İlk Umut

7 dk

Cafercan Aksu, Galatasaray altyapısının altın kuşağının en dikkat çeken oyuncusuydu. Ancak takım arkadaşlarının çoğu üst seviyede kariyerine devam ederken o alt liglere kaldı. Bir zamanların ‘Umut’u, hikayesini Socrates’e anlattı.

28 Şubat 2004... Fenerbahçe ile Galatasaray, Kadıköy’de karşı karşıya gelecek. Galatasaray’ın kötü sezonlarından biri, üstelik bir sezon önce de ezeli rakibine 6-0 yenilmiş. Kulüpte bir değişimden bahsediliyor. O yüzden, öğlen Dereağzı’nda oynanacak PAF maçındaki 11 çocuğa Galatasaray’ın geleceği gözüyle bakılıyor. O takım, derbiyi 3-0 kazanır. İlk golü de Cafercan Aksu atar. Maçtan sonra Dereğazı’ndan çıkan yirmili yaşların başındaki iki Galatasaray taraftarı kendi aralarında konuşur. Futbolcu olamamış iki gençten biri diğerine, “Bizden küçük yaştaki ilk futbolcu kuşağı olacaklar, biz bunları çok kıskanırız” der. Ancak o kadroyu sadece saha dışındaki taraftarlar değil, saha içindeki rakipleri de kıskanıyordur.

“Bize, ‘gelmiş geçmiş en iyi jenerasyon’ diyorlardı. Bunu biz de biliyorduk ama daha ilerisini göremiyorduk. Ne zaman hepimiz PAF takıma çıktık, “Tamam, biz Galatasaray’ın lokomotifi olacağız” demeye başladık. Ama bazı sorunlar yaşandı. Babamız gibi gördüğümüz hocamız Ahmet Genç’i görevden aldılar. O gidince moral bozuklukları başladı. A Takım’a çıktığımızda, Galatasaray’da ülkenin en iyi oyuncuları vardı. İlk başta onlara karşı bir tehdit oluşturamadık ama sonrasında kendimizi hissettirmeye başladık. Bu sefer de üst üste hoca değişimleri yaşandı. Mesela ben hem Fatih Terim hem Gheorghe Hagi döneminde forma giydim ama Eric Gerets şans vermedi. Sonrasında yaprak dökümleri başladı.”

12 Yıllık Esaret

Dereağzı’ndaki o maçtan 12 sene sonra iki arkadaş bir araya geldiler. Bulundukları mekânda Darıca Gençlerbirliği-Beşiktaş maçı açıktı. Ekrana baktıkları bir anda Cafercan’ı gördüler. Ardından o kuşağın tüm isimlerini teker teker andılar. Bir hafta sonra Cafercan’ın telefonu çaldı:

-Cafercan, seninle bir röportaj yapmak istiyoruz. Yarım saat ayırabilir misin?

-Yarım saat uzun olmaz mı?

-Haklısın ama seninle röportaj yapmamızı isteyen futbolseverler var.

-Abi yanlış oldu galiba... Cafer ben?!

Yarı şaka yarı ciddi bir cevaptı. Paralel bir evrende, Cafercan Aksu ile röportaj yapmak isteyen muhabirler hem maç takvimini, hem menajerlerin isteklerini, hem de kurumsallaşmış kulüplerin izinlerini beklemek zorunda olabilirdi. Gerçek hayat ise hayal edilenden çok daha farklı ilerlemişti ve duruma en çok şaşıran da hikâyenin baş kahramanıydı.

Perde Açılıyor

Dereağzı’ndaki maçın bir sene sonrası. Şampiyonluk yarışında Fenerbahçe ile çekişen Galatasaray, Ali Sami Yen Stadı’nda Gençlerbirliği’ni konuk eder ve 1-0 öne geçtiği maçta 2-1 yenik duruma düşer. Stadın baskıyı oyunculara yıktığı anlarda saha kenarı hareketlenir. Takımın en kariyerli ismi Hakan Şükür oyundan çıkar, yerine 18 yaşındaki Cafercan girer.

“Hakan Şükür oyundan çıkarken Hagi’ye hareketler yaptı, maçın geri kalanını da kale arkasından izledi. Hagi maçtan sonra ‘Cafercan’ı orta yapsın diye oyuna aldım’ dedi. Ama oyundan çıkardığı Hakan Şükür’dü! Beni bitirmek için kurulmuş bir tuzak gibiydi.

Hagi gençler üzerinde duruyordu. Gitmeseydi bizim de kariyerlerimiz çok farklı ilerleyebilirdi. Ama belki de bana en büyük kötülüğü yapan Hagi’dir. Beni öyle bir anda oyuna attı, bir iyilik yaptı ama 11 sene sonra hâlâ bu maç konuşuluyorsa demek ki kötülük yapmış.

Aslında o sezon ilk kez Malatyaspor maçında oynamıştım. Maçtan sonra beni milli takıma çağırdılar ama Galatasaray göndermedi. Ertesi haftaki Ankaragücü maçında beni oynatmayı düşünüyorlardı. İdmanlarda ilk 11’deydim. O hafta acayip çalışmıştım. ‘Bu işi kıvırdım, artık Galatasaray’ın futbolcusu oluyorum’ demeye başlamıştım.

19 kişi Ankara’ya gittik, ilk 18’e giremeyen ben oldum! Yıkıldım. Kırılma orada başladı. Gençlerbirliği maçı ise tuzu biberi oldu.”

Kapışma

2005 yılında Cafercan’ın sebep olduğu tek kapışma Hakan Şükür ile Hagi arasında değildi. Yılın hemen başında Fenerbahçe’nin gündemine gelmiş, bu sayede spor basınının en gözde konularından olmuştu.

“Daha öncesinde Arsenal, Newcastle United ve Fiorentina da beni istemişti. Hatta Gündüz Tekin Onay bana, ‘Bence Newcastle’a git, sana büyük katkısı olur’ demişti. 15 yaşındaydım. Çocuk aklımla düşünmeye başladım. 13 yaşında Antalya’dan İstanbul’a gelmiştim. Antalya’ya zar zor gidebiliyor, ailemi kırk yılda bir görebiliyordum. Bir de İngiltere’ye gidersem ne yapardım? Futbolu değil, ailemi düşünüyordum. Galatasaray ile profesyonel sözleşme imzalamamıştım. Fenerbahçe de o dönemde çıktı, istekli de davrandılar. Güzel para veriyorlardı. Ama ben istemedim. Sonuçta ailecek Galatasaraylıydık. Ama bazen ‘Keşke olmasaydık’ derim. Başka bir takıma gitseydim, belki şimdi üst düzey futbolcu olacaktım.”

Mukaddes Vazife

U-15, 16, 17, 18, 19... Geleceğin yıldız adayının Florya ile Riva arasında mekik dokuduğu yıllar. Galatasaray’da şans bulamaz belki ama alt yaş kategorilerinde milli forma sırtından çıkmaz. Hatta 2004 yılında, bir ay arayla önce U-17 Avrupa Şampiyonası’nda, sonra da kendisinden büyüklerle U-19 Avrupa Şampiyonası’nda yer alır. Gelecek onundur sanki...

“Riva benim evim gibiydi. Bir odadan çıkıp 85’lilerin takımına, oradan çıkıp 87’lilerin takımına gidiyordum. Devamlı milli takımdaydım. Galatasaray’da idmana bile çıkamıyordum. Sadece biz Galatasaraylılar değil; Beşiktaş’tan, Trabzonspor’dan da çok yetenekli arkadaşlarımız vardı. Avrupa U-19 Şampiyonası’nda final oynadık. O takımdaki tek 87’li bendim. Rüya gibi bir turnuvaydı. Bizim için gruptan çıkmak bile başarı gösteriliyordu. Kimse bize şans vermiyordu. İspanya ile final oynadık. Ben sol açıktım, karşımda sağ bek olarak Sergio Ramos oynuyordu.”

Yerdeki Yıldızlar

2005’ten sonrası Galatasaray için istikrarsız bir dönemdi. Şampiyon da olundu, beşinci de... Kulüpteki karışıklık gençlere de yansıdı. Hemen hepsi için, kiralık sezonlar başladı. Cafercan, dört sezonda dört ayrı 1. Lig takımında forma giydi.

O dört sezonun ardından da yavaş yavaş gözden düşmeye başladı. Artık Galatasaray’da yeni bir kahraman vardı; Cafercan’ın sınıf arkadaşı Arda Turan, takımın kaptanıydı.

“Olimpik Milli Takım’da gol kralı olduğum yaz Hagi gitti, Gerets geldi. Hagi kalsaydı, ayrılmak aklımın ucundan geçmezdi. Gerets ise tecrübeli isimleri tercih etti. Bir ara sakatların sayısı artmış, Hasan Kabze de Üniversite Milli Takımı’na gitmişti. Ama buna rağmen Gerets, Hasan Kabze’yi İzmir’den çağırıp oynattı. Sinirlenmiştim; çünkü benim de artık bir yerden başlamam lazımdı.

Böyle dönemlerde iyi insanlarla karşılaşmak çok önemli. Menajer hatası ile Rizespor’a kiralandım. Altyapıdan hocam Metin Yıldız oradaydı. Kariyerime en büyük baltayı o vurdu. Metin Hoca beni Rize’ye götürdü ama hiç oynatmadı. O dönem Arda, Manisaspor’a gitmişti. Metin Yıldız’ın yıllardır bir tane takım almışlığı yok. Ama Manisaspor’da teknik direktör Ersun Yanal’dı. İyi hocadan daha önemli ne var ki? 18 yaşındaydım. Ne annem yanımdaydı ne babam... Hocamdan başka kime güvenebilirdim? Zaten kulüpten de aforoz etmişlerdi. Bir başıma kalmıştım! Kaçınılmaz son oldu.

Rize’nin ardından bir kez daha kiralanmam normaldi. İstanbul BB Spor’a gittim. Orada yine altyapıdan hocam Abdullah Avcı vardı. Süper Lig’den teklifler vardı ama ben hocamın takımını tercih ettim. Sezon başında devamlı oynattı ama sonra kesti. 28 maça çıktım. Ertesi sezon Orduspor’da 32 maçta oynadım. Her defasında Galatasaray’a dönmeme rağmen hiç kamp göremedim. Belki bir kampa gitsem kendimi gösterecektim ama olmadı, bari en azından kamptan sonra gönderselerdi. O tercihlerde Adnan Sezgin’in payı çok fazladır. Devamlı bizi isteyen kulüpler oluyordu. O da ne koparsam kârdır diye düşünüyordu.

Galatasaray’da el bebek gül bebektik. Gittiğimiz yerlerde o ortamı bulamadık. Şampiyonluk hedefleyen bir alt lig takımında size Galatasaray’daki gibi bakmıyorlar. İnsan sudan çıkmış balığa dönüyor. Belki de alt liglerde başlayıp yavaş yavaş yukarıya çıkmamız gerekiyordu ama yukarıdan aşağıya düştük.”

Hesaplaşma

Konya, Bolu, Giresun, Tavşanlı, İzmir, Kocaeli, Kırklareli, Darıca... Florya’dan sonra uğranan duraklar bir gezi programı gibi. Oysa paralel bir evrende farklı bir gezi programı olabilirdi bu, rotası Avrupa şehirlerinden geçen...

“Dört sezon alt ligde oynayınca, Süper Lig’e çıkmak da zorlaşıyor. Psikolojik durumum da kötüydü. Mesela dört sene üst üste Antalyaspor ile anlaştım ama bir şekilde imzalayamadım. Antalyalı olduğum için Antalyaspor’da oynamak, kendi evimden gidip gelmek istedim ama bir türlü olmadı. En son iki sezon önce kulüple görüştüm, parada da anlaştık ama imza için ses çıkmadı. Hocayı aradım ‘Yönetimden’, yönetimi aradım ‘Hocadan’ dediler.

Tavşanlı’da kariyerimin en iyi sezonunu geçirdikten sonra Karşıyaka’yı tercih ettim. Oysa Okan Buruk’un çalıştırdığı Elazığspor’a gidebilirdim ama hiç para veremediler. Ankaraspor’a gidecektim, orada da bir sürü engel çıkardılar. O yüzden Karşıyaka’ya gittim ama kendimi oraya ait hissedemedim. Konya Şekerspor’da inanılmaz bir sezon geçirdim, ardından Gençlerbirliği’ne gittim. Tekrar ligi yakaladım diye düşündüm ama o da benim için hataydı. Yanlış tercihler yaptım ama ne yaşadıysam duygusallığımdan yaşadım. 30 yaşıma geldim ama hâlâ saha içinde bir olumsuz hareket yapsam oraya takılır kalırım.”

Bugün Aslında Dündü

15 seneye yaklaşan kariyeri özetleyen yarım saatlik telefon konuşmasının sonu geliyordu. Artık ne geçmişteydik, ne paralel evrende. Sadece geriye dönüp ufak bir bakış atabilirdik. O bakışın ardından pişmanlık çıkar mıydı? Beklentinin altında kaldığını kabul eden bir futbolcu, futbola artık kötü gözle bakar mıydı?

“Kendimi bildim bileli futbol oynuyorum. 2.5 yaşımda topa vururken fotoğrafımı çekmişler. Futbolcu olmasaydım ayıp olurdu. Ama kendimi hiç böyle hayal etmemiştim. Bazen düşünüyorum ve ‘Bir daha futbola başlasam bu kadar olmaz’ diyorum. Şu an bile Süper Lig imkânım olsa, çok daha iyi oynarım.”

Röportaj bitti. Telefonlar kapandı ama çok kısa bir süre sonra yeni bir arama gerçekleşti. Bu sefer arayan Cafercan’dı.

— Ya sormayı unuttum, başlığı ne yapacaksınız?

— Şu an bilmiyorum, ben de onu düşünüyorum. Var mı aklında bir şey?

— Senden ricam ‘Kaybolan Çocuk’ falan gibi bir şey atmazsan sevinirim. Herkes aynı şekilde bahsediyor zaten.

12 yıllık öykünün özeti, tam da bu diyalog gibiydi. Kendi hikâyesinin başlığından emin olmayan ama ne olmaması gerektiğini bilen birinin öyküsü; kariyerindeki tüm başlıkları kendisinin değil, hayatına girenlerin attığı birinin...

Socrates Dergi