
İki Kuşağın Arasında
10 dk
Oğuz Çetin, kendisinden önceki kuşağın önemli isimlerinin yardımcılığını, sonraki kuşağın hocalığını yaptı. Geçiş dönemine dair anlattıkları ise futbolumuzun aynası görevini üstleniyor.
Yardımcı antrenörlerin yerleri ve sorunları nedir?
Aslında görevleri çok kapsamlı. Teknik direktörü tamamlamalı ve bir teknik direktörde bulunması gereken tüm özelliklere sahip olmalı. Oyuncu ilişkilerini düzenlemeli, teknik adamı desteklemeli. Ancak asıl sorunları şu; ortada plan yok. Kendilerini geliştirmeleri için uygun ortam bulamıyorlar. İşin içinde var olmaya çabalarken destek alamıyorlar, kendi imkânlarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Yol haritaları olmadığı için önleri kapalı. Sonra da beklenen seviyeye ulaşamadan kurtlar sofrasına geçip teknik direktör oluyorlar.
Durum hep böyle miydi? Mesela, 90'lı yıllarda Türkiye futbolu özelinde bir değişimden söz edebiliriz. Yardımcı antrenörlük için de bir ilerlemeden bahsedebilir miyiz?
O dönem, değişimi biz futbolcular olarak yaptık. Kendimizi geliştirdik, profesyonelliğe adım attık. Fakat antrenörlüğe geçtiğin an yeni bir sayfa açıyorsun Futbolculuktan gelen birikimlerini geliştirmen gerekiyor. Bu ortam Türkiye'de hiç olmadı. Üstelik o dönem antrenör sayısı söz gelimi bin kişiyken, şimdi 10 binlerle ifade ediliyor. Eğitimin ve planın olmadığı yerde dejenerasyon başlıyor. Futboldaki en önemli görevlerden biri antrenörlere ait. Bu insanlar eğitici olmak zorundalar. Eğiticilerin eğitimi konusunda o kadar sıkıntı yaşandı ki bunlar Türkiye futboluna direkt yansıdı. Açık söylüyorum; TFF, insana yatırım yapmadı. Bunun en güzel örneği benim. Çünkü yedi yıl boyunca milli takımlarda çalıştım. Kurumsal hafıza bende. 4,5 yıl Fatih Terim ile çalıştık. Sonra ekip olarak ayrıldık. Üç ay sonra Hiddink dönemi başladı, beni tekrar istediler. Tekrar çalışmaya başladım. Toplamda yedi yıla yakın bir süreç. Düşün; TFF'de bile kurumsal hafıza yokken kulüplerde nasıl olsun.
Sizin döneminizin oyuncuları, yardımcı antrenörlük sürecini daha uzun geçirdi. Ama şimdi Süper Lig'e baktığımız zaman, genç teknik adamların uzun yardımcılık dönemleri yaşamadığını görüyoruz.
Almanya'da yetişmiş olmam nedeniyle benim düşüncem hep başkaydı. Ben hep 'doğru başlamayı' düşündüm. Doğru ne? Bir süreci yaşamak, tecrübe kazanmak. Böyle böyle, Fenerbahçe'ye yardımcı antrenör olarak geldim. Bu tercih meselesidir. Bizim nesil genellikle tecrübeli bir hocanın yanında çalışmaya başladıktan sonra teknik adamlığa geçti. Bir süreç yaşadık. Günümüzde bu örnek hiç yok. TFF çıkıp ''Biz şu an Fatih Terim'in arkasından şu hocaları geliştiriyoruz’’ demiyor. Herkes bir yere tutunmaya, bir yere saldırmaya çalışıyor. Türkiye değişiyor, şartlar değişiyor. Şartlar bu hale gelince herkes kendi adına yaşamak ve çalışmak zorunda kaldı. Bu sefer bireysellik başlıyor. Bizim zamanımızda kamplarda akşamları 14-15 kişi bir odada oturur sohbet ederdik. Şimdi herkes kendi odasında bilgisayarını açıp filmini izliyor.
Milli takımdaki yardımcı antrenör ile kulüp takımındaki yardımcı antrenör arasında fark var mı? Sayısal olarak milli takımda daha fazlaymış gibi duruyor.
Öyle bir fark yok. Fatih Hoca’nın yanında ben, Müfit Hoca ve Metin Hoca vardık. Fenerbahçe'ye baktığında da bu kadardır zaten. Farkı yaratan liderin karakteridir. Lider, “Ben liderim” diye ortaya çıkmamalı. Aksine, onun lider olduğunu yanındakiler ortaya koyabilmeli. Türkiye'de egoizm üst düzeyde. Bu kadar önemli spor adamlarımız olmasına ve yıllar boyu bu koltukları işgal etmelerine rağmen, ikinci bir ismin gelmesi ya da desteklenmesi konusunda herhangi bir çaba görmemiz mümkün değil. Bunu direkt eleştirmek için söylemiyorum; kültürümüz bu. Onun da hoşuna gidiyor tek adam olmak. Neden kendine rakip çıkarsın? Sistem de zaten onu itmiyor.
Mustafa Denizli, "Derwall bana oturup öğretmedi, ben gözlemledim" demişti...
Dediğinde doğruluk payı var. Gözlemleyeceksin ve kendi potansiyelini ortaya koyacaksın. Ama o da sana yol açacak. Bir teknik adam bir yerden ayrılırken, hem yönetime hem spor kamuoyuna “Ben burada üç senedir Ahmet ile çalışıyorum. Madem ayrılıyorum, o zaman bu görev Ahmet’in hakkıdır” demeli. Bunu aslında kulüpler yapmalı ama kulüpler yapmayınca biz de isimler üzerinden konuşuyoruz. Teknik adamlara da bunu dedirtecek ortam hazırlanmıyor. Bu insanlar çok değerli insanlar. Fatih Terim, Mustafa Denizli... Yarışmacı hocalar... 14 yaşındaki çocukları yetiştirip A takıma hazırlayamaz, uzun vadeli plan yapamazlar. Bunu yapmaya kalksalar sorun çıkar zaten. Ama böyle başarılı insanların söylemleri çok önemli. Birilerini itmeleri, öne sürmeleri onların büyüklüklerine büyüklük katar.
Fenerbahçe'de biraz daha sistem içindeydiniz sanki. Mustafa Denizli gitti, Lorant geldi ama siz kaldınız...
2000’de ben henüz futbolcuydum. Aziz Yıldırım camiaya dönmemi istedi. Ben de yardımcı antrenör olarak basamakları çıkmak istedim. Nisan ayında konuştuğumuzda gelecek isim Carlos Alberto Parreira'ydı. Sonra Mustafa Hoca ile anlaşıldı. Kendisiyle hiçbir sorun yaşamadım ama düşünsene; hocaya “Oğuz ile çalışacaksın” diye tebliğde bulunuluyor. Kaldı ki biz Mustafa Hoca ile oldukça iyi çalıştık. Şampiyon olduk. Sonra Lorant'ı getirdiler. Lorant gidince başa geçmemi istediler aslında aynı gün, ben Fenerbahçe'den ayrılmayı düşünüyordum ama Aziz Başkan ısrar etti. Takımın başına gelmemle de asıl sorunlar başladı; maliyetleri düşürmek adına takımın yarısı tasfiye edildi, federasyonla ilişkiler bozuldu. Dolayısıyla, ben de kendimi kaosun içinde buldum. İlk yıllarımdı; duygusallık, camiaya bağlılık vardı ama bugünden bakınca, benim adıma doğru bir başlangıç olmadığını söyleyebilirim.

Peki tüm dış etkenleri bir kenara koyarsak, Fenerbahçe gibi bir kulübün başına geçişiniz erken mi oldu?
Yok, hayır. Hayatı İzmir'de geçmiş Mustafa Hoca İstanbul’a geliyor, fark yaratıyor. Galatasaray’da çok iyi bir organizasyon mu var o sırada? Hayır. Birtakım şeyleri göze alıyor. Karakteri de buna uygun. Bu insanlar genlerinde bulunan özelliklerle ortaya koydular kendilerini, riskler aldılar, büyük konuştular. Türkiye'de böyle fark yaratabilirsin. Benim gibiler de sistemin parçası olur. Öyle yetişmişiz. Fenerbahçe’de görev aldığımda 39 yaşındaydım. Ne çok erken ne çok geç. Ama kulüp organizasyonu iyi olmazsa, kaos ve kavga ortamı varsa, benim gibi karakterler zarar görebilir. Bahsettiğimiz insanlar ise bu ortamda var olabilen, bu ortamla büyüyen insanlar. Dolayısıyla o yaşlar erken değildi ama ben de doğru karakterde değildim. O ortamın adamı öyle olmaz. Ben takımı iyi hazırlarım, oyuncu ilişkilerini iyi tutarım, maça çıkarım... Ama farklı unsurları da yönetebilmen lazım.
Yardımcı teknik direktörlerin liderlerini karşılarına alıp sivrildikleri hikâyeler duyuyoruz. Bunlar gerekli mi?
Yardımcı antrenörü sivriltmezler. Türkiye ortamında böyle önemli karakterleri etkilemek son derece zor. Aksine sorun çıkabilir. “Ben çok açık sözlüyüm, her şeyi söylerim” diye bir şey yok. Mesela Fatih Hoca ile ilişkimiz, kendisine rahatsızlık vermeden ama her bildiğimizi de paylaşarak geçti. Aslında Euro 2008, bizim için müthiş bir üniversiteydi. Mesela, İsviçre maçı öncesi durum değerlendirmesi yaptık ve maça topu tutan, pas yapan bir takımla çıkmaya karar verdik. Ama 10. dakikada öyle bir yağmur yağdı ki işler değişti. Fatih Terim böyle kritik anlarda yanındakileri dinleyen bir adamdır. Devre arasında Metin Hoca iki ön liberoya geçip, uzun oynayıp, topu öne taşıyıp, önde basmamız gerektiğini söyledi. Bu bir maçın değişimine giden ilk adımdır. Biz bunu hocayla paylaştık, 4-2-4'e döndük. Biz söyledik diye değil, birlikte yaptık. Sonra maç döndü. “Bunu yaptık da maç döndü” değil ama döndü. Patlayabilirsin de... Çek Cumhuriyeti maçı da öyle. Adamlar fizik olarak güçlü. Elemelerde 27 gol atıp 5 gol yemişler. Biz o maça 4-4-2 çıktık. 1-0 oldu. Beşli orta sahaya dönelim, önde basalım diye düşündük. Semih'i çıkardık, Sabri'yi oyuna aldık. Aslında büyük risk; önde basarsan rakip bir anda ikiyi de atabilir. Attı da. Ama biz aynı coşkuyla devam ettik ve bir şekilde o maç da döndü. Sen sadece doğru bildiğine inandığın şeyi söylüyorsun. Antrenörün büyüklüğü de burada ortaya çıkıyor. Fatih Hoca’nın çok önemli özellikleri vardır; işlerin iyi gitmediğini gördüğünde fikrimizi alır. Hiçbir teknik adam kolay kolay bu kadar yol vermez. Bizim ikinci adamlığımız böyleydi. Şimdilerde hocalara böyle etki edecek ikinci adamlar olabilir mi, sanmıyorum.
Fatih Terim, Mustafa Denizli, Guus Hiddink... Üçüyle çalışmanın farkı var mı?
İlişkiler belirleycidir. Mustafa Hoca da kolay bir insan değil. Duruşu, konuşması çok farklı. Fatih Hoca daha tepkisel bir karakter. Hiddink zaten dünya adamı, o bambaşka. Ama sen kendi tarzınla oradasın. “X’in tarzı bu, böyle olayım, öbürünün tarzı şu, şöyle olayım” diyemezsin. Bunu yapan hocalarımız da oldu. Mesela Fatih Hoca’nın son Galatasaray dönemi; hoca atılıyor ama yardımcıları da atılıyor. Oysa ikinci adamların oradaki varlığı daha fazla sorun yaratmak değil, teknik adamı desteklemek ve sorun çözmek.
Fenerbahçe’de Mustafa Denizli ile birlikte çalışırken, o meşhur altı yabancılı maç yaşandı. Yardımcı antrenörün böyle konularda sorumluluğu nedir?
Sorumluluk kesinlikle bizlere ait. Yardımcısı benim sonuçta. O maçta çok hızlı hareket edildi. Normalde değişiklik için hazırlığımızı yapmıştık ama Mustafa Hoca da bir anda dediğinin aksine bir şeyler söyledi ve hata yapıldı. Aslında maç bitmeden 10 dakika önce hatanın farkına varmıştım. İçeri girdiğimizde bir toplantı yaptık. Ben “Hocam, bu hata direkt benim sorumluluğumda. Bırakın, açıklamayı ben yapayım, sorumluluğu üzerime alayım” dedim ama Mustafa Hoca tepki gösterdi, “Olur mu öyle şey! Biz ekibiz, hatayı da ekip olarak yaptık, konu kapanmıştır” dedi. Sonra Aziz Yıldırım ile bir toplantı daha yaptı ve konuştuğumuzdan farklı bir açıklama yapmak durumunda kaldı. Hata varsa, bize söylediği ile basın toplantısında söylediğinin farklı olmasıdır. Şöyle de bir durum var; normalde orada idari sorumlu olur, bu konulara dikkat eder. Çünkü teknik adam maça konsantredir, hata yapma payı daha fazladır. O değişikliği biri mutlaka engellemeliydi ama kurumsallık olmadığı için kulübede bir idari menajer yoktu. Şimdi ben “Yedinci yabancıyı sokuyorum” dediğim anda hayır diyecek biri var. O yıllarda yoktu ve hata yaptık.
Zamanında Tanju Çolak ile size ait 10 numaralı forma yüzünden sorun yaşamıştınız. Bu tip problemler nasıl çözülür? İki kişi arasında mı olmalı, yoksa takım içinden bir yönetici ya da ‘abi’ mi çıkmalı?
O dönem bizi hataya götüren en büyük eksiklik, bir üçüncü kişinin yokluğuydu. Metin Aşık dışarıda kalmış, bizim de başımıza sarmışlar bu olayı, Tanju ile karşı karşıyayız. Sonra üzüldük. Tanju'nun üzüldüğünü sanmıyorum da ben üzüldüm... Ben, orada yaşamaya devam edecek kişiydim. Tanju gelip geçiciydi. Benden nezaketle istesen, her türlü alırsın zaten o formayı. Ama “Ben her türlü alırım” noktasına gelince... Bizim de kendimize göre bir durumumuz var sonuçta. Ortaya bir sorun çıktı ama o sorun yaşanırken destek olacak bir kişi çıkmadı. Pardon, bir kişi çıktı, o da babamdı. Bana “Oğlum, seni herkes biliyor, böyle şeylerle uğraşmana gerek yok, ver gitsin formayı” dedi ama ben onu yediremedim kendime. Sonra da lanet olsun yaşadıklarımıza dedik.
Peki çok konuşulan ‘Sakarya Grubu?' Gerçekten her takımda böyle gruplar var mıdır, yoksa kamuoyu abartıyor mu?
O biraz basını kullanmakla ilgili. Bazı oyuncular basınla iç içedir ve basını kullanır. Tanju da bu konuda başarılıydı. Zaten bu ‘Sakarya Grubu’ da o geldikten sonra ortaya çıktı. Ama o dönem biz o kadar ahlaklı ve profesyoneldik ki ben Tanju’ya 22 tane gol attırdım. Verdiğim topu direkt kaleye yolluyor, öyle asistler... Herhangi bir art niyet olsa o topları göremezdi bile. Hatta Karşıyaka maçı öncesinde, gönderilmesi gündemdeydi. Ona bir şey olmasın diye neler yaptık... Altı gol attı o maç. Öyle bir ortamdı bizimkisi.
Futbolda ikinci şansa inanır mısınız? Mesela Engin Baytar gibi yetenekli isimlerin kariyerleri bu ikinci, üçüncü şanslarla dolu.
O biraz karakterle ilgili. Kişiliğine güvendiğin insana bir şans daha verirsin. Yoksa Engin’in futbol yeteneklerinde sıkıntı yok, mesele davranış biçiminde. Aslında en güzel örnek Batuhan Karadeniz. Herkes bir şans veriyor. Kurtardığı nokta, yaşı. Ama ne kadar yetenekli olursa olsun, bu davranış biçimi değişmediği sürece gittiği hiçbir yerde barınması mümkün değil. Böyle devam ederse alt lige gider. Para kazanmak zorunda. Hoş, PTT 1. Lig oyuncuları da iyi para kazanıyor. Başka bir alanda bu ücretleri alamazsın. Bir yılda 600 bin lira, sezonu on aya bölsen ayda 60 bin yapar. Hadi 50 bin olsun. İyi paralar bunlar. Ne özelliğin var futbol dışında? Yok. Gidip bir yerde çalışsan 3 bin lira maaş alacaksın. Bunun kıymetini bilmiyorlar.