
İkonik
15 dk
Bir spor filmi, Akademi Ödülleri'nde Oscar ödülüne ilk kez layık görüldüğünde takvimler 1931'i gösteriyordu. Wallace Beery'nin En İyi Aktör seçildiği The Champ filminin açtığı yoldan ağır adımlarla diğerleri geldi. Spor filmi üretiminin tırmanışa geçeceği yıllar yaklaşırken, türün en ikonik örneği Sylvester Stallone'un kaleminden 1970'lerde ortaya çıkacaktı. İşte o film ve onyılda bizde iz bırakan diğer sekiz spor filmi...
Sükût / Le Mans (1971)
Uzun diyalogları sever misiniz? Öyleyse Le Mans, size göre bir film olmayabilir. İlk diyalog için 38 dakika beklemeniz gereken yapım, Le Mans 24 Saat yarışının ruhunu farklı yollardan zihninize zerk ediyor. Motor sporlarının -ve hayatın- en kaçınılmaz gerçeği ölümü henüz en başta önümüze sunmak, sonraki yüz dakika için hedeflenenin büsbütün bir realizm olduğuna dair ipuçları barındırıyor. Yarış esnasındaki aksiyon sahneleri, önceki yılın yarışından kesitlere de yer verdiği için döneminin epey ötesinde. Kurgu ve senaryodaki eksikleriyse çekim sürecinde yaşanan aksaklıklara ve yönetmen değişikliklerine yormak mümkün. Motor sporları sevdalısı Steve McQueen'in doğal karizmasına birincil rakibi Siegfried Rauch'un da ayak uyduruşu, filmin cazibesini artırıyor. Yapımcıları itiraz etmese o yaz Le Mans'a pilot olarak da katılmayı planlayan McQueen, çekim sürecinde asistanı ve diğer başrol Louise Edlind'i yaraladığı kazalara da imza atmış. Filmin en büyük ironisiyse, sükûnetin hâkim olduğu, başrollerden çok yarış anonsörünün sesini duyduğumuz 106 dakikanın, ardında ikonik bir replik bırakışı: "Yarışmak her şeydir. Öncesinde ve sonrasında olanlar, beklemekten ibarettir." -Buğra Balaban
Oyunun İçinde / Bang the Drum Slowly (1973)
Gerçek olabileceğini düşündükleriniz ve gerçek olmasını arzu edecekleriniz. Sinema denildiğinde benim nazarımda en iyi ayrımlardan biri bu. Daha ilk sahneden bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettiğimiz Bang the Drum Slowly'de dakikalar ilerledikçe gerçeklerle, oyunla ve hayatla yüzleşen sadece New York Mammoths takımı değil, biziz de.
Soyunma odasında tahtaya yazılan ilk isim Henry Wiggen, ölümcül bir hastalığın pençesindeki takım arkadaşı Bruce Pearson'ın yanında olmak ister. Kendisi takımda kalacaksa Pearson da kalacaktır, kendisi takas edilecekse Pearson da takas edilecektir. Hodgkin lenfoma ilk önce Wiggen ile Pearson'ı, daha sonrasında ise birbirinden ayrı düşmüş tüm takım üyelerini bir araya getirir. Soyunma odasında, yedek kulübesinde, beraberce şarkı söylenen gecelerde ve Pearson'ın dansında…
Çok değil, sadece dört-beş yıl içinde zirvesine ulaşacak Hollywood kahramanlık proagandasının ters istikametinde yol alan Bang the Drum Slowly, bize oyunun içinde kalmanın ne kadar özel ve değerli olduğunu hissettiriyor. -Kerim Kılıç

Sınırlar / The Great Ecstasy of Woodcarver Steiner (1974)
Werner Herzog, uçurumun kıyısında dolaşmaktan asla çekinmez. İnsanoğlunun sınırları, asıl meselesidir. Ülkeler arasındaki sınırlardan ise nefret eder. Gezer. Konuşur. Bakar. Çeker. Uçsuz bucaksız bir atmosferin ortasında tutkularının peşinden giden ve limitleriyle başı dertte olanlara döndürür kamerasını. Bankalar, bürokrasi, 9'dan 5'e süren işler, dört duvar arasındaki okullar umurunda değildir. O yüzden 1974 tarihli The Great Ecstasy of Woodcarver Steiner da tam onun kalemidir. İsviçreli kayakla atlamacı Walter Steiner'ı Oberstdorf'tan Planica'ya takip eder. Steiner, uçtuğu her rampada, yalnızca rakipleriyle boğuşmaz. Odağında dünya rekoru vardır. Düşer, 140 kilometre hızla giderken yere kapaklanır, yüzü kanlar içinde kalır, karlar altında krizlere girer. O süreçte yanında Herzog vardır. Alman yönetmen Aguirre, Tanrı'nın Gazabı’ndan Herkes Kendi Başına ve Tanrı Herkese Karşı'ya şaheserler çıkardığı bir onyılın ortasında, gökyüzünde süzülürken baskıyı hisseden bir adamın portresini çeker. Öyle ki Steiner gerçek bir insan olmasaydı, Herzog tarafından icat edilebilirdi. -İnan Özdemir
İlkler Unutulmaz / The Longest Yard (1974)
İlkler unutulmaz. Buldozer adıyla da bilinen The Longest Yard'ın her ne kadar 2001, 2005 ve 2015'te yeniden yapımları çıksa da 1974 yapımı suç/komedi filminin ilk versiyonu damakta en iyi tadı bırakandı. Robert Aldrich'in yönettiği filmde bir zamanın ünlü quarterback'i Paul Crewe, işlediği bir suçtan ötürü 18 ay hapis cezası alır. Crewe hapishanede pek de iyi bir üne sahip değildir zira kendisi, 'point shaving' denen, bahis handikaplarına göre skoru kendi takımı aleyhine değiştirdiği bir şike türünden ötürü geçmişte NFL'den men edilmiştir. Amerikan futbolu hastası, hatta yarı profesyonel bir takım koçluğu da yapan gardiyan Rudolph Hazen'ın ise isteği bellidir: Crewe'un koçluğunu yapacağı bir mahkûmlar takımına karşı sahaya çıkmak... Eski quarterback'imiz ise gardiyan Hazen'ın baskılarına boyun eğer ve takımı kurar. Gardiyanlar, hapishanede işlenen bir bekçi cinayeti üzerinden Crewe'a şantaj yapar ve oynanacak maçı farklı kazanmak istediklerini söylerler. Maçın sonucunu soracak olursanız... O da filmi izleyeceklere kalsın. -Ruhat Akkuş
Esin Kaynağı / Rocky (1976)
Sylvester Stallone'un sinemacılığı hakir görüldüğü zaman içimde bir şeyler kopuyor. Değme kişisel gelişim kitabına, motivasyon konuşmasına, mentorluk hizmetine taş çıkaracak Rocky'yi yarattığı için bile daha fazla saygı görmesi gerektiğine inanmışımdır hep. 1976 yapımı filmin sadece perdeye yansıyan kurgu tarafı değil, hayata geçiş hikâyesi de başlı başına bir esin kaynağı. Cebinde hepi topu 100 doları olan, doyuramadığı köpeğini satacak kadar çulsuz durumdaki Stallone'un sırf başrolü kendi oynamak istediği için senaryosuna verilen 350 bin doları reddedişi sık sık anlatılır. Israrının ödülü ise gelmiş geçmiş en ünlü film karakterlerinden birine 42 sene boyunca hayat vermek olmuştur. İsimsiz boksör Chuck Wepner'ın Muhammed Ali karşısında 15 raunt ayakta kalışından aldığı ilhamla doğan efsanevi film, aynı statüde olmasa da farklı bir lezzetle devam eden seriyle birleşip şu mesajı veriyor: "Önemli olan sert vurmak değil, alınan darbelere rağmen yola devam edebilmektir." Hem kimbilir, Rocky belki sırf bu mesajı pekiştirmek için hiç gard almamış ve yüzlerce yumruk yemiştir… -Aras Yetiş

Seçim / Bad News Bears (1976)
Eğlenmek. Son senelerde spor kültürünün fazlasıyla unuttuğu bir unsur. Tamam, bu durum geçmişte de çok farklı değildi. Kaybedenler 70'lerde de unutulurdu. Peki 70'lerde de eğlenmekten bu kadar uzaklaşılmış mıydı? Pek sayılmaz… Alkolik bir havuz temizleyicisi ve emekli bir beyzbol oyuncusu olan Morris Buttermaker, 1976 yılında 'kaybeden' çocuklardan oluşan bir beyzbol takımının antrenörlüğüne soyunur. İlk maçlarında aldıkları utanç verici mağlubiyet sonrasında Amanda Wurlitzer ve Kelly Leak'in takıma katılmaları ile güçlenen Bears, ilerleyen aylarda agresif yapısı ile tanınan Ray Bullock'un çalıştırdığı Yankees'in rakibi olacaktır. Şampiyonluk maçı hayli rekabetçi şekilde ilerlerken gerilim yükselir ve Bullock oyuncularına şiddet uygulamaya başlar. Süreci rakip kulübede takip eden Buttermaker, kazanmak için hiç olmadığı kadar değişik bir yapıya büründüğünü fark eder. Morris, eğlenmeyi unutmuştur. O andan sonra eğlenmeyi, kaybetmeye tercih eder ve kenardaki tüm yedek oyuncularını sahaya sürer. Bu hamle ile birlikte Bears maçı kaybetmiştir. Ancak Morris, neden bu işe başladığını hatırlamıştır: Eğlenmek için. -Arhan Ata Pilavoğlu
Pacino'nun Hayali / Slap Shot (1977)
Gazeteci Lawrance Grobel, Al Pacino ile yaptığı röportajda kendisine şu soruyu sorar: "'Keşke o filmde oynasaydım' dediğiniz bir an oldu mu?" Al Pacino'nun cevabı hazırdır: "Yapmak istediğim bir film vardı ama George Roy Hill çektiği için olmadı. Slap Shot… O filmde oynamalıydım."
Al Pacino'nun 'ukdesi' Slap Shot'a, eski matrak filmlerin gösterildiği TRT'nin hafta sonu gündüz kuşağında rast gelmiş olabilirsiniz. Film, senaryosu ve oyunculuklarıyla klasik başarı öykülerinden sıyrılmayı başarıyor.
Buz hokeyi takımı koçu Reggie 'Reg' Dunlop'un elinde yeteneksiz oyuncularla dolu bir kadro vardır. Asla kazanamayan bu takımla ne yapacağını bilemeyen koç Dunlop, bir gün maçta çıkan kavgadan seyircilerin müthiş bir keyif aldığını görür. Ardından tüm maçlarda bunu uygulamayı kafasına koyar ve olaylar gelişir… Pacino'nun hayalindeki koç rolünde Paul Newman vardır ve uçarı bir karakter olarak harikalar yaratır… Rolling Stone'un "70'li yılların ruhunu en iyi yakalayan spor filmi" dediği Slap Shot'ta bugünlere dair bir şeyler bulacağınıza şüphe yok. -Kaan Demirel
O Kadar! / İnek Şaban (1978)
Elbette benim de favorim Rocky serisinin ilk filmi ama Aras Yetiş gibi bir Sly hayranı varken Rocky anmak bana düşmezdi. Batman'da geçirdiğimiz yıllarda arkadaşlarımın etkisiyle hayatıma giren Bruce Lee'yi de Tanju Baran yazınca ben de ülke sınırlarına yöneldim.
Kemal Sunal filmleri, küçük yaşta hayatımıza girer ve uzun süre sadece güldüğümüz yapımlar olur. Yaşınız büyüdükçe ya da ülkenin gerçekleri iyice kafanıza işlediğinde ise farklı bir hal alır. İnek Şaban filmi de bunlardan biridir benim için.
Ünlü kaleci Bülent'e benzeyen sıradan vatandaş Şaban'ın başından geçen komik hadiseler uzun yıllar futbolsever bir Kemal Sunal hayranı olarak beni güldürmüştü. Futbol tarihine merak sarıp ülke futbolunun gerçeklerini öğrenmeye başladığımda ise film benim için komediden öteye geçti. Her transfer sonrası tutkulu olduğu takımı değiştiren futbolcular, mafya ile bağlantıları olan yöneticiler, adam kaçırmalar, silahlar, dolandırıcı menajerler… Ayrıca 1970'ler sayısı yapıp Kemal Abi'yi anmamak da ayıp olurdu. O kadar! -İlhan Özgen

Kaçış / Breaking Away (1979)
Sadece 1970'lerden bile Jörgen Leth imzalı A Sunday in Hell ve Stars and Watercarriers gibi iki ikonik bisiklet belgeseli çıktı. Ancak sporun merkezde olduğu iyi bir filme az rastladık. Bu belki de bisikletin hakiki dramasının yetmesinden kaynaklanıyor. Bisiklet Hırsızları dışında bu kısa listeye Peter Yates'in çok sevdiğim Breaking Away filmini de ekleyebiliriz. Eski taş ocağı kasabası Bloomington'da liseden yeni mezun dört kafadarın büyüme sancılarını, aşkı, dostluğu, ihaneti, sınıf ayrılıklarını, kendini keşfi, aileyi yani hayatın ta kendisini anlatan bir yapım. Aynı bisiklet gibi. Senaryo Oscar'ı kazanan film, adını da kaçış yapmak gibi bir bisiklet teriminden alıyor. Bazı bisikletçilerin umutsuzca her yarışta kaçış yapması gibi gençler de yaşamın kaçınılmaz gerçeklerinden kaçmaya çalışıyor. Yarış sahneleriyle bisiklet severler için de kült bir yapım. Efsane Raymond Poulidor'un sarı-mor formalı Mercier takımına gönderme yapan son yarıştaki 'Merchant' formalı takım bile bu filmi sevmeme yeter. Gerisi ise zaten ruhunuza iz bırakıyor. Yaşasın 'Kesiciler'! -Caner Eler