İmkânsızın Şarkısı

10 dk

Tam zirveye doğru giderken dibe çökmek ve sıfırdan başlamak... Pek tabii bir spor filminin sinopsisi için uygun bir cümle olabilir. Fatih Arda İpcioğlu, yakın dönemde bu duyguyu bizzat yaşayıp ayağa kalkmayı başardı. İpcioğlu ile Pekin öncesi dünü ve bugünü konuştuk...

2009 yazıydı. Eurosport'a yeni girmiştim. "Acaba kaç ay sonra mikrofon görürüm?" diye kendi kendime sorarak, etrafımda yayına koşturan spikerleri seyrediyordum ki garip bir şey oldu: Bir hafta sonra yayına çıktım. Yetmedi, -birkaç ay sonra kış sporlarına spiker ihtiyacı hasıl olacağından- görünce ağzım açık şekilde televizyona baktığım kayakla atlamayı anlatmak için çalışmaya başlamam gerektiğini söyledi Bağış Erten.

Zorunlu bir tanışmaydı bizimkisi. "Bundan sonra bu senin sporun, ikinci spikeri sensin" dediklerinde biraz görücü usulü olduğunu hissetmiştim. Bir yandan iyiydi. Çünkü spikerliğe yeni başlayan biri için risk taşımıyordu. Ne izleyeni vardı ne de bileni. Ortalama Türk sporseverinin dahi ahkâm kesemeyeceği bir spor olduğundan anlatımı rahattı. Bir yandan da kötüydü. Ülkede kış sporları kültürünün kar üstünde biraz kaydıktan sonra sucuk ekmek yemekle sınırlı olmasının etkisiyle, ne doğru düzgün bağ kurabiliyordum kayakla atlamayla ne de seyircinin takip ettiğini hissediyordum. Sporcumuz yok gibi bir şeydi. 10-12 yaşlarında birkaç çocuğun seçmeleri haber oluyordu, ben de tek tük gelen sorularda, bilgi olsun diye yayında onlardan bahsediyordum. Gerçi çok da yayına çıkmıyordum ama gün geldi, kayakla atlamanın birinci spikeri Onur Salman ayrıldı. İş bana kaldı. Artık bağ kurmanın zamanı gelmişti. Öyle bir bağ kurmuşum ki, iki senedir anlatmamama hatta göz ucuyla takip etmeme rağmen, Fatih Arda İpcioğlu'na görüntülü bağlanıp muhabbete başlayınca gözlerim doldu...

Görenin asla kapatmadığı, biraz delice, çokça saçma bulduğu, izlemekten yine de kendini alamadığı bir spordur kayakla atlama. Her kış sporu gibi ama her kış sporundan biraz daha uzaktır bize. "Tamam, bir çocuk için herhangi bir spora başlamak zordur ama bize o kadar uzak bir şeydi ki kayakla atlama en başında... Yürümeyi yeni öğrenen birine 'Tamam, şimdi de uç' demişler gibi hissetmiştim" diye başlıyor Arda. "2009'daki ilk kampımızı biliyorsun... Başladığımızda Erzurum'da kuleler yoktu. Çocuktuk, dil bilmiyorduk. Hocalarımızla hatta gördüğümüz herhangi bir insanla anlaşamıyorduk. Ailelerimizden uzaktık, ha deyince haberleşemiyorduk. Antrenman, yemek, kayak... Bu kadar. Evet, yakın zamanda Erzurum'a kuleler yapılacağını biliyorduk ama her şey aslında küçük çocukların yurtdışındaki otel odalarında ailelerini özlediği, çoğunlukla eve dönmek istediği dönemlerle başladı. Hatta kampa geldiğimizin ertesi günü ağlayarak eve dönenler oldu. Psikolojik olarak zaten zor bir spor, bir de üstüne yalnızlık... Toplamda 21 kişiydi o kamp. Şimdi bakıyorum, o ilk kamptan sadece ben kalmışım."

"Toplamda 21 kişiydi o kamp. Şimdi bakıyorum, o ilk kamptan sadece ben kalmışım."

"Toplamda 21 kişiydi o kamp. Şimdi bakıyorum, o ilk kamptan sadece ben kalmışım."

2011 Kış Üniversite Oyunları'nı hatırlayanlar vardır belki. İnsanların Erzurum'daki kayakla atlama kulelerinde yapılan yarışları izlemek için duvarların üstünden atladığı, arabaların yolun kenarına çekilip "Beleştepe" olarak kullanıldığı, sanırım bugüne kadar Türk kış sporları tarihinin en ilgi toplayan organizasyonuydu. O dönemde, 2007'deki seçmelerle milli takıma giren Samet Karta ve Faik Yüksel -ki şu anda kayakla atlama milli takımımızın antrenörleri olarak görev yapıyorlar- yarışmaya aday iki sporcumuzdu.

Sadece özel izin alan Faik Yüksel yarışabildi. Normal tepe yarışında 25'inci, büyük tepede ise 24'üncü oldu. Gerçi hangi sırayı aldığının önemi yoktu. Erzurum öyle bir kucaklamıştı ki bu sporu, Arda ve arkadaşları belki de gelecek görmeye başlamışlardı...

"Faik Abi o gün atladığında aslında nereye atladığının, ne yaptığının çok önemi yoktu. O gün ilk kez bir Türk, böyle bir yarışta atladı. Hem de tamamen dolu bir stadyumun önünde. Sanırım ilk kez o zaman 'Bu iş olacak' demiştim. Çünkü gördüğüm atmosfer bir futbol stadyumundan farksızdı."

Farklı bir süreç başladı tabii ki 2011'deki Üniversite Oyunları ile birlikte. Universiade'daki ilgi herkesin iştahını kabartmış, üstüne bir sene sonrası için Kış Sporları U23 Dünya Şampiyonası ev sahipliği alınmıştı. Kış sporlarına ilgi büyüyordu. Bununla birlikte sporcuların artık Erzurum'da antrenman yapılabilecek bir yerleri, kuleleri vardı. Artık tek seçenek yurtdışına gitmek değildi. Ailelerini görebiliyor, yaşıtları gibi arkadaşlarıyla görüşebiliyorlardı. Tabii yine de her hafta sonu bir yarış olduğu için sürekli seyahat halindelerdi ama hiç eve uğramamaktan yeğdir.

"2011 sonrasında girdiğimiz tempo çok yoğundu. O dönem uluslararası ne kadar yarış varsa -FIS Kupası (Kayakla atlamanın üçüncü seviye turnuvası) veya Kıtalararası Kupa (İkinci seviye)- tecrübe olsun diye hepsine gitmeye başladık. Çok zordu tabii... Tamam, belki kulelerde, evimizde antrenman yapabiliyorduk ama her hafta sonu dünyanın bir ucunda yarışımız oluyordu... Erzurum'a gel, pazartesi dinlen, salı-çarşamba antrenman yap, perşembeye doğru yine yola çık... Kayakla atlama biraz garip; dünya üzerinde çok fazla tesis yok. Olan tesisler de büyük şehirlerde değil. Yani yolu da yolculuğu da zor. Hele ki küçük çocuklar için."

"Tamam, kulelerde, evimizde antrenman yapabiliyorduk ama her hafta sonu dünyanın bir ucunda bir yarışımız oluyordu…"

"Tamam, kulelerde, evimizde antrenman yapabiliyorduk ama her hafta sonu dünyanın bir ucunda bir yarışımız oluyordu…"

Takvimler 2012'yi gösterdiğinde milli takımımız FIS Kupası'nda yavaş yavaş boy göstermeye başlamıştı, Arda da... Kıtalararası Kupa'da sporcularımızın isimleri geçiyor, sıralamalar yukarıya doğru gidiyordu. Aslında bu kadar güzel bir başlangıç sonrasında, her şeyin zirve yapacağı yer yine Erzurum, U23 Dünya Şampiyonası olmalıydı ama hiç öyle olmadı.

"Aslında U23'ün daha iyi olması lazımdı ama organizasyonla kimse ilgilenmedi. Şöyle özetleyeyim: Erzurum'da insanlar yarışların yapılacağını dahi bilmiyorlardı. Sanırım biraz da 'Nasıl olsa geçen seneki gibi olur' diye düşünüp rehavete kapıldılar. Ne bir bilet çıktı piyasaya ne billboard asıldı. Kimse izlemedi. 'Az izlendi' demiyorum bakın, sıfır seyirci! Ki aslında bilenin izlediği bir spor değil bu, herkesin ilgisini çeker."

Büyük bir şoktu tabii. Bir sene önce inanılmaz bir teveccüh, bir sene sonra ölü yatırım gibi gözüken bir organizasyon. Kaldı ki, oradan sonra işin içine yönetim sıkıntıları girdi. Ödeneklerde sorunlar, kesintiler yaşandı; seçimler öncesi federasyon hafiften karışır gibi oldu ve olay spordan uzaklaştı. Ama felaketler bununla sınırlı kalmayacaktı. 2014 yazında Kiremitliktepe kayakla atlama kuleleri çöktü!

"Rampaların çökmesinden önce biz kamptaydık. Kamp oteli de çöken rampaların hemen yanındaki binadır. Bir sabah alelacele gelip 'Acil boşaltın burayı, toprak kayması olacak' dediler. Sabah evlere gittik, akşamüstü rampalar çöktü, akşam babamın arabasını alıp rampaların karşısındaki yola çektim, ağlamaya başladım. Bittik çünkü. Elle tutulur bir başarı yok, daha yeni yeni başlayan bir branş, milyonlarca liralık bu işin altına bir daha kimse girmez... Biz hatta İrfan'la (Çintimar) üniversitede 'Sporu bıraktıktan sonra ne yapsak?' diye konuşmaya başlamıştık. Hiç beklemiyordum ama yeniden inşa ettiler..."

Neyse ki tesisler yeniden inşa edildi ama o dönem, hele ki gelişmekte olan bir kayakla atlamacı için tam anlamıyla felaket tabii. Aylarca atlayış yapılmayan dönemler, bomboş geçen bir süre, gelişimi tamamen duran çocuklar ve bitme noktasına gelen kariyerler.

"Bizim çok avantajımız var aslında" diyor Arda. "Erzurum mesela... Hem kışı çok erken hem de yazı tertemiz. Pekka Niemela hocamızken hep 'Çocuklar siz bayağı şanslısınız, böyle bir kamp yeri yok' derdi. Yani çok ciddi bir şeyden bahsetmiyoruz, biraz bakım yapılsa dünyanın en çok tercih edilen kamp yeri olurdu Erzurum. Her şeyin ortasında çünkü. Avrupa'ya inanılmaz yakın. Ama olmadı."

"Frank'e 'Hocam, bize inan, güven, bak göreceksin' dedim. Başta inanmadı ama sonrası acayip oldu..."

"Frank'e 'Hocam, bize inan, güven, bak göreceksin' dedim. Başta inanmadı ama sonrası acayip oldu..."

"Yine bu verdiğimiz aralar. İmkân olmadığı için sporcu özelliği edindik neredeyse. Mesela Covid zamanı, yine klasik aralarımızdan birini verdik ki, bu sefer dokuz ay hiç rampaya çıkamadık karantinalardan. Tam da yeni antrenörümüz Nejc Frank'in geldiği dönemdi. Bize baktı, 'Şu anda hiçiz çocuklar' dedi. Haklı. Mesela bu işin zirvesi Slovenya'da bir sporcu beş ay atlayamasın, muhtemelen bırakır. Ben girdim söze 'Hocam, biz Avrupalı sporcular gibi değiliz, çok ara verdik, çok döndük, hızlı kilo alıp, hızlı veriyoruz, bize inan, güven, bak göreceksin' dedim. Başta inanmadı ama sonrası acayip oldu..."

Sonrası cidden acayip. Yani benim anlatırken hayalini kuramadığım kadar acayip. Tam zirveye doğru giderken dibe çöken ve sıfırdan başlamak zorunda kalan sporda, "2018'de Kıtalararası Kupa'da alınan puanlarla gelen olimpiyat kotasının üstüne çıkılabilir mi?" diye soruyorduk kendimize. Cevabı net oldu: Covid'li sezonun ardından, dedesinin cenazesinden çıkıp son gün yetişebildiği Yaz Kıtalararası Kupası'nda gelen altıncılıkla başladı her şey. Üstüne Grand Prix'sinde (Yaz Dünya Kupası) alınan puanlarla gelen olimpiyat kotası, dünya kupasına katılma hakkı ve Rusya'daki, sezonun ilk yarışında elemeyi geçen ilk sporcu oluşu, efsanevi Dört Tepe Turnuvası'na katılması ve alınan ilk dünya kupası puanları...

"2018 Olimpiyatı hiç bilmediğim bir ortam ve çok özel bir tecrübeydi. Ülkeyi temsil etmenin baskısını çok hissediyordum. Artık daha tecrübeliyim. İşime odaklıyım ve elemeleri geçmek istiyorum. Hayalin de uçmanın da sınırı yok. Hâlâ en iyi atlayışımı yapmadım..."

"Bu yaşadıklarımı yaşamamış olsam, dört-beş sene önce buralara gelirdim aslında" dedi bitirirken Arda. Ben de yazıyı bitirip okuduğumda, "Bizim hiç normal bir sporcu hikâyemiz olmayacak mı?" diye sordum kendime. İmkânsızlıklardan imkân yaratmak, Türk sporunun geleneğine dönüşmüş âdeta... Bir şeylere rağmen başarılı olan sporculardan, onlara imkân vermeden başarı istemek, başarı gelince gururla karışık bir paye çıkarmak, başarı gelmediğinde ise ya hiç hatırlamamak ya da hesap sormak... Kimbilir, belki de değişmeyen bir kaderi bize 'gelenek' diye yutturuyordur birileri.

Not: Duble olimpik bir sporcunun, böylesine yoktan var olan, saf başarı dolu kariyerini anlattığı bir röportajı gelecek kaygısıyla bitirdiğini ufak bir not olarak geçeyim.

Socrates Dergi