İlyas'tan Önceki İlyas

15 dk

Türk futbolunun minik dev adamıydı İlyas Tüfekçi. Seksenli yıllarda Fenerbahçe, Galatasaray ve milli takım formasıyla yaptıklarını herkese ezberletti. Bizse onunla daha öncesini, Almanya günlerini konuştuk.

Futbol hikâyem, babamla başladı. 15 yaşında Galata’nın A takımına yükselmiş. Çok kuvvetli bir adamdı. Sadece Galata’da oynadı. Bir de 17 yaşında, bir sene Fenerbahçe genç takımında oynamış, Can Bartu’yla beraber.

Çocukluğum İstanbul’da, eski Fatih’te geçti. Ben dört yaşındayken babam inşaat işçisi olarak Almanya’ya, Berlin’e gitti. Bir yıl sonra annem, abim ve ben de onun yanına taşındık ama annem yapamadı, yine bir yıl içinde geri döndük. İlkokulu okudum, 1971’de bu defa temelli gittik.

Almanya’da özel Türk sınıfındaydım, öğretmenimiz de Türk’tü. Teneffüste top oynarken onun dikkatini çekmişim, beni okul takımına aldılar. Düşün; hiç Almanca bilmiyorum, takımda da tek Türk benim. Nasıl oynadığıma hayret ediyorum, fazla da hatırlamıyorum ama sağ açık oynayıp gol attığımı unutmuyorum. Okul maçında iyi oynayınca sınıf arkadaşım Mustafa beni kendi oynadığı kulübe çağırdı. Aklıma yattı hemen, antrenman sahası da evimize yakın. Gittim yazıldım.

BBC Südost’tu takımın adı. Çok iyi oynuyordum. Bir yıl içinde şöhretim yayılmaya başladı, ‘Küçük Türk’ diye. Oranın zengin kulüpleri beni almak istedi. Ama ben garibanların takımında kaldım. Arkadaşlarımı, hocamı seviyordum. Bir de bana bazı imkânlar tanındı. Almanya bu konuda çok disiplinli ve düzenliydi. Mesela o yaşta bize aylık bir ücret yatardı. Bana, buna ilaveten bir futbol ayakkabısı aldılar. Bazen annem maça göndermiyordu çok yorulduğum için. Alman hoca eve gelip diz çöküyordu annemin önünde.

Ben 13 yaşındayken Berlin’in çok uzak bir yerine taşındık. Şehrin en zengin takımlarından biri teklifte bulundu. Ama ben 3-4 ay eski kulübümde devam ettim. İki otobüs, bir trenle gidiyordum antrenmana. Bir yandan okul var, antrenmandan eve dönüşüm gece yarılarını buluyor. Baktım olmuyor, mecbur kaldım takım değiştirmeye. Gittiğim takım TuS Wannsee’ydi, çok da rahattım. Kulüp bana eşofman ve yol parası veriyordu. Bir tek bana; diğerleri zaten zengin çocuklarıydı. Bir yıl içinde Berlin’in en büyük kulüpleri beni istemeye başladı.

Hayatımın en önemli olaylarından biri gerçekleşti o sırada. Sahamızın yanında federasyonun tesisleri vardı. Almanya, şampiyonalara orada hazırlanırdı. Federasyon bir antrenörlük kursu düzenlemiş, bizim sahada yapılıyor. Bizi de kobay olarak aldılar. Kursu veren kişi, Berlin’in eyalet başantrenörü. Beni çağırdı, pazartesi kamp yerine gelmemi söyledi. Gittim, Berlin Karması çalışıyor... Cuma günü Almanya Şampiyonası’na gideceklermiş. Farz et ki o takımda herkes Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş’tan seçilme; ben Maltepespor’dan geliyorum. Ama antrenmanda beni görsen; çok iyiyim, uçuyorum. Takımın sağ açığı ünlü Pierre Littbarski’ydi. Perşembe günü kadro açıklandı; Littbarski kaldı, beni götürdüler. Hüngür hüngür ağladı Littbarski, arkadaşları epey teselli etti. Biz gittik, çok iyi oynadım. Ama o şampiyonadan sonra hep Littbarski’yle birlikte oynadık. O sağ açık oynadı, ben de orta saha ve forvet.

Şehrin En Büyüğü

Bir süre sonra Hertha’ya geçtim ben, şehrin en büyük takımına. 1977’de, bir kez daha Almanya Şampiyonası’na gittik, Littbarski falan, müthiş oynadık. İkimiz de genç milli takıma seçildik. Seçen kim, biliyor musun? Jupp Derwall. Fakat ben, Türk Milli Takımı’nda oynamak istediğimi söyledim ve teşekkür ederek reddettim. Tabii o günlerde Türkiye’de benden haberdar bir kişi bile yok.

17 yaşında profesyonel mukavele yaptılar benimle. Babamın o sıra güzel bir işi vardı, postanede çalışıyordu ve 1400 Mark alıyordu. Altı aylık deneme mukavelem sırasında ben 1700 Mark kazanıyordum. Tabii ben televizyonda izlediğim adamlarla antrenman yaptığım için heyecanlıydım, parayı zaten kuruşuna dokunmadan anneme veriyordum. Herkes Chrysler’le gidip gelirken ben trenle, otobüsle gidiyordum idmana. Dönüşte ünlü futbolcular beni evime yakın bir yerde bırakıyordu. Altı ay sonra 3000 Mark yaptılar maaşımı, kendime bir Vosvos aldım. Bundesliga takımlarından biri olan Hertha Berlin’in ana kadrosunda bulunuyordum. Üstelik çok iyi takımdık, ligi üçüncü bitirdik.

Almanların spora bakış açısı, adaleti muazzam. Hiçbir şeye bakmazlar. İyi topçu mu? Bitti. Mesela, başkan beni çok severdi. Altyapıda yetişmişim, dört senedir her yaş grubunda takımı taşıyorum, her sene gol kralı olmuşum. Beni evladı gibi görüyor, oynayayım istiyor ama hoca dinlemiyor. Başkan çağırdı beni sonunda. Berlin’in tam merkezinde kocaman bir restoranı vardı, gittim. Mukavelem bitiyordu, “Oğlum, sana ne kadar para istersen vereceğim” dedi. Ben parayı değil, oynamak istediğimi söyledim. Teknik direktörümüz de Hamburg’la Avrupa’da kupa kazanmış bir adam; Kuno Klötzer. “Sen de biliyorsun başkan, beni oynatmayacak burada” falan dedim. Adam bana aylık 8000 Mark teklif etti. Çılgın bir paraydı ama ben oynamak istiyordum.

İşte o günlerde, bana en büyük yardımı o eyalet başantrenörü verdi; Adolf Remy. Adolf’un benim üzerimde çok büyük bir emeği var. Beni keşfettiği 1974 senesinden itibaren özel antrenmanlar yaptırdı, elini üzerimden hiç çekmedi. Neyse, Adolf’a durumu anlattım. Bölgede etkili olan bir menajeri aradı, bir süre sonra “Tamam, Stuttgart’ta oynayacaksın. Ayda 3500 Mark, üç senelik mukavele, her şey tamam” dedi. Berlin’de sevgilimi, ailemi, arkadaşlarımı ve büyük bir parayı bırakıyordum. Kolay yol varken zoru seçtim. Stuttgart, Bundesliga’nın en genç kadrosuna sahip takımdı ve iki yıldır ligi ilk üçte bitiriyorlardı. Ben de 19 yaşındayım, beni amatör takımda oynatıyorlar, üçüncü ligde. A takımda antrenman yapıyorum, amatöre gidip müthiş oynuyorum. Nitekim takımı şampiyon yaptım ve gol kralı oldum. Yarıştığımız üç kupanın üçünü de aldık ve beni hemen A takıma aldılar.

Kulelere Karşı

Santrfor oynuyorum. Bir de Bernd Klotz var; 21 yaşında, yarma gibi adam. O zaman Almanya’da kule forvet modaydı. Bayern’de Dieter Hoeness, Hamburg’da da Horst Hrubesch vardı. Bizde de hoca Klotz’u monte edecekti takıma. O 70 dakika oynuyor, ben 20. O 60, ben 30. Altı tane hazırlık maçı yaptık, 10 gol mü ne attım. Lig başladı, ben yine kenardayım. Bir de iki yabancı hakkı var, ona takılıyorum. Yabancılar da yabancı hani. Bir tanesi Avusturyalı Roland Hattenberger, milli takımın on sene değişmeyen orta saha oyuncusu. Öbürü de Yugoslav ve öyle sıradan bir Yugoslav da değil; Dragan Holcer. Yıllarca Yugoslavya’nın kaptanlığını yapmış, Pele’nin jübilesinde Pele’yle forma değiştirmiş adam. Üstelik ikisi de sadece çıkıp futbol oynamamış, kulübe büyük hizmetler vermiş isimlerdi. Holcer’in, Förster Kardeşler, Hattenberger’in de Hansi Müller üzerinde çok emeği vardı. Sevilip sayılan bu oyunculara karşı hiç şansım yoktu.

Neyse ki Avrupa kupalarında yabancı sorunu yoktu. Orada oynattılar beni. UEFA Kupası birinci tur maçları sonunda, Avrupa’da oynayan beş Alman takımının oyuncuları arasında en iyisi seçildim. Tur atladık, ikinci turda da gol attım, attırdım. Ardından taraftar bana büyük bir destek göstermeye başladı, lig maçlarında lehime tezahürat yaptılar. Ama hoca yıllarca beraber mücadele ettiği, takımda ağırlığı olan o adamları satamıyordu. Hâliyle ben yedek kaldım ama oynamam lazım yani. Santrforda da tık yok. En son, Dortmund maçında Hattenberger kırmızı kart gördü, ben takıma girdim. Ondan sonra da hep oynadım, hoca diğer iki oyuncu arasında tercih yapmak zorunda kaldı. Hattenberger liberoya kaydırıldı, Holcer kenara alındı. Santrfor Klotz da kayboldu gitti zaten. Almanlar böyle işte, her zaman adaletliler.

Stuttgart’ta sezonun en çok gol atan oyuncusu olmuştum. Sonra olmayacak bir şey oldu. Klotz’u gönderip Dieter Müller’i transfer ettiler. 2 milyon Mark, yılın en büyük transferi. Milli takım santrforunu alınca onu oynatmaya başladılar ama Klotz’la yaşananların aynısı tekrarlandı. Hazırlık maçlarında Müller fıs, ben giriyorum, tak gol. Hoca baktı yine beni oynatmaya mecbur kalacak, anladığım kadarıyla bir plan yaptı. O sezon tarihinde ilk kez küme düşen Schalke’nin genel menajeri geldi, “Stuttgart’ta ne kazanıyorsan iki katını garanti ediyorum. Başka bir şey daha; sana oynamayı vadediyorum. Tüm yetki bende” dedi. Odada üç kişiyiz: Ben, hocamız Sundermann ve Schalke menajeri. Bir de eski takım arkadaşıymış bunlar. Hocaya döndüm, “Para falan istemiyorum, aldığın Müller’i de yiyeceğim, bak görürsün. Gitmiyorum” dedim. O da zaten kalmamı istediğini belirtti ama aslında Müller’e baskı yarattığım için gitmemi istiyordu.

Aradan 10-15 gün geçti, bu arada lig maçları başladı ama 15-20 dakika oynuyorum. İzlanda-Türkiye maçını oynadım, dönüşte uçak Düsseldorf’a indi. Ben oradan Stuttgart’a geçeceğim, Türkiye kafilesi İstanbul’a aktarma yapacak. Uçağa bindim, hostesler beni kendi koltuğumdan başka bir yere yönlendirdi. Beş dakika sonra Schalke menajeri geldi, tak diye yanıma oturdu. Başta tesadüf sandım, havadan sudan konuşmaya başladık. Uçaktan indiğimizde anlaşmıştık. Düşündüm; hem daha fazla para hem de oynama garantisi veriyor adam. 30 maç banko oynadım Schalke’de. Gol attım, attırdım, şampiyon olduk. Takım, tekrar Bundesliga’ya çıktı. Ama sonraki sezon yine düştük.

Orada Werner Lorant’la takım arkadaşıydık. O da benim gibi bekârdı. Apart otelde kalıyorduk, odalarımız da yan yanaydı. Hep beraberdik, her yere birlikte gidiyorduk. İyi zaman geçirdim Schalke’de…

Ardından, Schalke menajerinin yaptığını Ali Şen yaptı. Küme düştüğümüzün ertesi sabahı aradı beni, “Seni Fenerbahçe’ye alacağım” dedi ve işin peşini bırakmadı. Almanya günlerim de böyle bitti.

Ya Bıyık Ya Milli Takım

En iyi zamanımda çağırmadılar beni milli takıma. Dünyanın en zor liginin en formda, en iyi futbolcularından biri olarak gösteriliyorum ama Türkiye’de kimsenin haberi yok. Milli takım teknik direktörü Özkan Sümer’e gazeteciler benimle ilgili bir soru sormuş, cevap: “Bir görmem lazım.” Genç milli takıma ilk geldiğimde A milli takımda oynayacak seviyedeydim. Almanlar bunun farkındaydı ama bizimkiler değildi.

Eski Ankara Demirsporlu Hayrettin Karaman, bir federasyon yetkilisine önermiş beni. Gelip izlediler. Onun hatrına, “20 Şubat’ta (1978) Bursa Aden Otel’e gelsin” diyerek ümit milli takıma davet ettiler. Gittim, küçük bir adam gördüler, bıyıklı falan, futbolcuya benzetemediler herhâlde, “Bu bıyığı kes” dediler. “Futboluma mı bakacaksınız, bıyığıma mı?” diye cevap verdim. Bir anda hocayla tartışma boyutuna geldi iş, ya bıyık gidecek ya ben geri döneceğim. Babamın işçi maaşından bilet alıp gitmişim, dönmek olmaz. Hiç bıyık sevdalısı olmadım, hayatımda ilk defa bırakmıştım ama keserken çok sinirlendim. Rahmetli Selçuk Yula çok matrak anlatırdı, “Biz seni futbolcuya benzetemedik ama antrenman başladı, beş dakika sonra birbirimize baktık ‘Ulan bu nasıl futbolcu’ dedik” diye. O antrenmandan iki gün sonra Romanya maçında 2-0 yenikken oyuna girdim, bir gol bir asistimle 2-2 bitti maç.

Herkes bugün bile “Gurbetçi oyunculara mı kaldık?” diyor ama yükseliş o topçuların gelmesiyle başladı. Türkiye’de futbolcu yetişmiyor, bu zihniyetle yetişme şansı da yok. 20 sene evvel, “İleride Türkiye Milli Takımı sadece Almanya’da doğan çocuklardan oluşacak” dedim. Kaçınılmaz bir şey bu.

Adolf Remy 80 yaşında ve hâlâ scout’luk yapıyor. Üç sene evvel Abdullah Avcı ile Bremen’deki Genç Milli Takımlar Şampiyonası’na gittik, orada onu gördüm, duygulandık çok. Oradakilere “İlyas nasıl futbolcuydu, biliyor musunuz?” diye sordu. Herkes dikkatle dinliyor, adam tarih… “Gece 2’de arayın, antrenman var diye; siz telefonu kapatmadan evvel yola çıkar” dedi. Kırk sene geçmiş, adamda bıraktığım intibaya bak.

"Bu parayı nasıl verdiler?"

Stuttgart’a benimle aynı gün imza atan bir oyuncu daha vardı: Joachim Löw. Freiburg’da çok iyi bir sezon geçirmiş, ümit milli takım oyuncusu olarak gelmişti ve geleceğin yıldız adayı konumundaydı. Transferi için 700 bin Mark ödenmişti, büyük paraydı. Ama bana hiç de öyle yetenekli gelmiyordu. Antrenmanlarda Löw’e bakıp, “Ulan, ben bundan çok daha iyiyim. Buna o kadar parayı nasıl verdiler?” diyordum kendi kendime. Haklı çıktım ama. Üst seviyede başarılı olamadı.

Sarı Dev

Hans-Peter Briegel, maçlarda benimle adam adama oynardı, Alman Milli Takımı’nın değişmez stoperi, sol beki. Kaiserslautern’le oynadığımız her maçta karşımdaydı. Dev gibi bir herifti. Normalde yapılı futbolcular ağır olur, değil mi? Yok, adam 1.90 ama çabuk da... Dekatloncuydu zaten. Beni ilk 10 metrede kimse geçemezdi ama Briegel geçiyordu. Kocaman ayakları, atletik vücudu… İnanılmazdı.

Socrates Dergi