
İki Hurubeş Arasında
11 dk
Euro 1980 finalinde Horst Hrubesch'in attığı iki gol, Ankaragücü'nün genç golcüsü Mehmet Şahin'in lakabına ilham vermişti. O sırada başka bir yerde başka bir Hurubeş daha...
TRT ekranlarından Türkiye'ye ilk kez canlı olarak aktarılan 1974 Dünya Kupası'ndan altı yıl sonra, İtalya'da düzenlenen Avrupa Şampiyonası'nın finaline iki golle damga vuran ve Almanya'ya yeni bir kupa kazandıran oyuncunun ismiydi Horst Hrubesch. 88. dakikada kornerden gelen topa vurduğu kafayla galibiyeti getiren Hamburg santrforu, Türkiye'deki spor çevrelerini de büyüleyecekti. Büyülenenlerden biri, dönemin Ankaragücü başkanı Sabri Mermutlu olmuştu. O yaz 1. Lig'in güçlü takımlarından Adanaspor'un da ilgilendiği 22 yaşındaki orta saha oyuncuları Sadık Aksöz'ü 14 milyon lira karşılığında kadroda tutmayı başaran Mermutlu, yüksek bonservis bedelini şöyle savunuyordu: "Aslında şaşırılacak bir şey yok. Sadık daha 22 yaşında. Kısa mesafede tıpkı Maradona gibi top kullanıyor, çalımları etkili. Ve Maradona kadar genç… İleride verdiğimiz bu paraya hayıflanmayacağız."
Ankara'yı Diego Maradona yeteneğinde bir 10 numarayla tanıştıran Başkan Mermutlu, hızını alamıyor ve şehrin amatör kümede mücadele eden takımı Güneşspor'dan transfer edilen santrfor Mehmet Şahin'i de basına "İşte bu da bizim Hrubesch!" sözleriyle tanıtıyordu.

Horst Hrubesch
1980-81 sezonunda Ankaragücü'nün 2. Lig B Grubu'ndaki rakiplerinden olacak Trakya temsilcisi Tekirdağspor'un o yaz yaptığı en önemli transfer de Hurubeş Mehmet'le aynı pozisyonda oynuyordu: 3. Lig'de Lüleburgazspor formasıyla attığı kafa golleriyle Trakya futbolunda adından söz ettirmeye başlayan 24 yaşındaki Sarı Ahmet'in yeni görevi, 2. Lig'in sertliğiyle nam salmış savunmacılarının arasında gol aramaktı.
Ankaragücü ile Tekirdağspor o sezon iki kez karşılaştılar. Ankara'daki ilk maçta, artık Hurubeş Ahmet olarak anılan Tekirdağspor'un golcüsü sakatlığı nedeniyle forma giyemedi. İkinci maçta ise, tarihi bir kupa yürüyüşünde yol almaya devam eden Ankaragücü, hafta içine tehir edilen Tekirdağ deplasmanına tam kadroyla gitse de kar yağışı altında oynanan maçta aslarını riske etmemeyi tercih etti.
2018'in Temmuz ayında, o sıralar editörlüğünü yaptığım Socrates Almanya'ya bir röportaj vermeyi kabul eden Horst Hrubesch'in ismini duyduğum anda, geçmişten bir tanıdığa rastladığımı hissetmiştim. Bir isim, bazen, bunu da yapabilirdi.
"Urubeş ne demek baba?"
Birkaç parlak sayfa haricinde, çoğunlukla ülke futbolunun en alt katlarında hayat mücadelesi veren Trakya futbolunun dökümünü çıkaran o kitaplardan birinde, babamın fotoğrafına tesadüf etmek çok şaşırtıcı değildi. Gençlik yıllarında Tekirdağspor'da ve civar şehirlerin daha ufak takımlarında oynadığını biliyordum; muhtelif lokantalarda, benzincilerde ya da mobilya dükkânlarında karşılaştığımız insanların tepkilerine bakılırsa, kısa ama iz bırakan bir futbolculuk kariyeri olmuştu. Ama bu isimle ilk kez o kitaptaki o fotoğrafın altında karşılaşıyordum.
İki farklı şehirde iki farklı hikâyeyi yaşayan ama 1980 yazında, birbirlerinden habersiz, bir Alman santrforun isminde buluşan iki futbolcuyu, neredeyse kırk yıllık bir hatıra için bir araya getirmeyi kafaya koymuştum. Bunu yapamadım ama iki Hurubeş arasında iki yıl süren, zaman zaman tökezleyen ama beklenmedik sebeplerle yeşeren bir muhaberat başlatmayı becerdim.
1980'den 1985'e kadar Ankaragücü'nde forma giyen ve kulüp tarihine kazınmış çok sayıda gole imza atan Hurubeş Mehmet'ten bir gün Fenerbahçe'ye karşı oynanan yarı final ilk maçında arka direkte vurduğu kafa ağları bulduğunda neler hissettiğini dinliyordum, başka bir günse Bolu'da kazanılan kupadan sonra hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yedi saatlik dönüş yolcuğunu. "Ortala Sadık ortala, bombala Hurubeş bombala" tezahüratlarını, Maradona Sadık, Hurubeş Mehmet ve Bonhof Nazmi'yi buluşturan o takımla ilgili atılan "Ankaragücü bu sezon üç yabancı oynatıyor" manşetlerini… Farklı futbolculardan, kahramanlarımızın adının Urubeş'e ya da Gurbeş'e dönüştüğü farklı hikâyeler dinledim. Babamdan dinlediklerimi ise ufak bir mektup olarak yayımlamak istedim. Belleğin unutuşa karşı üstün gelmesini ya da yalnızca Tekirdağ futbolunun son parlak günlerini yâd etmeyi umarak…
1980 yazında Çorlu Kültürspor'dan, 2. Lig ekibi Tekirdağspor'a transfer oldum. 1976-77 sezonunda 3. Lig'de zorlu bir grubu şampiyon tamamlayarak 2. Lig'e yükselen Tekirdağspor, 1985/86 sezonuna kadar bu ligde mücadelesine devam edecek ve bu yolculuğun ortasında bir yerde, bölge futbolu için tarihi bir sezona imza atacaktı.
1980-81 sezonuna girilirken kulübün bütçesi birdenbire iki misline çıkmıştı. Bahar aylarındaki Genel Kurul'da Tekirdağspor'un kurucu başkanı Fethi Mahramlı'nın oğullarından Muhtar Mahramlı'nın başkanlığa getirilmesiyle beraber, iş dünyasından varlıklı isimler güçlü bir yönetim kadrosu oluşturmuştu. Dönemin 2. Lig ortalamalarına göre oldukça yüksek bir meblağ olan 600 bin lira karşılığında imza atmıştım şehrimin takımına; Edirnespor formasıyla ümit milli takıma kadar yükselen bir başka genç forvet Hakan (Özkazbek) da 300 bin lira transfer ücretiyle kadroya katılmıştı.
Sezonun ilk devresinde Vefa ile iç sahada 2-2 berabere kaldığımız maçta, takımı 2-1 öne geçiren golü kafayla attım. Sakatlık nedeniyle yavaş başladığım Tekirdağspor kariyerimde taraftara kendimi takdim ettiğim maç olmuştu bu. Birkaç hafta sonra, evimizde Beykoz'u 5-0 mağlup ederken, iki kafa golü daha attım. Maç sonunda tribünlere çağrıldım ve "Hurubeş" lakabını ilk kez orada duydum. 1980 yazının en çok konuşulan isimlerinden biriydi Horst Hrubesch. Sarı saçlarım, mavi gözlerim, yapılı fiziğim ve hava toplarındaki hâkimiyetimle böyle bir benzerlik kurmak zor olmamıştı öyle sanıyorum ki. Büyük yaz turnuvalarında hiç sektirmeden Almanya'yı destekleyen biri olarak, bu lakaba hemen kanım ısınmıştı. Ama esasen Almanya hücum hattında izlemekten daha çok keyif aldığım oyuncu Karl-Heinz Rummenigge olurdu.
Mahramlı yönetiminin ilk sezonunda yatırımın karşılığını tam anlamıyla alamamıştık. Sezonu yedinci bitirdik ama kış aylarında küme düşme korkusu yaşamıştık. Bu dönemde 1977'deki unutulmaz yükselme sezonunun kahramanlarından, geçmişte Fenerbahçe'nin kaleciliğini yapmış Selahattin Ünlü'nün görevine son verildi. Yerine Trakya futbolunun önemli hocalarından Alpay Özsu getirildi. Alpay Hoca'yla Lüleburgazspor'dayken çalışmıştık.
O sezonun son haftalarında oynadığımız Sakaryaspor maçını hiç unutamıyorum. Sakaryaspor müthiş bir takımdı, yazın Fenerbahçe'nin efsane antrenörlerinden Necdet Niş'e 75 milyonluk bir transfer bütçesi sundukları konuşuluyordu. Birkaç sene öncesine kadar Fenerbahçe'de banko oynayan 6-7 oyuncuyu transfer etmişlerdi. Bir de Bursaspor'dan Nezihi (Tosuncuk) alınmıştı tabii. Alpay Hoca'nın gelişiyle güven kazanmış, sezonun ilk devresine göre daha sık golle buluşur olmuştum.
Sezon sonunda gruptaki en yakın rakibine 20 puan fark atarak terfi alacak Sakaryaspor, Tekirdağ'a lider geliyordu. Ve müthiş bir taraftarları vardı… Coşkulu tezahürat altında, son dakikalara 1-0 üstünlükle girdiler. Tekirdağ tribünleri iyiden iyiye sus pus olmuşken, son anlarda savunmanın konsantrasyonunu kaybettiği bir bölümde Deli Nezihi'den sıyrılıp kaleyi karşıma aldım. Kaleci Fuat'ı (Güngör) aşan top ağlara yönelmişti. Derken, bugün bile hafızamdan çıkmayan o metalik sesi duydum. Üst direğe çarpan top sahaya geri döndü ve tehlikeli bölgeden uzaklaştırıldı. Birkaç dakika sonra bitiş düdüğü çaldığında Nezihi yanımda şampiyonluğu kutlamaya başlamıştı bile. İstanbul basınındaki maç yazılarında "Son dakikada Ahmet'in direkten dönen topunda Necdet Niş enfarktüs geçirdi" diye latifeler yapıldığını hatırlıyorum.
O sezon yer aldığımız gruptan 1. Lig'e yükselen ikinci bir takım daha vardı. Türkiye Kupası şampiyonu Ankaragücü, Kenan Evren'in çıkardığı emsalsiz bir kararla terfi hakkı kazandı. Müthiş bir sağ ayağı olan deneyimli takım arkadaşımız Nihat'tan (Öztürk), eskiden oynadığı Ankaragücü'yle ilgili epeyce bilgi alıyorduk ama başka bir Hurubeş'in varlığından habersizdim. Grubumuzda çim sahası olan üç takım vardı; maçlarını 19 Mayıs Stadı'nda oynayan Ankaragücü ve Gençlerbirliği'nin yanı sıra, Sarıyer deplasmanını da iple çekerdik aynı sebeple. Sezon başlamadan önce, sadece bu üç maçta giymek üzere 120 mark karşılığında Adidas'ın World Cup model kramponlarından bir çift getirtmiştim. 12 Eylül'den bir hafta önce oynanan Ankaragücü deplasmanını kaçırdığıma en çok bu yüzden üzülecektim.
Ertesi sezona Tekirdağspor şampiyonluk parolasıyla başladı. Mahramlı yönetimi iyi transferler yapmış, maç primlerini de artırmıştı. Önceki sezon savunmada İlhan'la (Kıran) birlikte Cengiz (Diril) görev yapıyordu. Cengiz sezonun başlamasına kısa bir süre kala 1. Lig ekibi Boluspor'dan aldığı teklifi reddedemedi. Yerine transfer yapma şansımız yoktu. Burgaz'dayken, Alpay Hoca'nın beni savunma hattında değerlendirdiği birkaç maç olmuştu. Cengiz'in transferi kapsamında, Boluspor'la Tekirdağ'da bir hazırlık maçı oynayacaktık. Son antrenmandan önce Alpay Hoca yanıma geldi, "Libero oynar mısın Ahmet?" diye sordu.

1981-82 Tekirdağspor kadrosu (Ahmet Pekdoğru üst sırada soldan üçüncü)
Bir maçlık bir şey olacağını düşünüyordum. Tamam, dedim. Boluspor'un o sıralar Muğla'dan iki yetenekli oyuncu getirdiği konuşuluyordu. Önceki sezon kupada eşleştiğimiz ve elediğimiz Muğlaspor takımında, özellikle Sercan'dan (Görgülü) çok etkilenmiştim. Eski takım arkadaşım Cengiz maçtan önce yanıma gelip, "Ahmet, bu maçta geride oynuyormuşsun. Aman şu ufaklığa, 8 numaraya dikkat et" dediğinde Sercan'ı kastettiğini düşündüm. Santrada hemen Sercan'ı aradım, lakin formasına işlenmiş numaranın 8 değil, 11 olduğunu fark ettim. 8 numaranın sahibiyse, yakında tüm Türkiye'nin konuşacağı bir isimdi. Libero pozisyonunda oynadığım ilk üst düzey maçta karşımda 19 yaşındaki Rıdvan Dilmen'i bulmuştum.
Rıdvan o gün beni epeyce hırpaladı ama takım olarak iyi direndik ve maçı 0-0 bitirmeyi başardık. Alpay Hoca da memnun kalmış olacak ki sezonun ilk maçında, İstanbulspor'a karşı savunmanın merkezinde İlhan'ın yanına beni yazdı. Maçı 3-2 kazandık, kaleyi gole kapatamadığımız için savunmadaki günlerimin sona yaklaştığını düşünüyordum. Ta ki ertesi hafta Karagümrük deplasmanına gidinceye dek. Vefa Stadı'nın felaket zeminiyle boğuşurken doksan dakika boyunca cansiparane bir savunma yapmıştık. 1. Lig görece geç başladığından, sezonun ilk haftalarında gazeteler önemli yazarlarını İstanbul'un semt sahalarında oynanan 2. Lig maçlarında görevlendirmeyi âdet edinmişlerdi. Milliyet gazetesi de bu maça Turgay Şeren'i göndermişti. Çocukluğumda hayranlıkla izlediğim Turgay Şeren'in maç yazısının açılışındaki "Tekirdağ defansı kaya gibiydi, özellikle İlhan ve Ahmet savunmanın geçilmez adamlarıydı" cümlesini okumak, futbolculuk kariyerimin en güzel anlarından biriydi.
1981'in Eylül-Ekim aylarında müthiş bir 1. Lig rüzgârı esiyordu Tekirdağ'da. Sezonun ilk on haftasını namağlup kapatmıştık. beş galibiyet, beş beraberliğimiz vardı ama iki puanlı sistemde beraberlikler de çok değerliydi ve liderliğe oturuvermiştik. Namık Kemal Stadı'ndaki maçlarda ardı ardına seyirci ve hasılat rekorları kırılıyordu. Şeref tribününde yer almak için şehrin önemli aileleri arasında kavgalar çıkıyordu. İstanbul deplasmanlarına insanlar -tribüne giremeyeceklerini bile bile- kamyon kasalarına doluşup gidiyorlar, Tekirdağ akşama kadar bir 'hayalet şehir' görüntüsü alıyordu. Sporun Tekirdağ halkını böylesine birleştirdiği başka bir dönem olmuş mudur, bilmiyorum.
Önceleri liberoya geçme konusunda isteksiz olsam da bu özel sezonun parçası olmak beni motive etmeye yetiyordu. Alpay Hoca basına sık sık "Bu yıl en büyük transferimiz Ahmet" diye demeçler veriyor, baş başa kaldığımızda bana Fatih Terim'in Adana Demirspor'da Abdullah Gegiç tarafından ileri uçtan liberoya çekildiğini ve bu sayede Galatasaray'a transfer olduğunu anlatıyordu.
Sabri Kiraz'ın fahri teknik direktörlüğünü yaptığı, Nevruz (Şerif) gibi yıldızlara sahip Anadolu'yu 3-2 mağlup ettiğimizde şehirde şampiyonluk şarkıları daha güçlü söylenmeye başlamıştı. İki hafta sonra zirve adaylarından Vefa karşısına çıktık, yanımızda beş bin kişiyle gitmiştik İstanbul'a. İkinci devrenin hemen başında Kel Mustafa'nın (Başkan) golüyle öne de geçtiler. 85. dakikada Burhan (Tekin) durumu 1-1 yapınca ortalık yıkıldı, kale arkası tribünlerinden bir toz bulutu kalktı. Lakin Vefa'nın pes etmeye niyeti yoktu. Maçın son atağında savunma arkasına bir top atıldı. Kalecimiz Peynir Mehmet'i (Ulu) çalımlayan rakip forvet, topu boş kaleye yuvarladı. Ters taraftan topu takip ettim, toprak zemin üzerinde kaydım ve topu çizgiden çıkardım. Top kornere çıktığı anda, hakemin bitiş düdüğü duyuldu. Olayın idrakine varamadan, Alpay Hoca'nın koşarak geldiğini gördüm. Beni alnımdan öptü, kale arkasına götürdü. Bütün Tekirdağ oradaydı. Bir savunma oyuncusu olarak maç kazandırmanın tadını ilk kez alıyordum.
İlk devrenin sonlarına doğru, sağanak yağış altında ve balçık gibi bir zeminde oynanan maçta, Sarıyer'e 1-0 yenildik. Dönüp bakınca, sonun başlangıcı bu maç denebilir. Ama ayakta durmanın bile zor olduğu bir sahada karambol golüyle mağlup olmuştuk. Her şeyin yokuş aşağı gidişini başlatan maç ise iki hafta sonra dondurucu soğukta ve kötü bir zeminde oynanacak Karabükspor maçıydı. 1-0 kazanmıştık ama Sarıyer'den transfer ettiğimiz Kıvırcık Mehmet'in (Başaslan) ayağı kırılmıştı.
Ertesi haftayı bay geçtik. Mahramlı ve yönetim kurulu olağanüstü toplanmış, zemin nedeniyle kaybedilen Sarıyer maçından sonra Namık Kemal Stadı'nı yenilemek üzere projeler masaya getirilmişti. Uzun toplantının ardından evine dönen Mahramlı, o sabah apar topar askere alındı. Bu da maç primlerinden tesisleşmeye yönelik projelere kadar her şeyi aksatacaktı. Mahramlı askerden dönünce siyasete atıldı, Tekirdağspor da bir daha asla öyle güçlü bir yönetim kadrosu oluşturamadı.
Sezon bitiminde grubumuzdan 1. Lig bileti alan Sarıyer'e imza attım. Tekirdağspor'dan benimle birlikte Nihat'ı da transfer etmişlerdi. Savunmadaki partnerim İlhan da bir başka 1. Lig ekibi Gaziantepspor'a geçecekti. İstanbul'a gitmekten son anda vazgeçtim. O yazın sonunda evlenmeyi planlıyordum ve ailemi Tekirdağ'da kurmak istedim. Böylelikle 1982-83 sezonuna daha mütevazı hedefleri ve kan kaybetmiş kadrosuyla giren Tekirdağspor'a geri döndüm. 15 yıla yakın bir süre sarı-siyah formayı terleten emektar sol bekimiz, Kaptan Ziver Abi (Kızıldağlı) futbolu bırakmak üzereydi ve kaptanlık pazıbendini bana teslim etti. Önceki sezonu bir çeşit sürgünde geçiren Hurubeş, yeniden santrfor olarak gol aramaya koyulmuştu. Ancak 1981 güzündeki o rüzgâr, Tekirdağ'ı bir daha asla ziyaret etmedi.