seviyede basketbol oynamaktı ama böyle bir faydası da oldu.

Peki NBA? Hiç düşünmediniz mi?

Ivica Dukan beni Jugoplastika döneminden tanıyordu. Toni Kukoc’u da Chicago Bulls’a getiren scout’tur. 1996’da Efes’le Koraç’ı kazandıktan sonra hemen yanıma geldi. “Bizde oyun kurucu problemi var, seni istiyoruz” dedi. “Tamam, ben de istiyorum” diye cevap verdim. Beklemeye başladım. Çok düşük bir kontrat önerdiler. “Olur, kabul ediyorum ama bana 20 dakika oynama garantisi vermeniz lazım” dedim. Phil Jackson’la konuşacağını söyledi. Birkaç gün sonra aradı ve “Sen idmanlarda süreleri hak etmelisin” dedi. Ben de “Ivica olmaz; orada ekmek aslanın ağzında, o kadroda şansım olmaz, beni kimse rahat bırakmaz, o zaman daha fazla para verin” dedim. “Sana önerdiğimiz kontrat, Steve Kerr’ün kontratı” dedi. “O zaman ben kalayım Efes’te, burada daha iyi kazanıyorum. Bu riske giremem, yaşım belli, genç oyuncu değilim artık” cevabını verdim. 1996, 1997… Zirve dönemlerimdi. Harika hissediyordum. Büyük riskti her şeye yeniden başlamak. Detroit, Indiana ve Toronto da istemişti ama en ciddisi Chicago’ydu.

Ülkerspor’da oynarken bir Cibona maçından sonra Efes’ten ayrılışınızı hatırlatıp “250 bin dolarlık primimi hak etmeme rağmen bana vermediler” demiş ve Pano Natof-Aydın Örs ikilisini suçlamıştınız. Bugün, “Keşke öyle demeseydim” diyor musunuz? Veya “Efes’ten keşke daha farklı şekilde ayrılsaydım” der misiniz?

Tabii ki böyle olmasını istemezdim. Çok kızgındım o zamanlar. Yaptığım anlaşma gereği, takımın bir sonraki sezon Avrupa’da birinci kupada oynaması durumunda 250 bin dolar almam gerekiyordu. Biz play-off yarı finalinde Ülker’i eledik, birinci kupada oynamayı garantiledik. Sonra gittim primi almaya. Bekliyorum 250 bin, Pano Natof bana dedi ki: “Oğlum sen çok iyi oynadın, en iyi oyuncusuydun serinin, 30 bin veriyorum sana.” Normalde, Ülker maçının primi zaten 20 bin lira. Ben kaldım öyle. “250 nerede abi?” diyorum. “Oğlum, sen onu rüyanda görmüşsün” diye cevapladı. Odada Aydın Abi vardı, Tolga Tuğsavul vardı. Bormio’da konuştuk. “Yok, vermiyoruz, 30 bin alırsın” diyor Pano Natof.

Kızdım, hiçbir şey almadım. Aydın Abi’nin yanına gittim, “Üç gün sonra Tofaş’a karşı final oynayacağız, böyle bir şey oldu” dedim Aydın Abi’ye. “Petar, ben de hatırlıyorum ama nasıl vereyim o parayı?” cevabını verdi. Ben parayı ondan istemiyordum ki... Pano Natof’a söylemesini istedim. “Sen sakin ol, konsantre ol” dedi ama nasıl olayım? Maçtan önce elimden geleni yapmaya çalıştım konsantre olmak için ama maçta risk alınacak durumlara hazır değildim. İnisiyatif gerektiren yerlerde pasif kaldım.

Sonra Tuncay Bey’e, “Naumoski final maçını bilerek oynamadı; çünkü istemedi, bıraktı” diye anlatmışlar. Yazın da milli takımda sakatlanınca “Artık bizim oyuncumuz değilsin” dediler. Çok üzüldüm, kızdım. Para için mi kızdım? Hayır. Her şeyi yaptım ben Efes için ama Efes bana sıradan bir yabancı oyuncuymuşum gibi baktı. Koraç sezonunda Panionios’a karşı oynarken yürüyemiyordum ben. Bandaj yaptılar. Doktor, “Sen sağa sola gidemezsin. Sadece düz ilerleyebilirsin” dedi. Bunu herkes biliyor. Aydın Abi de biliyor. Maç başladı, 15 sayı geri düştük. Koç yanıma gelip “Oynar mısın?” diye sordu. “Oynarım tabii” dedim. Maça girdim, rakibin en iyi savunmacısı Ufuk’u bıraktı, beni tutmaya başladı. Ufuk da rahatladı. Ben iki tane üçlük soktum. O maçı kaybetsek Koraç Kupası hikâyesi orada bitecekti. Bunun haricinde, bana iki ay oynayamayacağımı söyledikleri maça iki gün sonra çıkmışlığım, 39 derece ateşle oynamışlığım da var. Neden?

Çünkü ben Efes için her şeyi yapardım. Bugün benim yaptıklarımı yapan bir tane oyuncu bulun, “Tamam” diyeceğim. Ama bulamazsın. Mahkeme olayları falan çok konuşuldu ama ben Efes’le bunun problemini yaşamadım ki... 2004-2005 sezonunda Ülker’de oynarken Tuncay Bey aradı, “Gel anlaşalım” dedi. Hemen gittim, beş saniye içinde anlaşmaya vardık. Konu kapandı. Ben orada sadece, karşılaştığım muameleye üzüldüm. Bana söz verilmişti. “Final serisindeki Tofaş maçında sakatlanmadı bile” diyenler oldu. Son maç kötü oynadım ama öncesinde? Beşinci dakikada Rashard Griffith’e karşı penetreye giderken düştüm; iki metreden,“Bam!” diye. Gerçekten oynayamayacak durumdaydım ama bana “Yok, bu oynamak istemiyor” dediler. Sıradan bir yabancıymışım, aileden değilmişim gibi muamele gördüm.

Oysa birlikte neler yaşamıştık...

Neden Petar? Aydın Örs Anlatıyor:

Naumoski değişimin en önemli parçasıydı. Bir makine vardı ve o da makinenin birincil dişlisiydi. Belki hep karar maçlarındaki performanslarıyla hatırlanacak ama Petar aynı zamanda benim hayatımda tanıdığım en iyi birkaç sporcudan biriydi. Antrenmandaki eforu, diğer oyunculardan bir-iki ölçek üst tempoda çalışması ve bireysel idmanlarıyla hep bir rol modeli oldu. ‘93’teki Aris finalinde, 94’te sekizli grupta 1. olup çeyrek finale çıkmamızda büyük faktördü. Efes, Naumoski’yle birlikte büyüdü. Naumoski de Efes’le...

Top Naumoski’nin elindeyken rahattım. En büyük özelliği, top elindeyken agresif hücum planlarıyla kendine faul aldırmasıydı. Yedi faul hakkı dolduktan sonra, içimden “Petar nasıl olsa çizgiye gider” diyordum. Kritik anlarda değişik bir stili vardı. İçeri girer gibi yapıp ayağını geri çekerdi. Mesafe bırakırdı. Böylelikle şut pozisyonuna geçmesi kolay olurdu. Üstüne hızlı gelen bir rakip varsa da seri adımlar atardı.

Rakipler zaman zaman aşağıda yardım getirse de problem değildi. Sağda ve solda, köşelerde bizim şutörler dururdu. Hapoel Galil Elyon maçı işte; Volkan Aydın’ın şutuyla kazanmıştık. Veya Ufuk Sarıca’nın 34 sayılık Bologna performansı... Uzunlar perdeye geldiği zaman bazı takımlar adam değişirdi, bire bir savunması iyi olan uzunlara karşı bunu yapan takımlar olurdu ki biz de Petar’ın üzerinden eşleşme problemi yaratırdık.

Tabii, keşke ayrılırken kulüple ihtilafa düşmeseydi. Primlerle ilgili birtakım sorunlar keşke yaşanmasaydı. Tofaş serisinde gönülsüz olduğunu, Aris maçında bilerek pas vermediğini söyleyenler oldu. Ben onlara hiç inanmadım. Gerektiğinde masaya yumruğumu vurdum.

Tofaş serisinde gönülsüzdü ve elinden geleni yapmaya çalıştı bence. Sporculuk ahlakına büyük saygım var. Verdiği hizmetlerden ötürü ona teşekkür borçluyum.

"Blatt sonrası Efes'ten teklif geldi"

Efes, David Blatt’ten sonra antrenörlük için teklif yaptı. Final Four o yıl Madrid’deydi. Efes tabii ki gidemedi ama Efes tarafından Çetin Çeki vardı, hatta biri daha ama hatırlamıyorum. David Blatt de oradaydı. Çetin Çeki bana, “Tuncay Bey ile karar verdik, seninle çalışmak istiyoruz” dedi. “Finally” (Sonunda) dedim, “Ben de isterim, Efes benim hayattaki her şeyim.” Sonra devam ettik, lisansım olup olmadığını sordular. Ben de “Yok ama çalışırım. Okula falan gideriz” dedim. Kuşadası’nda antrenörlük kampı varmış, oraya gitmemi önerdiler. Ben de gittim Kuşadası’na, dediklerini yaptım. Sonra sessizlik... Bu konu bir daha hiç açılmadı. Efes tarafından hiçbir teklif gelmedi. Kaldı öyle.

"D'Antoni Rivers'ı değil, beni istedi"

David Rivers, 1994 yılında Benetton’a gelebilirdi ama o dönemki koç Mike D’Antoni beni istedi. Gazeteciler “Neden meşhur David Rivers’ı almıyorsunuz da Naumoski’yi istiyorsunuz?” diyordu. Lig başlarken herkes bunu konuşuyordu. Sonra o yıl Avrupa yarı finalinde Rivers’ın forma giydiği Antibes’e karşı oynadık. İlk maç bizim sahamızdaydı, sonraki iki maç dışarıda. Treviso’da 10-15 sayı önde gittik maç boyu ama son beş dakikada herkes sayı atmaya çalışınca maç uzatmaya gitti ve kaybettik. Seride öne geçtiler. Sonraki iki maç da Antibes’in sahasında. Birini alsalar yetecek onlara. Özel uçakla gidecektik hatta ama maçı kaybedince başkan “Otobüsle gideceksiniz” dedi. TrevisoAntibes arası otobüsle 10 saat. Yolda bizi gören İtalyanlar şaşırıyor. Öyle gittik. 44 sayı attım ilk maçta, kazandık. İkinci maçta da 27 attım, yine kazandık. Gazeteciler o zaman “Naumoski çok büyükmüş!” demeye başladı. Finali de İstanbul’da oynadık o sene, İspanyol Tau’ya karşı... 26 sayı attım, en değerli oyuncu seçildim. Öyle bir hikâyemiz var David Rivers’la. Sonra Efes geldi, beni istedi tekrar. O da Tofaş’a geldi. Benden daha başarılı oldu; çünkü bizden daha iyi kadroları vardı. Ama Rivers da fark yarattı sonuçta, şampiyon oldular.

"Fenerbahçe'ye 'Evet' dedim"

Fenerbahçe’den teklif aldım. Oynamak da istedim, kabul ettim o teklifi. Ama söylediğim gibi; Efes’le anlaşmam vardı ve o dönemki kurallar gereği Türkiye’de başka bir takıma gidemezdim. Ancak Türkiye dışına transfer olabilirdim. Belki önce yurt dışına gidip oradan tekrar Fenerbahçe’ye gelebilirdim ama olmadı. 1997 yılıydı, Koraç Kupası’nı kazandıktan sonra gelmişti teklif.

"Az kalsın Pao'ya gidiyordum"

Obradovic benim iyi arkadaşım. Panathinaikos’ta çalışırken “Senin mutlaka buraya gelmen lazım” dedi. 1999 yazıydı... Patron Giannakopoulos ile konuştuk, parada anlaştık. Ama benim, anlaşmayı fesih hakkım vardı. Efes, 5 milyon dolar bonservis istedi. O zaman için çok büyük para, 1 milyon dolar bile sonra sonra verilmeye başlandı. Düşün... Neyse, olmadı transfer ama çok istedim onunla çalışmayı. Oyunculuk döneminden tanıyordum Obradovic’i; müthiş bir oyuncu değildi ama çok zekiydi. Zekâ, oyun kurucular için çok önemli. İyi bir antrenör olacağına da inanıyordum bu yüzden. Zaten baksana, herif şu an en iyisi.

"Altyapıda bir Yugo varmış..."

Hido oğlum gibiydi. İyi bir çocuk, çok yetenekli bir çocuk; ince, koşuyor, çabuk... İnanılmaz bir fiziği vardı. Yugoslavmış meğer, sonra öğrendim; Beşyüzevler’den geliyormuş hatta, Boşnaklar çokmuş orada. Aydın Abi’yle çok konuştum; “Hazır oyuncu bu, neden oynamıyor? Bari son 5-10 dakika oynasa” dedim. Antrenmanda kimse tutamıyordu onu. Beni savunuyordu, zor geçiyordum. Geçtiğimde de adam uzun, arkadan yetişip blokluyordu. Hido gerçekten çok özel bir oyuncuydu. Hatta bence, NBA’e gitmeden önce daha iyiydi. Orada şişti biraz, çabukluğunu kaybetti. Ama tabii, NBA’de başka şeyler bekliyorlar senden...

Socrates Dergi