
İki İngiltere
13 dk
Euro 2020, İngiltere'nin hem en iyi hem de en kötü yüzünü dünyaya gösterdi. Ülkede bir süredir gündemde olan kültür savaşı, futbol üzerinden kendisine farklı cepheler açtı.
İngiltere, futbolda ilginç bir dönemden geçiyor. Aslında bu İngiliz toplumunun içinden geçtiği dönemin bir yansıması olarak da düşünülebilir. Ülke, Batı dünyasındaki pek çok ülke gibi, son on yılda topluma hâkim olan anlatıların birçoğunu sorgulamaya başladı. Sosyal adaletsizliklerin, sömürgecilik döneminin uzun süreli etkilerinin, kadın-erkek eşitsizliğinin, farklı cinsel kimliklerin dışlanmasının mercek altına alındığı, daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir toplumun savunulmaya başlandığı bir döneme girdi. Buna karşılık, yine pek çok ülkede olduğu gibi, toplumun bu hızlı değişimine karşı çıkan muhafazakâr bir damar İngiltere'de de belirdi. İngiltere, genelinde ise Britanya, bu muhafazakâr tepkinin en önemli sonucunu Brexit oylamasında yaşadı. Nigel Farage ve UKIP'in başını çektiği aşırı sağ ile Boris Johnson'ın liderliğindeki Muhafazakâr Parti'nin popülist kanadı, bir kültür savaşı yaratarak seçmenlerin korkularını kullanıp ülkeyi Avrupa Birliği'nden çıkardılar. Brexit süreci ve sonrasında, özellikle İngiltere siyasal kutuplaşmanın şiddetli yaşandığı bir ülkeye dönüştü.
Bu sürecin futboldaki yansımalarını ise son yıllardaki büyük turnuvalarda gördük. İngiltere'nin kadın ve erkek futbol takımları, son büyük turnuvalarda, ülkenin açık görüşlü yüzünün temsilcisi oldular. Kadın takımı Dünya Kupası'nda, erkek takımı ise Avrupa Şampiyonası'nda yalnızca ilk dört görmeyi başarmadı; aynı zamanda yeni, kapsayıcı anlayışın da örneklerini saha içinde ve dışında sergilediler. Buna karşılık özellikle erkek takımının maçlarında İngiliz tribünlerinde ve sosyal medyada, ülkenin diğer kutbunun sesinin çok daha fazla çıktığına şahit olduk. Rakip takımların milli marşlarının ıslıklandığı, ırk ayrımcılığına karşı yapılan diz çökme protestosunun yuhalandığı, milli takımın siyah oyuncularının hakaretlere uğradığı bir ortam yaratıldı. İngiltere futbolunun, Premier Lig'in ortaya çıkışıyla beraber bütün sorunlarını çözdüğü mitine inananlar için büyük bir şoktu bu. Oysa tribünlerin, ait olduğu ülkenin toplumsal sorunlarını yansıtmamasına imkân yok. Maç bileti fiyatlarını artırıp tribünlerde turistik mekânla alışveriş merkezi arası bir ambiyans yarattığınızda bu sorunların yalnızca üstünü kapatıyorsunuz. Toplumda ne sorun varsa ilk fırsatını bulduğunda yine tribünlerde kendisini belli ediyor. İngiltere'de de böyle oldu. Üstelik bu sorunların kökü, günümüzden çok daha gerilerde.
İngiltere'de milliyetçi-muhafazakâr popülist politikaların patlama yapması, genelde önemli krizlerin arkasından gerçekleşiyor; bu pek çok başka ülke için de geçerli. Yakın tarihte buna verilebilecek ilk örnek, 1970'lerin sonunda yani Britanya'nın Avrupa Ekonomik Topluluğu'na girdiği tarihlerde gerçekleşti. Arap-İsrail savaşlarının tetiklediği küresel petrol kriziyle birlikte başlayan ve özellikle 1978-79 yıllarında William Shakespeare'e referansla 'Mutsuzluk Kışı' olarak adlandırılan dönem. Ülkenin ekonomik sorunlarla baş başa kaldığı bu dönem, tabloid basını tarafından İşçi Partisi'ne mal edilmiş ve Muhafazakârların lideri Margaret Thatcher'ın yükselişine neden olmuştu. Thatcher'ın büyük seçmen desteğiyle gelişi, ülkede özelleştirmelerin başladığı ve işsizliğin rekor üstüne rekor kırdığı bir süreci getirdi. İlk döneminin sonunda Thatcher'in gidişine kesin gözüyle bakılırken Demir Leydi, Arjantin'le Falklands/Malvinas Adaları üzerinden yaşanan ihtilafı iyi kullandı ve topluma pompaladığı milliyetçilikle 1983 seçimlerini de galip bitirdi.
Thatcher'a bir dönem daha iktidarı getiren bu dönemin futboldaki en net etkisi ise 1982 Dünya Kupası'nda yaşandı. Sağcı tabloid basını, İspanya'da düzenlenen bu kupayı Arjantin'le yaşanan savaşın bir kolu gibi takdim ederken İspanya ile Arjantin'in aynı dili konuşuyor olması, iki ülkeyi müttefik saymak için yeterli olmuştu. Kupaya giden İngiliz taraftarlar, sık sık ev sahibi taraftarlarla çatıştı, İspanya'yı da birbirine kattı. Thatcher'ın pohpohladığı fevri milliyetçiliğin sonuçları, futbol alanında kendisini gösterirken ironik bir şekilde Thatcher'ın hiç hazzetmediği işçi sınıfını yine hiç sevmediği futboldan uzaklaştırması için bahane olacaktı. Premier Lig'e giden yolda taşlar bu süreçte döşenmeye başlamıştı.

Thatcher'a bir dönem daha iktidarı getiren bu dönemin futboldaki en net etkisi ise 1982 Dünya Kupası'nda yaşandı. Sağcı tabloid basını, İspanya'da düzenlenen bu kupayı Arjantin'le yaşanan savaşın bir kolu gibi takdim ederken İspanya ile Arjantin'in aynı dili konuşuyor olması, iki ülkeyi müttefik saymak için yeterli olmuştu. Kupaya giden İngiliz taraftarlar, sık sık ev sahibi taraftarlarla çatıştı, İspanya'yı da birbirine kattı. Thatcher'ın pohpohladığı fevri milliyetçiliğin sonuçları, futbol alanında kendisini gösterirken ironik bir şekilde Thatcher'ın hiç hazzetmediği işçi sınıfını yine hiç sevmediği futboldan uzaklaştırması için bahane olacaktı. Premier Lig'e giden yolda taşlar bu süreçte döşenmeye başlamıştı.
2021'e geldiğimizde benzer koşulların karşımızda olduğunu görüyoruz. 2008 küresel ekonomik krizinin etkileri, Britanya'da özellikle düşük gelirlileri etkilerken 'eski güzel günler'e olan nostaljiyle avunan halk, milliyetçi bir söyleme açık hale geldi. Yoksulluğun faturası göçmenlere kesilirken "Avrupa Birliği'nde kalırsak Türkler de gelir, size hiç iş kalmaz" yalanlarıyla yerel halk hem göçmen karşıtı-ırkçı bir çizgiye çekilmeye çalışıldı hem de Brexit oylaması manipüle edildi. Pandemi, yaşanan bunalımın etkisini arttırdı. Toplumdaki negatif enerjinin siyaset yoluyla kanalize edildiği yerlerden biri de kültür savaşı oldu. Erkek egemen, muhafazakâr, milliyetçi kesimler; toplumdaki daha kapsayıcı ve açık görüşlü grupları ve uygulamaları düşman belledi. Euro 2020'ye gelindiğinde İngiltere tribünlerinin bir kısmı ile onların desteklediği İngiltere Erkek Milli Takımı, toplumun ters kutuplarını temsil ediyordu. Galibiyet halinde sorun çıkmayabilirdi ancak takım, finali üç siyah oyuncunun kaçırdığı penaltılarla kaybedince oklar takıma da döndü. Oysa turnuvayı izleyen herkesin katılabileceği gibi, özellikle Raheem Sterling'in performansı olmadan İngiltere'nin finale gelmesi dahi imkânsızdı.

Harry Kane ve Raheem Sterling
Fakat sorunun kendini gösterişini yalnızca İngiltere'nin Wembley'de finali kaybetmesiyle açıklarsak da eksik iş yaparız. İngiltere'de anlattığımız arka planın yanında son yıllarda yaşanan gelişmeler de böyle bir sonucun karşımıza çıkabileceğini gösteriyordu. Zira Sterling, uzun süredir sosyal medyada ırkçı saldırılara maruz kalıyordu. Dar gelirli ailelerin çocuklarına yaz aylarında ücretsiz yemek sağlanması için yaptığı kampanyayla gündeme gelen Marcus Rashford, pek çok aile için kahramandı ama sağcı politikacılar sık sık Rashford'ın 'topuyla ilgilenmesi' gerektiğini dile getirmekten geri durmadılar. Euro 2020 başlarken bizzat Başbakan Boris Johnson, diz çökme protestolarının yuhalanmasına karşı olmadığını belirtmişti. Diğer taraftan medya da İngiltere'nin futbolun evi olduğunu iddia eden ve imparatorluk dönemine nostaljik bir gönderme yapan Football's Coming Home şarkısını tekrar piyasaya çıkarmıştı. Açıktan ifade edilmese bile hükümet ve medya, beyaz ve emperyal İngiltere'ye sürekli referans veriyordu. Oysa takımın temsil ettiği İngiltere, bunun tam tersiydi.
Pandemi döneminde kötü bir sınav veren ve 150 bin kişinin ölümünü engelleyemeyen Boris Johnson hükümeti, Euro 2020'den gelecek sportif başarıdan kendi gündemine destek devşirmeye çalıştı ama işler ters gitti. Euro 2020 hem İngiltere'nin en kötü yüzünü dünyaya gösterdi hem de sağlık çalışanlarının insanüstü gayreti ve İngiliz halkının vergileriyle geliştirilen aşı sayesinde dizginlenen pandeminin yeni dalgasının hızlanmasına sebep oldu. Ama bir yandan da Gareth Southgate ve oyuncuları, İngiltere'nin en iyi yüzünü temsil ettiler. İngiltere'de tüm şiddetiyle yaşanan kültür savaşı, futbol üzerinden dünya kamuoyunda görünür oldu.

İngiltere Başbakanı Boris Johnson
Bu sorunun kolay bir çözümü yok. Ülkenin muhafazakâr siyasetçileri, iktidarda kalmanın yolunu toplumsal gerginlikleri kaşımakta görüyorlar. Geleceksiz kalmış yeni kuşakların, özellikle de futbol ürününün bir numaralı alıcısı genç erkeklerin, yaşadıkları sorunların kaynağı olarak göçmenleri, kadınları, eşcinselleri, transları, özetle toplumsal hayattaki dezavantajı birazcık azalan kim varsa onları görmesi isteniyor. Diğer taraftan değişen İngiliz futbolu, bu süreci tersine de çevirebilir. Önümüzdeki sene ülkenin ev sahipliği yapacağı Kadınlar Avrupa Şampiyonası, farklı bir atmosfer yaratmaya aday. 2019'daki Dünya Kupası'ndan sonra özellikle küçük kız çocuklarının futbola ilgisinin nasıl arttığı düşünüldüğünde, daha eşitlikçi bir futbol ortamı konusunda Euro 2020'nin yaptığı tahribatı Euro 2022 tamir edebilir. Ancak İngiltere'deki toplumsal sorunların çözümünü tamamen futbolda aramak da yanlış olur. Hatta yalnızca futboldaki sorunların çözümü için bile futbolun dışına çıkıp toplumsal bir değişim aramak gerekiyor. Mevcut koşullarda bunun ne kadar olabileceği konusunda iyimser olmak ise pek kolay değil.