İkinci Şans

20 dk

Velimir Perasovic beş sene sonra yeniden Efes'te. Uzakta kaldığı döneme bir EuroCup şampiyonluğu, bir EuroLeague Final Four'u ve bol miktarda tempolu basketbol sığdıran Hırvat koç için sırada yarım kalan işi tamamlamak var.

"Sosyalleşmek konusunda hiç iyi olmadım. Buradan, karşı taraf konuşurken dinlemediğim anlamı çıkmasın. Sadece, saatlerce oturup muhabbet etme fikri bana anlamsız geliyor. Kendim hakkında konuşmayı sevmiyorum. Eğer çok konuşkan biriysen, söylediklerinin yanlış aktarılma ihtimali her zaman daha fazladır."

Velimir Perasovic, kötü bir günün ardından arkadaş grubunu toplayıp kafa dağıtmaya giden insanlardan değil. Genellikle evde oturuyor. Günlük yaşamında basketbol ve aile harici hemen hemen hiçbir şeye yer yok. Arada sırada bilgisayara karşı satranç oynuyor, kahveyi ve tarih kitaplarını seviyor. Bu kadar. Sıkıcı bir porte çizdim, farkındayım. Kendisi hakkında konuşmayı tercih etmeyen, bilgisayarla satranç oynayan bir adam... Sahada ne kadar heyecan verici olabilir ki? Aslına bakacak olursanız; Velimir Perasovic bu alanda bir hayli iyi. Akıl hocası Bozidar Maljkovic gibi talepkâr, 30 yıllık arkadaşı Zeljko Obradovic kadar tutkulu. Takımlarının oyunu eğlenceli, hızlı ve keskin.

"Artık oyuncularımla iletişimim daha iyi" diyen Anadolu Efes'in yeni koçuyla Merter'de buluştuk. Jugoplastika'yla başladık, Laboral Kutxa'yla devam ettik, Efes'le bitirdik.

Toni Kukoc, Blanka Vlasic, Goran Ivanisevic, Alen Boksic, Velimir Perasovic... Split'ten bu kadar çok sporcu çıkmasının sebebi ne?

Yugoslavya'nın en meşhur sporcu şehriydik. Ülke genelinde belirli bir spor politikası vardı ama zannediyorum ki bizi farklı kılan, rekabetin çok küçük yaşlardan itibaren başlamasıydı. Rakibinle beş yaşında tanışırdın ve bu yarışma içgüdüsü seni ayakta tutardı. Yüzme, tenis, su topu, futbol... Jugoplastika, şehrin yüzüydü ama aşağı yukarı her alanda rekabet vardı.

Toni Kukoc, o dönemki çalışma temposunu anlatırken her defasında aynı örneği veriyor: "Velimir çok ağır bir idmanın ardından kenardaki sandalyeleri alır, sahaya dizer ve tek başına dripling idmanına başlardı..." Nasıl bir antrenman rutininden bahsediyoruz?

Dönemin en popüler oyuncusu kimdi? Drazen Petrovic.

Dönemin en çalışkan oyuncusu kimdi? Drazen Petrovic.

Ben özel bir şey yapmıyordum. Tek yapmaya çalıştığım, onu taklit etmekti. Antrenman rutinini, temposunu, tarzını... Kısacası, kopyalıyordum. Buna inanmanız zor olacak ama aramızda kimin daha iyi taklit edeceğine dair iddialaşmamız bile vardı. Kim daha iyi olacak? Hangimiz daha dayanıklı? Herkes bir adım önde olmaya çalışırdı. Ben de antrenman sonlarında sandalyeleri sahaya dizer ve çalışmaya devam ederdim. Drazen'den kopyaladığım bir rutindi.

Peki böyle bir tempoda idman yaparken Jugoplastika'da altıncı adam rolünü kabullenmek zor olmadı mı? Başlangıçta koç Bozidar Maljkovic'e karşı hissiyatınız nasıldı?

Boza'dan nefret ediyordum. Rotasyonda Dusko Ivanovic sürekli önümdeydi ve bunun nedenini hiç anlamamıştım. Bence, ben daha iyi bir oyuncuydum ve Maljkovic gerçeği göremiyordu. Ama aslında ne olup bittiğini, Maljkovic'in düşüncelerini zaman geçtikçe anlayabildim.

Boza, takımı kontrol etmek istiyordu. Kalın çizgileri vardı, metotları çok sertti. Benim kenardan geldiğim sistemde takımın daha iyi olacağını düşünüyordu ve haklı da çıktı. IvanovicKukoc'un birlikte başladığı sezonlardan birinde ben 'Avrupa'nın en iyi altıncı adamı' seçildim. Ivanovic 30 dakika oynuyordu, Kukoc ondan da fazla ama ben yine de Avrupa'da kenardan gelen en iyi oyuncu seçilebilecek kadar süre bulabiliyordum. Bu da Maljkovic'in başarısıydı. Geç anladım, çok geç...

Jugoplastika'dan Avrupa basketboluna kalan miras ne?

1989, 1990 ve 1991'de üç kez şampiyon olurken diğer takımlar gibi kazanmıyorduk. Cibona değildik. Oyunu değiştirdik ama tersi yönde. Daha ciddi, daha sert, daha katı. Jugoplastika buydu. Cibona hücumla şampiyon olurken bir devrim yapmıştı. Biz karşı devrimle cevap verdik. 30 yaşın üzerinde neredeyse hiç oyuncumuz yoktu. Gençtik ama ciddiydik. Ortaya koyduğumuz sertlik, Avrupa'daki oyunun yönelimini hücumdan savunmaya çevirdi.

Cibona'dan bahsetmişken; Drazen Petrovic'le oynamak nasıldı? Gerçekten, söylenildiği gibi tüm rakiplerinin istatistiklerini aklında tutar mıydı?

Drazen'le birlikte çok anım var ama herhalde en unutamadıklarım, beraber askere gittiğimiz dönemden. Altı ay, her gün, bire bir oynadık. Yaptığımız on maçın birini, belki ikisini ben kazanıyordum, kalanları Drazen alıyordu. Kaybettiğinde çıldırırdı ki zannediyorum istatistikleri aklına yazması da biraz buradan geliyor. Karşısında oynarken onda iz bırakmış bir rakipsen, senin ona karşı daha önce kaç sayı attığını hemen söylerdi. Kendi takımının, rakip takımın ortalamalarını bilirdi. Akılalmaz bir veri tabanından bahsediyorum. Bilgisayar gibi...

Oyunculuk döneminize ilişkin son bir sorum olacak. Bu kadar üst seviyede, nasıl bu kadar uzun sürdü? 1980'lerde başladınız, 2000'lerin ortasında bitti. Bırakırken 18-19 sayı ortalamanız vardı...

Alicante'de bıraktığımda sanırım 37 yaşındaydım. Evet, ACB'de (İspanya Ligi) sayı kralıydım ama artık yorulmuştum. Sahada problem yokmuş gibi gözükmüş olabilir ama gerçekte öyle değildi. O yüzden, uzun süre oynamayı kimseye tavsiye etmem. Çok sağlıksız. 10 yıl, hatta daha fazla süre geçti; bazı fiziksel problemlerim devam ediyor.

Pişmanlığım, oyunculuğun ilk safhasında bulunduğum konumun değerini iyi bilememiş olmak. Bu oyunda en iyi dönem; soyunma odasından çıkıp, antrenman yapıp tekrar soyunma odasına gelinen dönem. Antrenman sonrası ayrı bir ofise gidilenden kesinlikle çok daha iyi. Çünkü o ofise girdiğin an dertler başlıyor. Girdiğin an, suçlu sensin.

Jugoplastika'da yaşananlara rağmen Bozidar Maljkovic'in çalıştığınız en iyi koç olduğunu ve ondan çok ilham aldığınızı defalarca söylediniz. Peki az önce konuştuğumuz Cibona & Mirko Novosel birlikteliği bir Hırvat olarak sizi hiç etkilemedi mi? "Raširite se, stisnite se" (Hücumda açıl, savunmada gömül) felsefesine karşı tutumunuz ne?

Açıkçası Ivkovic, Maljkovic, Pesic ve Obradovic gibilerinin doksanlarda ortaya koyduğu felsefeye daha yakınım. Novosel, herkesin kenara açılıp elinde en iyi bire bir oynayan oyuncunun (Drazen) topu aldığı bir sisteme sahipti. Savunmada da herkes içeride olur ve dış şutlara izin verilirdi. Elbette oyuna katkıları, dehâsı tartışılmaz ama özellikle hücumda belirli kalıpları olan bir antrenördü Novosel. Jugoplastika'yla Cibona dominasyonunu kırdığımızda da sistemi rafa kalktı. Pesic, Ivkovic, Obradovic; Jugoplastika'nın ortaya koyduğu şablona son hâlini verdi ve ortaya günümüz oyunu çıktı. Ben de bu taraftayım.

Aydın Örs'le başlayan dönemle birlikte Efes, Avrupa'da daima sert savunma yapan ve çoğunlukla yarı alan oyunu oynayarak başarıya ulaşan bir takım olarak bilindi. DNA'yı değiştirme adına birkaç deneme oldu (David Blatt'le çalışmak gibi) ama hiçbir zaman başarıya ulaşmadı. Öte yandan Baskonia'ya baktığımızda da TAU döneminden itibaren en başarılı dönemlerin Ivanovic ve sizinle; yüksek tempo oyunuyla geçtiğini görüyoruz. Kulüp DNA'sına inancınız yok mu? Efes'te bu kez işlerin farklı olacağını nereden biliyorsunuz?

Bakın, bir antrenör daima sahip olduğu oyuncuların profillerine göre bir şablon oluşturmaya gayret eder. Ben de istisna değilim. Hareketli ve sert savunma hoşuma gidiyor ve ayrıca hücumda hızlı olmalıyız. Sertlik, hız ve keskinlik. Rakip yarı alanda tabii ki oyunculara kısmi özgürlükler tanıyacağız ama esas önemli olan, tempoyu hiçbir zaman kaybetmemek.

2010'da Efes'in başına geçtiğimde devraldığım kadro çok yaşlıydı. Bugünkü kadromla karşılaştıramam bile. Takımlarımda sevdiğim 'gençlik enerjisi' o oyuncu grubunda yoktu. Buna rağmen tecrübeliydik ve ben de dönem dönem felsefemin dışına çıktım. Kötü sonuçlar almadık mı? Evet, aldık. Tabii ki eleştirilmesi gereken benim. Ama bir de şu senaryoyu düşünün... Hatırlarsanız TOP 16'ya içeride Siena, deplasmanda da Partizan'ı yenerek başlamıştık. Üçüncü maçımız Madrid deplasmanı, Real'e karşıydı. Uzatmada kaybettik.

Kazansak ikinci gruba 3-0 başlıyoruz ve takım Final 8 yapıyor. Belki her şey farklı olacaktı... Bazen de maç sonu şansına ihtiyacınız var.

Kontratlı oyuncularla şişkin kadro, 2010’da istediğiniz takımı oluşturmanıza izin vermemişti ama bu seneki Anadolu Efes de son yılların en düşük kulüp bütçesiyle sezona giriyor. Böyle daha rahat mı hissediyorsunuz? Geçen yılki Final Four'da Caja Laboral'in bütçesi en yakın rakibinin yarısından daha azdı...

Para her şeyi çözmüyor. Büyük bütçeye sahip olmak elbette birçok problemi giderir ama sorunların mutlak çözümünü başka yerde aramalısınız. Bence bütçemiz hiç fena değil. Avrupa'da artık 10-12 takımın sezona çok iyi bütçelerle başladığı malum. Efes, gelecek sezon belki bu ilk 10 takım arasında olmayacak ama ben imkanlarımızın yeterli olduğunu düşünüyorum. Bahanem yok. Başarıya ulaşmak için uygun koşullara sahibiz.

Bütçe değişti, takım değişti, ben de değiştim. Mesela bence oyuncularla ilişkilerim artık daha iyi. Onları daha sık dinliyorum. Valencia ve Vitoria'da geçirdiğim sürede, daha pek çok alanda gelişim kaydettim ki umarım antrenörlük de bunlar arasındadır. Umuyorum bugün, 2010'da Efes'in başına geçtiğim günden daha iyi bir antrenörüm.

Dario Saric'in NBA'e gidişi, planlarınızı ne oranda etkileyecek? Aslında, daha geçen sezondan Philadelphia'ya söz verdiği biliniyordu ama siz belki "Kalması için ikna ederim" demişsinizdir...

Efes'le anlaşır anlaşmaz babasını aradım, denedim ama çıkış yoktu. Belki yaz döneminden önce konuşma şansım olsaydı işler farklı gelişebilirdi, bilmiyorum... Ben aradığımda iş bitmişti. "Philadelphia'ya gidiyoruz ve bu konuda yapabileceğin bir şey yok" dediler.

"Peki" cevabını verdim. Kadroda gitmek isteyen bir oyuncu barındırmanın anlamı yok. Saric'le elbette çalışmak isterdim ama mutsuz bir şekilde takımımda olacağına, hiç olmasın daha iyi.

Laboral Kutxa, Vitoria'daki her EuroLeague maçını 10 binden fazla taraftar önünde oynuyor. Keza Valencia döneminizde de yine büyük bir taraftar kitlesi yanınızdaydı. Anadolu Efes'in, seyirci ortalamasında geçen yıl Avrupa'nın en kötü sekizinci takımı (ort. 4500) oluşu sizi tedirgin etmiyor mu?

Tabii ki hoş bir durum değil. Ancak oynayacağımız basketbolla seyirciyi teşvik etmeye çalışacağız. Adım adım giderek bu konuda da ilerleme kaydedeceğimize inanıyorum. Tıpkı kulübün hedeflerinde olduğu gibi; başlangıçta büyük rakamlar telaffuz edip tutamayacağımız sözler vermenin anlamı yok. Efes her daim büyük başarılar kazanma hedefiyle sezona başlar, değil mi? Benim de büyük hedeflerim var. Doğru yönde, gün-gün, maç-maç ilerlersek bu yolda yalnız yürümeyeceğimizden eminim.

"Sertlik, keskinlik, hız" vurgusu yaptınız. 2016-2017 Anadolu Efes'i bu üç kelime mi tanımlayacak?

Oyuncularımın en iyi özelliklerini ön plana çıkarmak birincil önceliğim. Mesela geçen yıl Bourousis alçak post’ta çok iyi bire bir oynuyordu; onun üzerinden gittik. Bryant Dunston ikili oyun çıkışında etkili olan bir oyuncu; yani bu kez plan daha farklı olacak. Sabit düşünmüyorum. Kalıplarım, önyargılarım yok. Oyuncuya göre hareket edeceğim. Bu bağlamda, felsefemin de eskiye oranla biraz değişim gösterdiğini itiraf edebilirim. Artık oyuncularıma daha fazla özgürlük tanıyorum. Yani bazen, ama bazen, sistemin dışına çıkabilirler. Kontrollü özgürlüğün yanındayım. Robot değiliz hiçbirimiz.

Ama bildiğim kadarıyla antrenmanlarda esprileri, şakaları pek sevmiyorsunuz...

Espriyi ben yaptığım sürece sorun yok.

Yüksek tempo, atletizm ve hızlı oyun sohbetine dönecek olursak... Bryce Cotton, bir Perasovic oyuncusu mu?

Henüz bilmiyorum. Her şey daha çok taze. Bryce'ın ilk Avrupa deneyimi olacak. Sırf bu yüzden bile ona zaman vermeliyiz. Onu istememizin başlıca sebebi, az önce de bahsettiğim, sistem dışına çıkabilecek oyuncuya duyduğumuz ihtiyaç. Bazen hücumda hiçbir şey yapamadığımızda, Bryce'ın serbest atış çizgisine gitmesi gerekecek. ‘Sorun çözen oyuncu’ gibi düşünün. Yaratmasını bekliyoruz. Heurtel, Granger, Doğuş, Cotton... Dört oyun kurucumuz da farklı kombinasyonlarla ama birlikte oynayabilir.

Mesela geçen yılki takımımı ele alalım. Alışılmışın çok dışında bir tempoyla oynadık. Darius Adams, Mike James... Bazen kontrol dışıydık. Kısmi özgürlük isteyen oyuncular bunlar ama bazen işler çığırından da çıkabiliyor. Neyse ki Adam Hanga gibi dengeyi sağlayan oyuncularımız vardı.

2016 Final Four'da maç planınız neydi? Bu yıl daha sık karşılaşacağınızı düşünürsek, Fenerbahçe'yi özel kılan ne?

Maçı kontrol etmek. Zeljko'nun takımlarında bu detay değişmiyor. Avrupa'nın en elastik, yap-boz takımlarından biri olduklarını düşünüyorum. Vesely-Udoh birlikteyken onlarca farklı ikili oyun kombinasyonları var. Bence kilit oyuncuları Gigi Datome; çünkü oyun sıkıştığında zor şutları onun kadar yüzdeli atan fazla oyuncu kalmadı.

Berlin'deki maçta Bobby Dixon'a karşı çok iyi savunma yaptığımızı hatırlıyorum. Buna önem vermiştik. Tutmakta en çok zorlandığımız oyuncu Vesely'ydi. Hızlı oynamak istedik ve yüksek tempoda kalırsak, iki uzunla oynadığı dönemde Fenerbahçe'yi düzen dışına çıkarabileceğimizi düşünmüştük. Tepeden bir ikili oyunları vardı, şimdi tam detay hatırlamıyorum. Kısa bir ikili oyun. Ofise gidince kontrol ederim.

30 yıllık arkadaşınız Zeljko Obradovic'i anlatmaya kalksanız...

-Dürüstlük

-Samimiyet

-Saygı

Bence bu üç kelime Zeljko'nun vazgeçilmezleri. Çok sinirlenip kıpkırmızı bir suratla yanınıza geldiğinde dikkat edin. Kızar, bağırır, çağırır ama asla saygısızlık etmez. 1990’da Buenos Aires'te beraber dünya şampiyonu olduk. Bir yıl sonra, yine birlikte Yugoslavya'yla Avrupa şampiyonluğunu kazandık. Oyuncuyken karşı karşıya geldik; koçluk döneminde ben onu alt etmeye çalıştım, o beni... Hiçbir zaman sözünü sakınmadı. Her defasında da saygılı davrandı, gösterdiği samimiyetin aynısını benden bekledi. Onu çok seviyorum. Harika biri.

Altı yıl önceki Efes döneminizden, dışarıya çıkmayı çok sevmediğinizi hatırlıyorum. Havalimanları, Merter ve Sinan Erdem'den sonra en sık gittiğiniz yer Kahve Dünyası'ydı. Hâlâ öyle mi?

Evet. Kahveyi çok seviyorum. Kulüp kapısından girer girmez masama bir fincan kahve bırakan Efes çalışanlarına teşekkür etmem gerek.

Geleli daha bir ay olmadı ama beni çok iyi tanımışlar. Kahve içmek ve basketbol izlemek dışında ne mi yapıyorum? Arada Ataköy Marina'ya gidiyorum. Yürüyüşe çıkıyorum. Başka, başka... Kahve Dünyası?

Aileniz bu kez yanınıza gelecek mi?

Mümkün olabildiğince. Önceki seferden daha çok. İki oğlum var; biri 24 yaşında, diğeri 14. Büyük oğlum üniversiteyi bitirip işe başladı. Onda problem yok. Diğer oğlumun ise hâlâ okulda bir yılı var. Eşim onunla birlikte Hırvatistan'da. İş kaybetme/değiştirme riski en düşük mesleklerden olmayan antrenörlüğün kuralını duymuşsunuzdur: "Çocuğunun temel eğitimini ülkende aldığından emin ol..."

Son bölümde, "Antrenörlük kariyerimin en güzel günleriydi" dediğiniz Cibona'yı ve sizi Hırvatistan'a geri dönmeye iten TAU dönemini sormak istiyorum. 2007'de yaşadığınız kalp problemlerinin çok kısa sürede üstesinden gelmiş olmanıza rağmen, başkan Jose Antonio Querejeta'nın sizi beklemeyip Bozidar Maljkovic'i takımın başına getirmesine içerlediniz mi?

Cibona'dan başlayayım. En güzel dönemimdi çünkü oyuncularıma çok bağlanmıştım. Genç bir takımdık. Bojan Bogdanovic 20, Leon Radosevic de 19 yaşında, EuroLeague'de ortalama 20 dakika süre alıyordu ve ayrıca... 2009-2010 sezonunda bu oyuncuların neredeyse hiç para almadan 50 maça çıktığını biliyor muydunuz? Kulüp ABD'lilere ödeme yapmak zorundaydı, onun haricinde kimse para almıyordu. Birlikte çok duygusal anlar yaşadık. 0.6 saniye kala Bojan'ın basketiyle öne geçtiğimiz ve daha sonrasında Dusan Kecman'ın 20 metreden attığı basketle şampiyonluğu Partizan'a kaybettiğimiz o final dahil...

Cibona'ya geri dönmemin yolunu açan TAU döneminde ise Querejeta'ya kırgın değilim. Scola, Prigioni ve Splitter gibi oyuncularla TAU, o zamanlar bir Formula 1 aracıydı. Doğru düzgün tecrübem yokken beni gidip o aracın başına geçirdiler. Daha ilk senemde Final Four oynadık. Evet, belki Querejeta sağlık problemleri yaşadığım dönemde beni takımda tutmadı ama ilk başta kapıları ardına kadar açan da oydu.

Bildiğim kadarıyla siz hiç içki-sigara kullanmazken Maljkovic ikisini de yoğun miktarda tüketiyordu...

Stres işte. Girona maçında fenalaşmamın tek sebebi stres. Neyse ki daha sonra Querejeta bana ikinci şansı verdi ve kendimi kanıtlama fırsatı buldum.

Yani ikinci şanslara inanıyorsunuz?

TAU'da işe yaradı. Burada neden olmasın?

1 Numaralı Düşman: Toni Kukoc

1992 Barselona'dan çok hatıram var ama herhalde en eğlenceli olanlar Toni Kukoc'la alakalı. Toni o dönem Chicago'yla daha yeni kontrat yapmıştı ve takımdan alacağı para Scottie Pippen'dan daha fazlaydı. ABD takım hâlinde bunu biliyordu ve daha gruptaki ilk maçtan Jordan, Drexler, Pippen üçlüsü Toni'yi fena sıkıştırdılar. Bırakın skor üretmeyi, doğru düzgün topla bile buluşamıyordu Toni. Galiba 100- 70 kaybettik. Final de aşağı yukarı benzer skorla bitmişti. Problem değildi çünkü maçı kazanmak için sahaya çıkmıyorduk. Hele final... Sonunda madalya alacağımızın kesin olduğu bir eğlence maçı gibiydi. Biz gümüş madalyayı aldık, Kukoc yeni sezon için Chicago'ya uçtu ve sonra Pippen'ın en yakın arkadaşı oldu.

Satranç

Kulüpte iyi oynayan biri yok. Rakip bulamıyorum. Zaman geçtikçe belki biri çıkar. Şimdilik bilgisayara karşı oynamakla yetiniyorum.

Neden Wisniewski?

Kerem Tunçeri'nin yerine ilk beşte Andrew Wisniewski'yi başlattığım için eleştirildiğimi biliyorum. Takımın savunma direncini artırmak için onu kadroya katmıştım, belki hata ettim. Eleştirileri kabul ediyorum. Benim de bu değişikliği yaparken gerekçelerim vardı. İyi sonuçlar alamadığınızda eleştirilirsiniz, benim takımım da iyi sonuçlar alamıyordu ve... Eh, işte.

Socrates Dergi