
İkinci Adam
9 dk
Kevin Durant kritik bir yol ayrımında. Eğer ikinci olmaktan gerçekten bıktıysa ve gerçekten kazanmak istiyorsa bir seçim yapmak zorunda.
Kevin Durant’i hiç sinirli gördünüz mü sahada? Veya aşırı coşkulu? Bıkkın veya mutlu peki? Nadir örnekler var elbette ama çoğu hali, onun ölçeğinde bir oyuncu için neredeyse Madame Tussauds Müzesi’ndekine benzer bir ifadesizlik taşır genelde. Duygularını çok belli etmez. Bebek yüzlülüğünden gelen naif havasını mimiksiz haliyle birleştirince insani olan pek çok şeyden uzaklaşıyor sanki biraz.
Durant ile duygusal bağ kurmak kolay değil. Bizim hissettiklerimizi hissetmiyor sanki sahada. Ekran başında, salonda insanların nabzı 180 atarken o çekirdek çitliyormuş gibi görünüyor. Halbuki izleyici, bire bir yaşayanlar ile o anların insani yansımalarını, kendi içindeki fırtınaları kıyaslamak ister. O yüzden Durant ile bu tip bir kişisel ilişki kurmak, oyunu ile idolleştirdiğimiz, kahramanlaştırdığımız o imgeye insani bir yan koymak kolay değil. Kahramanlarımızın insanüstü işler yapmasını ama temelde insan olmasını isteriz. İnsan olmayıp insanüstü işler yaparlarsa bizden uzaklaşırlar. O özel insanın sınırlarını zorladığını, aştığını, büyük anlarda kendini sonuna kadar zorladığını gördüğümüzde ise çabalarını yüceltiriz.
Peki Kevin Durant’i sahada hiç kendini zorlarken gördünüz mü? Sanki her şeyi çok kolay yapıyor gibi görünmüyor mu? Neredeyse idare ediyor, kendini hiç sıkmıyor gibi bir havası var. Bu elbette, onun duygularını gizlemesini sağlayan mimiksizliği ile ilgili. Ama dışarıya yansıması, genelde “O kadar yetenekli ki; bu zaten çok iyi olması için yeterli” şeklinde oluyor. Temeli rekabet olan bir alanda yeterince rekabetçi değilmiş gibi görünüyor. Sporun özüne aykırı duruyor.
İşte bu yüzden, Durant’i hep diğer yıldızlardan biraz ayrı, uzakta tutuyor, takdir etsek de ona hayran olamıyoruz. O, bir mühendislik harikası gibi. Kusursuz bir basketbol makinesi. Ama sonunda bir makine işte. Benzer bir örnek arayanlar Tim Duncan’a bakabilir. 20 yıldır NBA’in en iyi oyuncuları arasında olmasına karşın hiçbir zaman tam bir kahraman statüsü kazanamadı. Kendi pozisyonunda bile en iyi olduğunu tam kabul edemedik, rakipleri hakkındaki argümanları dile getirdik. Mr. Fundamental olan lakabı zaman içinde Mr. Robot’a evrildi. Neyse ki o kazanan taraftaydı ve kahramanlığını, savaş meydanındaki naraları, akan kanı, yara izleriyle olmasa da madalyaları sayesinde kabul ettik. Ama bizim zihnimizde, kahraman dediğin Rambo gibi, Örümcek Adam gibi olur. Görünmez Adam’dan kahraman mı yaratacaksınız? Durant için de -fazla dile getirilmese de- aynısı geçerli.
İşin aslı ise öyle değil elbette. Bu sadece dışarıya yansımasıyla, bizde uyandırdığı hislerle alakalı. Zaman içinde, hakkında yapılan araştırmalar ve yazılıp çizilenlerle Durant’in (ve Duncan’ın) mimiklerine, hareketlerine yansımayan rekabetçiliğini öğreniyoruz. Mesela rakipleri, Durant’in maç içinde en çok laf dalaşına giren oyuncu olduğunu söylüyor. Başka bir örnek; önceki yaz, sokak basketbolunun Mekke’si Rucker Park’a gidip 50 küsur sayı attığı maçtan sonra “Burada öyle parıltılı şöhret veya kameralar yok. Top, sen ve rakipler var. Var olmak için savaşmalısın” demişliği de var. Sports Illustrated’ın önceki yıl kendisiyle yaptığı ve çok ses getiren o ünlü “İki numara olmaktan bıktım” dediği röportajda da anlaşılıyor zaten rekabetçiliği. Ama delile ihtiyaç olmamalı aslında. Durant (veya Duncan) çok özel yeteneklere sahip olabilirler. Ancak hiçbir yetenek çok ciddi bir çalışma içermeden, düzenli bir çaba göstermeden bu seviye beceriye dönüşemez. Duncan ve Durant’in bazı şeyleri kolay gösteriyor olması, aslında sahada onları izlediğimiz dönemin dışında, gözler onların üzerinde değilken; yazları, sabahın köründe boş bir salonda, yıllardır yaptıkları çalışmaların sonuçları. Böyle bir teknik kusursuzluğun arkasında binlerce saat çalışma olmadığına inanıyorsanız, ciddi bir yanılgı içindesinizdir demektir.
Durant’in draft’ta ikinci sırada seçilmesi, tek NBA finalinde yenilen tarafta olması ama her şeyden önemlisi Kobe Bryant’ın düşüşe geçtiği son birkaç yıldır ‘NBA’in en iyisi’ unvanı için çekiştiği LeBron James’ten hep bir adım geride kalması, ona ‘ikinci adam’ etiketini yapıştırdı. Ve genel tarzı da içten içe hep “İkinci olmak yetiyor mu?” sorusunu beraberinde getirdi. O kadar ki; en büyük sponsoru Nike’ın son dönemdeki tüm reklam çalışmaları “O aslında sizin gördüğünüz cici çocuk değil, soğukkanlı bir katil” teması üzerine. Rambo olamıyor madem, bari Anton Chigurh sosu katalım çabasındalar. Bu elbise pek Durant’in üzerine oturmuyor ama olduğu kadar artık.
LeBron ve Durant’in ‘en büyük’ olma rekabeti, tarz olarak bayağı bir Ronaldo-Messi’yi andırıyor. Sorun şu ki; Durant, Messi gibi kupaları toplayamıyor ve hal böyleyken, daha birinci argümanda yenilen tarafta yer alıyor. Tek bir kupa kazanmadan nasıl argüman geliştirirsiniz ki? Messi’nin aksine milli takımda bol bol kupa kaldırdı, hatta Türkiye’deki 2010 Dünya Şampiyonası’nda destan yazdı Durant ama orada da zaten şampiyon olması garanti görünen ABD’de oynamasının dezavantajı var. Kendini ispatlayabildiği bir alan değil orası.
Durant’in genel tarzının yanında onu ikinci plana iten asıl faktör içinde bulunduğu ortam. Kariyerinin başından beri Oklahoma City Thunder forması giyiyor ve daha kendini bulamadığı çaylak sezonunu saymazsak, kariyerinin başından beri koçu Scott Brooks (bu sezon değişiyor nihayet) ve en bilinen takım arkadaşı Russell Westbrook oldu.
Bu ne demek? Durant fiziği ve oyununun oturduğu ilk iki sezondan sonraki beş sezonluk dönemde yaklaşık 30 sayı ortalama ile oynadı. Üstelik bunu yaklaşık yüzde 50 şut, yüzde 40 üç sayı, yüzde 90 serbest atış isabet oranları ile yaptı. NBA’in en skorer oyuncusundan bahsediyoruz. Bu 50-40-90 yüzdeleri çok elit bir eşik. NBA tarihinde bile çok nadir görülen oranlar. Peki Durant’in bu kadar bol sayının içinde kolay bulduklarının oranı nedir sizce? Şöyle bir Durant maçlarını gözünüzün önüne getirin; normal olarak savunmanın en fazla dikkat ettiği, en iyi bireysel savunmacının ölüm-kalım mücadelesi verir gibi yapıştığı isim oluyor. Yeni geliştirilen SportsVU teknolojosi sayesinde oyuncuların saha içindeki hareketlerini ve birbirleriyle aralarındaki mesafeyi her an kusursuza yakın şekilde tespit etmek mümkün. Bu veriler ışığında oyuncuların kullandığı atışlarda savunmacılara, potaya olan mesafe ve açıları üzerinden atışların ‘zorluk dereceleri’ çok daha rahat kıyaslanabiliyor. Durant her ne kadar muhteşem yüzdelerle şut atsa da kullandığı atışların zorluk derecesi genelde çok yüksek. Kısacası bir tramplen atlamacı gibi düşünürsek; genelde hep en zor atlayışları deneyip tüm rakiplerinden daha yüksek oranla başarılı oluyor. Sorun şu ki atlama sporunun aksine, ‘zorluk derecesi’ bir katsayı olarak elde ettiği puana çarpan etkisi yapmıyor. İki sayıysa iki, üç sayıysa üç. O kadar.
Durant’in asıl göremediğimiz, sadece fragmanlardan bildiğimiz sihirli yanı bu aslında. Sporda eşik atlamak en önemli unsur belki de. Eğer takımları 10 basamak gibi düşünürsek 9. basamağa kadar gelmiş pek çok takım var. Savunma kurgusu, oyun dengesi, kadro derinliği, takım sinerjisi gibi onlarca faktör sayabilirsiniz. Her basamak değerli elbette. Ve ilk 9 basamağı çıkmadan 10.’ya ulaşamazsınız. Ama en zoru da o 10. basamaktır. Durant, dünyada yetenekleri gereği o eşiği atlatabilecek belki de 1 numaralı oyuncu. Çünkü en zor soruları herkesten kolay yanıtlıyor. Üniversite sınavı gibi düşünün. Binlerce öğrenci arasında ilk 1000 içinde yer alanları belirleyen o kritik sorular. Diğer 200 soruyu yanıtlamadan o son 10 sorunun anlamı yok. Ama 200 soru geçtikten sonra o son 10 soruyu çözebilenler çok özel isimler. Durant de en ümitsiz toplarda sihir yaratabilen bir isim. Litvanya’da yetişmiş gibi bir basketbol fundamentaline ve zihniyetine sahip, Amerikalı siyahi oyuncuların en seçkin genetik mirasıyla donatılmış bir basketbol mucizesi. Gerçek dehasını gösterme fırsatını hiç bulabildi mi acaba?
Oklahoma City Thunder’ın hücum düzenleri işini ne kadar kolaylaştırıyor Durant’in? Yani, oyun genelinde kullandığı bu zor atışlar onun tercihi mi? Genelde onu hep savunmacısının üzerinden şut atarken veya yanından sıyrılırken görüyoruz. Brooks’un ilkel hücumları çoğu zaman “Ver Durant’e atsın, işi ne?” şeklinde tezahür ediyor. Son saniye hücumları ise yüzde 90 oranında bu düzende işliyor. Skorunun çok büyük bir kısmını hücumun yardımıyla değil, hücumu bireysel yetenekleriyle taşıyarak buluyor.
İlk 200 soruyu çözerken bile kalorifer yanına oturtulduğu için sıcak basan şanssız öğrenci kıvamında. Ama işte o kadar özel ki burada bile rakamlarına yansımıyor bu zorluklar. Muhtemelen gelmiş geçmiş en büyük skorer Durant. Üstelik bunun için özel bir çaba göstermese de öyle. Şu ana kadar dört kez ligin sayı kralı olma fırsatı geldi eline ama sezonun son maçlarında gereksiz yere fazladan skora yönelmediği için üçünü küçük farklarla kaçırdı. Zerre de takmadı. Çünkü asıl derdi kaç sayı attığı değil. Skorerler genelde yüksek egolu ve bencil olur. Hatta başarılı olmak için bu biraz da gereklidir. Skorerin doğası bunu ister. Bundan beslenir. Bunu kanalize etmek ve dizginlemek gerekir. Durant’te işler tersine yürüyor. Onu daha çok skora yönlendirmek gerekli. Ama bunu ‘kolaya kaçtığı’ ya da ‘kendini zorlamadığı’ için yapmıyor asla. Mimiksiz hali, çok daha fazla sayı atabilecekken bir yerde durması (o durduğu yer de NBA’in sayı krallığı noktası bu arada) onu nedense hep ‘arka planda kalmaya razı’ gibi gösteriyor. Rekabetçiliğini sorgulatıyor.
Bir de Westbrook var elbette. Durant’in şeytani ikizi sanki. Thor-Loki gibiler. Durant ne kadar ölçülü, mimiksiz, verimli ise Westbrook da bir o kadar coşkulu, duygular şelale kıvamında, dağınık bir isim. Üstelik Westbrook oyun kurucu pozisyonunda oynadığı için top genelde kendisinin kontrolünde ve Thunder da onun dikte ettiği şekilde oynuyor. Kahraman da o, kötü adam da... İşler iyi giderken alkışlanan, hatta iyi gitmese de seyircinin ağzı açık izlediği adam da o, işler kötü gittiğinde parmakla gösterilen de... İkisini de çoğu zaman hak ediyor. Hak etmediği zamanlarda da alışkanlıktan sebep, odakta hep o oluyor. Yani Durant, bırakın yaptığı sporda ve oynadığı ligde, kendi takımında bile ikinci planda kalıyor. Belki de Durant’i çok özel yapan da tam olarak bu. Kendisi sürekli “İkinci olmaktan bıktım” dese de bu rolde kalmaya devam ediyor.
Peki Durant’i hiç bıkkın, vazgeçmiş, oyundan soğumuş, boş vermiş, yenilgiyi kabul etmiş gördünüz mü? Muhtemelen hayır. ‘İdare ettiği’ izlenimi veren mimiksizliğine karşın, hiçbir zaman sahada teslim olduğuna veya olan bitene “Salla gitsin” dediğine rastlamadık. Yeteneklerini en fazla benzettiğimiz Tracy McGrady’nin o “Olursa olur, olmazsa yapacak bi’ şey yok” halleri asla olmadı Durant’te. Daha iyisini yapabileceğini, takımının daha iyiye gidebileceğini bildiği halde bireysel arzularını, daha büyük bir amaç için feda etti çoğu zaman. Takım için kendisinden ödün verdi. Brooks’un takımdaki otoritesini bozmamak için söylenenlere harfiyen uydu. Yedinci vites dışında başka bir tempoda oynamayı bilmeyen Westbrook gaza basabilsin diye kendini frenleyen o oldu. Ama asla pes etmedi, asla ümidini yitirmedi. ‘İdare etmedi’ Durant, tam tersine ‘idare eder görünecek kadar kendi oyunundan fedakarlık etti'.
Ama sonunda, gidip gelip herkesin aklındaki soruya dayanıp kalıyoruz: “Eğer Durant başka bir ortamda olsa ne olurdu?” Bunun devamında elbette şu sorular akla geliyor; Brooks yerine daha iyi bir koçla, oyunun etrafında şekillendirildiği, her hücumun etrafından döndüğü bir yapıda ne seviyeye çıkardı? Westbrook yerine daha kolektif oynayan bir oyun kurucuyla işi daha kolay olur muydu? Eldeki verilere bakarsak, Durant’in bu kadar zor atışlar kullanırken bile yakaladığı verim, kullanılma oranındaki azlığa rağmen ulaştığı üretim düşünülünce en azından matematiksel öngörü ile eşsiz bir zirveye çıkması hayli olası ki bu da modern zamanlarda görmeyi hayal bile edemediğimiz maç başı ortalama 35-40 sayı barajını zorlaması anlamına geliyor.
2015-2016 sezonu ile birlikte, artık Durant de bu sorudan kaçamayacağı noktaya geldi. Pek çok isim ellerini güçlü tutmak, duruma göre hareket alanı sağlamak için oyuncu opsiyonlu 3+2 veya 4+1 (NBA’de en uzun kontrat beş yıllık) kontrat yaptığı halde Durant takıma sadakatini göstermek için dört sene önce çıkışı olmayan beş yıllık kontrat yapmıştı. Bu sezon, o kontratın son yılı. Sezon sonunda serbest kalacak ve bir seçim yapması gerekecek. Bu sezon artık Brooks yok. Yeni koç Billy Donovan neler yapacak bilemeyiz. Kolej kariyerinden sonra ilk kez NBA’de görev yapacak. Kolay değil işi ama teknik olarak Brooks’tan kötü olması imkânsız zaten. İyi de bir basketbol aklı olduğu kesin.
Ama bu sene de olmazsa, Durant kritik bir yol ayrımına gelecek. Takıma ve şehre sadık olabilir. Westbrook’la çok iyi arkadaş da olabilir. Bunlar çok kıymetli ve hele günümüzde bulunması çok zor değerler. Ama eğer gerçekten kazanmak istiyorsa, gerçekten kahraman olacaksa, bir seçim yapmak zorunda. Başka bir yerde, yeteneklerinin daha verimli kullanılabileceği bir ortamda oynamak istiyorsa, şu ana kadar yaptığı fedakârlıklardan fazlasını yapıp yürümeyen bu ilişkiyi bitirmeli. Uyumsuz bir ilişkiyi sürdürmek için gösterilen çaba değerlidir elbette. Ama asıl zor seçim; o ilişkiyi bitirebilmek, bırakıp giden olabilmek, o sorumluluğu alabilecek dirayeti sergileyebilmektir. Ve o da artık, nihai fedakârlığı yapacağı o dönemece geliyor. Herkesin, başta da kendisinin iyiliği için. Eğer gerçekten NBA’in 1 numaralı ‘eşik atlatan’ oyuncusu olacaksa, önce kendi içindeki o eşiği aşmak zorunda.