İnsanın Halleri

22 dk

Aykut Kocaman, son 30 yılda Türkiye futbolunun başrolündeki isimlerden biriydi. Konuşacak çok şey vardı ama yola saha içinden çıkmak istedik. Yolun devamı, bizi çıkmaz sokaklara götürdü.

Futbolda bir döngüden bahsedebilir miyiz? Belli taktiklerin ve dizilişlerin dönem dönem yeniden popüler olması, sonra antitezleri ile birlikte kaybolması ve devamında bir kez daha çıkması gibi bir durum var sanki. Katılır mısınız?

İlk ne yapıldıysa, her şey onun üzerine inşa edilir. Hayat için geçerli olan bu gerçek, futbol için de geçerli. Oyun önce dörtlü savunma üzerine inşa edilmiş, bu zaman zaman üçlüye evrilmiş, bir dönem beşli geçerli olmuş, yeniden dörtlüye dönmüş... Moda da böyledir mesela; paçalar uzar, kısalır, genişler, daralır. Bazen sivri burunlu ayakkabılar moda olur, bazen topuklu öne çıkar. Dolayısıyla elimizde çok fazla şey yok, ne varsa onun üzerinden ilerliyoruz. Kaleci hariç 10 tane futbolcunun belli ölçülere sahip bir saha içindeki yerleşiminden bahsediyoruz sonuçta. Dizilişler, taktikler...

Biri bunu hep en iyi hale getirecek, sonra birileri bunu takip edecek, sonra pek çoğu birbirine benzediği için birileri sürüden ayrılacak. Mevcut düzenin zaaflarını araştıracak, ona göre başka bir anlayış benimseyecek ama onun benimsediği 'başka' anlayış da aslında halihazırda var olan dizilişlerden biri olacak. Özetle; oyunun ve hayatın içinde, bundan sonra çok da acayip şeyler olmayacak. Siz o sahaya 12. oyuncuyu sokmadığınız sürece, kimse yeni baştan bir dünya yaratmayacak.

İnsanın sınırları olup olmadığı tartışılır hep; 100 metre ne kadar hızlı koşulabilir, ne kadar yükseğe atlanabilir gibi... Bunun bir sonu var mı? Futbolda da mesela oyunun boyunu ne kadar kısaltabilirsiniz, topa ne kadar sahip olabilirsiniz? Guardiola geçenlerde "Amacımız yüzde 100 topa sahip olmak" demişti ama o zaman da nasıl gol atacağınız sorusu giriyor devreye. Ne dersiniz?

Bu dönem değil ama benim de felsefem genel olarak topa sahip olmaya dayalı. Guardiola, orada bir hayali anlatıyor aslında. Sonuçta sahanın ve sürenin sınırları olduğu gibi nihai amacın dahi bir sınırı var, o da Guardiola için yüzde 100 topa sahip olmak. Yüzde 75 de yetmiyor ona, anlayabiliyorum, insanın sınırsız arzusu giriyor devreye, yüzde 80 olsun istiyor belki ama gidebileceği yer belli. Her takım en az bir kez santra yaptığı için bu mümkün değil ama hadi oldu diyelim, sonra ne olacak? Ben hep şunu söylerim: Futbol oyunu 'top' üzerinden konuşulur. Temel amacımız, o topu kazanmak ve o topla oynamaktır. İşin eğlencesi burada yatar, kendi aramızda oynasak bile. Herkes bundan tat alır, Guardiola'nın sözlerini de bu gerçek üzerinden yorumlamak lazım. Çok anlaşılır bir talep.

Değişken ne peki burada? İnsan. Bir saniye daha hızlı, -vazgeçtim, saniye çok uzun bir süre- onun onda biri daha hızlı gidebilen bir futbolcu fark yaratabiliyor artık. Sınırlar o kadar birbirine yaklaştı. Sonra bunu diğerlerinin de katılımıyla grup dinamiğine çevirebiliyorsanız, zaten 1-0 önde başlıyorsunuz maça. Bayern Münih de bu anlamda muhteşem bir takım. Hem bireysel olarak dayanıklılığı, hızı ve tekniği yüksek oyunculardan kurulu hem de bunu bir bütün halinde yapabiliyorlar. Özetle, hepimizin yapmak istediğini yapan bir takımdan bahsediyoruz.

Fenerbahçe'deki teknik adamlık döneminizde koşu mesafesi kavramıyla özdeşleşmiştiniz biraz. Bu konudaki ısrarınız ya da talebiniz, az önce söylediklerinizden mi kaynaklanıyordu? Bunu soruyorum çünkü az önce bahsettiğimiz Bayern Münih, Bundesliga'nın bu alandaki en düşük istatistiklerine sahip takımlarından biri...

Bütün her şeyi koşu mesafesi üzerinden anlatmaya çalışırsak yanlış olur. Ben sadece, bir şey inşa edecekseniz başlangıcının bu olması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Yoksa her şey matematiğe kalır. Bu, şu kadar koşabiliyor, bu daha az, o zaman bu kazanır gibi bir durum yok. Futbol, sadece matematikle açıklayabileceğiniz bir oyun değil.

Diyorsunuz ki birbirine denk ya da yakın kuvvette iki takım varsa ve bunlardan biri maçı üç kilometre fazla koşarak bitirmişse, muhtemelen daha avantajlıdır. Doğru mu anladım?

Aynen, mutlaka bir avantaj sağlamıştır. Ayrıca, burada 20 km/saat üstü koşulardır asıl önemli olan. Bir üstü, 24 km/saat olanlardır. En üst seviyede ise 27-28 km/saat üstü koşulardan bahsetmemiz gerekir. Eğer bunlar sadece hızlı değil, aynı zamanda topla ilişkisi kuvvetli oyuncularsa rakip üzerinde muazzam bir baskı yaratırsınız. Çok basit bir örnekleme yapalım: aynı hızda iki oyuncu olsun, birinin de dayanıklılığı bir miktar daha fazla olsun. Bunlar maç başında boştaki bir topa koştuklarında aynı anda varabilirler, dördüncüde zayıf olan aksamaya başlar, sekizincide iki-üç metre geride kalır, sonra bir metre daha, sonra bir metre daha... Otuzuncuda artık geride kalacağından emin olduğu için o topa gitmekten vazgeçer. Bu durum takımlara da genellenebilir. Hani derler ya "Şu takım geriye yaslandı, kendi sahasına çekildi" diye. O, geriye yaslanmak değildir aslında. Sadece, güç, hız ve dayanıklılık açısından geride olan, bir süre sonra oyunun iki tarafını birden yürütemez hale gelir ve genelde hücumdan feragat edip enerjisini savunmaya saklamaya başlar. Bütün hikâye fiziksel dayanıklılıktan geçiyor yani. Anlatmaya çalıştığım, bundan ibaret.

Bunu Türkiye üzerinden de örnekleyebilirim. Toplumumuza bakıyorum, üretkenliğimize bakıyorum, yatırdığımız para kendi klasmanımıza göre fazla olsa da futbol merkezinin dışındayız. Bunu, para ile dengelemeye çalışıyoruz fakat para konusunda da öykündüğümüz takımların hayli gerisindeyiz aslında. Real Madrid, Barcelona, Manchester United, Bayern Münih'e öykünüyoruz biz, öyle Premier Lig'in orta sıra takımları da kesmiyor ama baktığında onların bile gerisindeyiz. Bunlar zaten 'yapabilen' oyuncuların çoğunu toplamışlar. Bize genelde buradan seken, biraz 'zaafları olan' diyebileceğimiz, belli istikrarı koruyamadığı için oralarda tutunamayan oyuncular kalıyor. E sen de komple oyuncu üretmekte zorlanıyorsun, bir-iki istisna dışında başaramıyorsun, olmuyor.

Bizdeki oyuncunun babası, altyapıda maçını izledikten sonra oğluna "Niye orada pas verdin, sen vursana!" diyor. "Sen vur, sen ol" hali var burada. Diğer taraftaki baba ise "Oğlum, pası verseydin kazanacaktınız" diyor. Dolayısıyla, bireysel durumu açıkladım ama kolektif bilinç de daha fazla orada. Londra'ya bak; 100 yıl evvelki yollar var, bizde her on yılda bir yeni yeni semtler çıkıyor. Düzen yok, aksine düzensizlik hâkim. Bu, futbola da yansıyor sonuçta. Sonra, futbolu düzen üstünden değil de coşku üstünden tarif etmek zorunda kalıyorsun. O da nasıl coşku? "Hadi aslanım, hadi koçum, koş, zıpla, vur, rakibi zora sok, kaos yarat, o kaostan faydalan" seviyesinde bir motivasyon çabasından ibaret. Tam da bu ülke insanının gündelik hayatı gibi. E şimdi sen bu şartlar altında nasıl mücadele edeceksin? İşte o durumda ben de diyorum ki en azından fiziksel açıdan, dayanıklılık yönünden geride kalmayalım, bir beş kilometre daha fazla koşalım da bir şansımız olsun bari.

Bu kadar fark ediyor mu gerçekten? Yani, bahsettiğiniz seviyeden bu kadar mı uzağız?

Ben Fenerbahçe'de ilk dönem özellikle buna odaklandım, sağlıklı ölçümler yapmak için özel bir düzenek ve sistem kurdurdum. Sonuçlar bir geldi, ağzımız açık kaldı. Takımın koşu ortalaması 97-98 kilometre çıktı. Rakiplere bakıyoruz, 110 kilometre koşmuş. Bu, -neresinden bakarsan bak- onun senden bir futbolcu fazla koştuğunu gösterir. Haliyle süre ilerledikçe baskıyı artırıyorlar, sen de oyundan düşüyorsun. Rakibin önüne geçme şansın yok. Siz ne verirseniz verin, sonucu oyuncunun kapasitesi belirler. Oradaki oyuncular, kapasite olarak daha üst düzeyde. Sadece teknikten bahsetmiyorum, fiziksel olarak da bu böyle.

Peki, şöyle sorayım; o bahsettiğiniz oyuncular buraya geldiğinde de bir süre sonra onları kendimize benzettiğimiz söyleniyor. Katılır mısınız?

Doğru ama o aslında bizim çaresizliğimiz. Biz burada üretemediğimiz gibi, hazır gelenleri de geldikleri seviyede tutamıyoruz. Çünkü burada, bireyselleşme başlıyor. Oyundaki yük dağılımı farklı. Bu farklılık sonucunda çıkan verileri değerlendirecek olan taraftar, medya ya da sistemin tamamı. Ama onlar da aslında sadece işini yapan oyuncu yerine, birkaç göze hoş gelen hareket yapıp kendine oynayanı alkışlıyor. Bireysel çabayı övüp takım için sarf edilen çabayı görmezden geliyor. Bunu fark ettiği andan itibaren de -eğer biraz da buna meyilli ise- o futbolcudan hayır gelmiyor. Bozuluyor ister istemez. Kaçış yok.

Buna en iyi örnek Gerson'dur mesela. İlk sene kiralık olarak gelmişti ve o sezon bir defansif orta saha oyuncusu ne yapmalıysa onu yapıyordu; bekçi gibi öndeki beşli grubun arkasında bekliyordu, geçen toplarda güçlü hamle özellikleri vardı, hemen müdahale ediyordu, topu kapıp yeniden oyuna servis yapıyordu. İnanılmaz bir katkı vermişti gerçekten. Bu arada da birkaç gol attı ki bozulma orada başladı. Gol atınca daha çok sevildiğini fark etti. Koşmasının, rakiple boğuşmasının taraftar ve medya nezdinde gol kadar kıymeti olmadığını anladı.

Ertesi sezon yeniden imzaladığında, başka bir oyuncuydu sanki. Katkısı yarıya düştü ama buna rağmen, popülaritesi arttı. Sorun da orada zaten.

Klasik bir soru olsun o zaman: Neden oyuncu yetiştiremiyoruz? Bir düzen oluşturamamakta mı sorun?

Biraz öyle. Düzen bilgi istiyor çünkü, fedakârlık istiyor. Davranışlar için de geçerli bu; hem yapma hem de yapmama açısından fedakârlıktan bahsediyorum. Yapmak istediğin birçok şeyi yapmaman gerekiyor belki de... Özgür olmak istiyorsun ama bunu belli sınırlar dâhilinde yapabileceğini görüyorsun. Hayatta da bu böyle; pek çok Batı ülkesi gündelik hayatında bu düzene sahip zaten. Trafik düzenli, caddeler düzenli... Saha içine girdiğinde de bu düzeni yaratan insanlar aynı düzenin peşinde koşup buna sadakat istiyorlar. Biz ise düzeni isterken, işimize geldiğinde düzenin dışına çıkıp kestirme yollara sapmayı tercih ediyoruz. Her alanda böyle. Bir de üstüne, böyle davranıp işine yarar sonuç alana "Aferin!" diyoruz, onu onaylıyoruz. Oysa ki o, düzeni bozmuş oluyor. Dolayısıyla, biz aslında düzen ister gibi görünüp düzene inanmıyoruz. O, bizim için kısıtlayıcı bir şey.

Hızlı koşmak istiyoruz biz. İnşaat kaç ayda biter? Altı ayda mı? Helal olsun, altı ayda bitirelim. Dışı şekil olsun, camlar aynalı falan, kabası çıksın, oldu mu, oldu... Kimse de sormuyor ki bunun elektrik tesisatı nasıl?

Üç aya patlar mı? Parkeler nasıl? Kalkar mı? Bunları soran yok. Onlar önemli değil, onları sonra hallederiz. Zaten bütün işlerimizi son dakikada hallediyoruz. Takım inşa etmenin de bundan farkı yok. Belki iki yıl gerekiyor idealine ulaşmak için ama altı ayda takım top oynamasa da sonuç alıyorsan eyvallah, kimse de çıkıp "Bu böyle ne kadar devam eder?" demiyor.

Buraya çok kaliteli, dünyanın en büyük takımlarını çalıştırmış, oralarda başarılı olmuş birinci sınıf teknik adamlar geldi ve başarılı olamayıp döndüler. Neden yapamadılar? Bunun cevabını aramak lazım. Barcelona, Guardiola yönetiminde zirveye çıktı ama onun da en büyük avantajı Rijkaard'dı. Mükemmele yakın bir sistem bırakmıştı, Guardiola da sistemi oradan alıp mükemmele ulaştırdı. Sonra aynı Rijkaard buraya geldi. İlk iki ayı hatırlarsınız belki... Saha yerleşimi mükemmel bir Galatasaray vardı; sağ bek açılıyor, sol bek açılıyor, stoperler açılıyor, merkez oyuncular açılıyor, forvetler kenarlara gidip oyunu genişletiyor, birinci bölgede başlıyorlar, pas, pas, pas, ikinci bölgede rakibe göre pozisyon, üçüncü bölgede kanatlardan içeri koşular...

Her şey çok iyiydi. Sonra? Sonra düzene itaatsizlik başladı. Bunu hep yapmak, oyuncuya zor gelmeye başladı. 'Hep yapmak' zordur çünkü. Biz nasıl yaparız? "Hadi şuraya gidelim, şunu yapalım" deriz. Anlık patlamalar daha geçerlidir. Coşkulu antrenörler de o yüzden burada daha çok iş yapar. Daha uygunlar.

Ben ne yapmaya çalışıyorum? Bir taraftan o duygularla hareket etmeye ve kısa vadede bu sayede sonuç almaya, bir taraftan da kendime "Yarın nasıl daha verimli oynayabilirim?" diye sorarak bir düzen kurmaya çalışıyorum. O yüzden, ülke içindeki dinamiklere göre çok da avantajlı olduğum söylenemez. Bu dinamiklerin meşru olduğu kadar gayrimeşru olanları da var tabii, onlara çok girmek istemiyorum ama hayli kuvvetli dinamiklerdir onlar da...

Hangi ekole yakın olduğunuzu düşünüyorsunuz? Alman, İtalyan, Hollanda ya da bir başkası?

Ben, Türk ekolsüzlüğüne daha yakın olduğumu hissediyorum. Bizimkisi de ayrı bir ekol işte: Kaos. Bütün mesele de bunu biraz daha düzenli bir kaos haline getirebilmek zaten. Kaosu organize etmemiz lazım, benim yapmaya çalıştığım da bu.

Bu kadar büyük bir futbolculuk geçmişinin üstüne, neden bu yolu seçtiniz peki? Bir şeyleri değiştirebileceğinizi mi umdunuz? Böyle anlatınca biraz yel değirmenlerine karşı savaşmak gibi oluyor çünkü.

"Antrenörlük mü? Allah korusun" diyordum. Hatta o dönemler idol olarak gördüğümüz bir ağabeyimizin bir maçtan sonraki tavırlarını görünce iyice soğumuştum ama aidiyet duygumdan ötürü, İstanbulspor'daki antrenör değişimi sonrası kendimi bu işin içinde buldum. Küme düşme hattındaydık, bana ihtiyaç duyulmuştu ve "Hayır" deme lüksümün olmadığına inandım. Ondan sonra da devam ettim, bugünlere kadar geldim.

Bir şeyleri değiştirme noktasına gelirsek; bugün bakınca, toplum olarak olumsuza gitme ihtimalimiz daha yüksek gibi görünüyor. Dolayısıyla, umutsuzluk üzerinden cümleler kurmam gerekiyor belki ama tespitlerimizde bazen ne kadar bu duygunun esiri olsak da en azından bir kişiye dahi olsa ulaşabilme ihtimali, beni devam etmeye zorluyor. İnsanın olduğu yerde umut bitmez çünkü. Ben ve benim gibilerin en azından, bu olumsuz zihinsel akışta küçük küçük bentler oluşturması gerekiyor. Zira bu nehir, ancak bu küçük bentlerin suyu yavaşlatması ile sakinleşebilir. Bir taş daha, bir taş daha, belki binlerce, küçük küçük taşlar... O suyun hızı, ancak böyle azalacak. İnsanlık tarihine bakarsanız, bu noktaya gelebilmemizin ana sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum.

Doğru, objektif, adaletli ve eşit davranmaya devam etmemiz gerekiyor. Umutsuz değilim, antrenörlük yaparken de buna dikkat ediyorum. Türkiye'nin en güçlü kulübünde de çalıştım, insani durumlar olabilir, psikolojik ve anlık etkenler vardır elbet ama çok büyük oranda düşüncelerime ve inandıklarıma göre davranmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Böyle davranarak da bu nehrin önüne ufak ufak taşlar koymaya gayret ediyorum.

'Çok büyük oranda' ifadenizin dışına dair bir soru soruyorum; hiç "Öyle yapmasaydım, öyle demeseydim" dediğiniz bir an oldu mu? Bu sadece sizinle de ilgili değil çünkü; söylemek istediklerinizin yanlış anlaşıldığı durumlar da olabilir. 3 Temmuz sürecindeki 'radar' açıklamanız bunlardan biri midir mesela?

O çok çarpıtılan bir açıklamadır. Söylediğime pişman olmadım ama getirildiği nokta yanlış. Aslında ben orada düzeni tarif ettim. Bu eğer Türk futbolunu kurtarma ya da temizleme operasyonuysa başka bir şey, en azından başka bir şey olmalı. Değilse de o zaman bu camiaya yazık, seçilmiş bir hedef var o zaman. "Radar bir tek kulübün üzerine tutulmuş" diyorum ben, "Radara yakalandık" demiyorum.

3 Temmuz sürecinde psikolojiniz nasıldı? Bununla nasıl baş edebildiniz? Sizin deyiminizle Türkiye'nin en güçlü kulübünden bahsediyoruz ve kimse böyle bir şeyin yaşanabileceğini düşünmüyordu. Nasıl karşıladınız?

Tam anlamıyla abluka. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama ilk iki-üç gün, o abluka döneminde 'değersizleştirilme' duygusu baskın geldi. Büyük bir değersizleştirilme...

Bir ayrıntı vereyim: 3 Temmuz sabahı saat 04.00'da havaalanından kızımı uğurladım Amerika'ya, sonra eve döndüm, yattım, uyudum. Telefonum sessizde. Saat 10.30 gibi uyandım. Bir baktım, onlarca arama, Hasan Çetinkaya aramış defalarca... Hemen döndüm ne oluyor diye, "Hocam, böyle böyle, başkanı gözaltına aldılar" dedi. "Ne oldu ki?" dedim. "Biz de bilmiyoruz" dedi... Gittim, televizyonu açtım, sonrası malum; bombardıman, şike soruşturması falan...

Kulübe gittim o günün öğleninde, yavaş yavaş hayatın içine girmeye başladım. Sonra bakınca, daha o gün olayın ne olduğunun kendimce tahlilini yaptım, kulüptekilere de söyledim; "Şike operasyonu, Türk futbolunu temizleme operasyonu diye sunuluyor ama Aziz Yıldırım operasyonu bu, çok net gözüküyor" dedim. Ardından gazeteleri okumaya başladık; o oraya gitti, buraya gitti falan ama bir yandan da bekliyorsun, o para ne zaman verildi, kime verildi? Bir baktım; oyuncu yok, hakem yok, takım yok... Hasan'a "Oğlum, hiçbir şey yok burada, bunların hepsi kurgu" demiştim o gün. Bu cümleyi, tam da bu şekilde söyledim.

Oturdum, emin olduğum halde maçları seyrettim tekrar. Çünkü böyle bir mücadeleye gireceksen büyük bir inançla girmen gerekiyor... Neyse, maçlara baktım; Eskişehir maçı, Buca maçı, Sivas maçı...

Ve izledikten sonra -ki konuşmamı da bunun üzerine inşa etmiştim zaten- "Mahkemede doğal akışa aykırılıktan bahsediyorlar ya, bir kurul oluşturun, içinde futboldan gelmiş insanlar olsun, o zaman TFF'de yönetici olan Cüneyt Tanman olsun, bir Beşiktaşlı, bir Trabzonlu olsun ama Fenerbahçeli olmasın, otursunlar maçlarımızı izlesinler ama rakiplerimizinkini de izlesinler -ki o 'radar' muhabbeti de oradandırbu maçlarda futbolun olağan akışına aykırı bir şey görürlerse, böyle bir şey iddia ederlerse, kendimi ortaya koydum, değil Fenerbahçe'den, futbol dünyasından elimi ayağımı çekerim" dedim. Zaten öyle bir durumda yapamazdım ben, o duyguyla yaşayamazdım. Beni de ayakta tutan bu oldu; maçları tekrar seyretmem ve yaptığımız işten bir kez daha emin olmam.

Oyuncu grubuna da bunu anlatmaya çalıştım, onları motive etmek adına bunu kullandım; "Her ne kadar siz yaptığınız işten emin olsanız da insanlara bunu bir kez daha kanıtlamanız lazım" dedim, burası böyle bir ülke çünkü. Bunun da yolu kazanmaktan geçiyor. Hatta o dönem hazırlık maçlarının stratejisini dahi bu nedenle tamamen kazanmak üzerine kurmuştum. İlk maç hariç ama... O gün İbrahim Akın'ın itiraf haberleri geldi, dağıldık zaten, ilk yarı 4-0... O gün tam bir çöküştü mesela. Ancak kafalarda bir ihtimal de olsa oluşan/oluşacak "Acaba?" sorularını bertaraf etmek için başarılı olmalıydık ve bu sayede sezona çok güçlü bir başlangıç yaptık, arka arkaya galibiyetler aldık, 14. haftaya kadar da liderdik zaten.

Oyuncular ne hissetti peki?

Öncelikli hissettikleri şey yıkımdı. Üç aşağı beş yukarı benimle aynı. "Allah Allah!" diyerek başlayan o yıkım. Ama sonra oyuncu için hayat daha kolay devam eder; teknik adamların, yöneticilerin ya da profesyonellerin uğraşmak zorunda oldukları şeylerle uğraşmaz, sonunda yine oyuna döner. En fazla gitmenin mi, kalmanın mı daha iyi olacağını düşünür. Mesleğini icra konusunda sıkıntı yaşayıp yaşamayacağına bakar. Temeli bu. Yoksa sürekli konuşuyorduk zaten; "Hocam ne olacak?", "Şu olur, bu olur", "Yok ya öyle değildi de böyleydi" falan... Ama o konuşmalar başka bir şey, işin ayrıntısı. Futbolcu top oynuyor sonuçta, durumu daha kolay kabullenir. Hayatın içine doğru, kendi önceliklerini başa alarak tekrar bir yürüyüşe başlar.

Burada başka bir noktaya gitmek istiyorum; o sezonun sonundaki Süper Final ve nihayetinde Galatasaray'la oynadığınız son maç... Her şeyin üstüne, tek bir maçla kendinizi yeniden kanıtlama ve şampiyon olma fırsatı... Ama olmadı, şampiyonluğu kaybettiniz. O maça dair hisleriniz nasıl?

Maçın kendi içindeki hikâyeler var, bir de öncesindekiler... O günkü tribünler, maç öncesi ve sonrası reaksiyonlar göz önüne alındığı zaman şunu görürsünüz; herkes aşırı derecede yorgundu artık. Özellikle zihinsel açıdan. Bir sezon boyunca sürekli futbol dışı şeylerle uğraşmışsın ve sonunda finale kalmışsın. Bütün bu yangın yerinin içinden çıkmışsın ve o noktaya gelmişsin. Yenme arzusu var tabii, hem de çok yüksek. Bundan daha güçlü bir cevap olabilir mi? Herkese, her şeye... Oyun olarak bakarsak da o sezon Galatasaray'la üç maç oynamıştık, üç maçta da oyunda üstünlük kuran taraf onlardı. İlkini kaybettik, ikincisi berabere bitti, üçüncüde kazandık. Neyse, sonra final geldi. Hazırlık yaparken düşündüm; teknik, taktik falan ama dönemin şartlarını da içine kattım bu sefer. Vardığım sonuca göre, en tehlikeli senaryo maçın başında öne geçmemizdi. Çünkü şu soruyla yüzleşecekti herkes: "Niye bu operasyon yapıldı o zaman?" Ve o maç öyle bitmeyecekti. Bütün bunları bir araya getirince, esas vurucu bölümün son 20-30 dakika olması gerektiğini düşündüm. Hem sportif hem de psikolojik anlamda...

Alex'i de o yüzden mi yedek soyundurdunuz o maç?

Hayır, Alex zaten 20 gündür antrenman yapmıyordu sakatlığı yüzünden. Galatasaray maçında tarak kemiğine darbe almıştı. Ardından bir tek Beşiktaş maçında oynadı, sonra zaten oynamadı. Antrenmansız halde, o maça kadar geldi.

Pazar günüydü galiba, Trabzonspor'u yenmiştik, maçtan sonra Samet'le geldi yanıma "Hocam" dedi, "Takım çok iyi oynadı, mükemmel mücadele etti, tebrik ederim, çok sevindim, lütfen Galatasaray maçında beni düşünmeyin, başınızı ağrıtmayayım hiç." Muazzam bir şey bu. Düşünsenize, nasıl olgun, nasıl fedakâr bir davranış biçimi. Antrenörün önünü açacak bir hareket. Ben de "Bugüne kadar beraber geldik, cuma gününe kadar bekleyelim, başlar mısın, sonradan mı oyuna girersin, yoksa hiç mi olmazsın, bakarız" dedim. Sarılıp ayrıldık. Sonra perşembe oldu, ağrılı olduğu raporu geldi önce, çalışmayı yarıda bırakmış, "Öyle mi, hay Allah!" falan dedim. Geldim, içeri girdim. Odamda oturuyorum, Ali Yıldırım var, Ömer Hoca var... Bir anda Alex'le Samet girdi odaya hızlı bir şekilde. Ömer Hoca yer verdi hatta, oturdu Alex, "Hoca ben iyi, karar senin" dedi. Sonra da çıktı gitti. Bir anda herkes buz kesti, ben de "Ha öyle mi, tamam, şudur, budur" dedim... Şimdi düşünün; pazar günkü Alex, perşembe günkü Alex... Arada ne değişti bilmiyorum ama insan psikolojisinden anlayan biri durumu net bir şekilde görür zaten.

Yine de maç kadrosuna aldım onu. Planım da şuydu; Galatasaray zaten agresif gelecek, bizi dağıtmaya, demoralize etmeye çalışacak, o dönemi çok pas yapıp atlatmamız gerekiyor, sonra oyunu kanatlara götürüp onları kendi sahalarına iteriz, ikinci yarıya da aynı stratejiyle başlar, son 30 dakika oyuncu değişiklikleri ile birlikte, Alex falan, skora gideriz... Her şey A'dan Z'ye tıkır tıkır giderken büyük de bir şansımız oldu; Elmander sakatlandı ilk yarı, Galatasaray'ın hücum gücü ortadan kalktı, maçı rakip sahaya yıktık. Pozisyon da yakaladık ama olmadı. Semih'in pozisyonunu unutamam; bir metreden kafayı vurdu, Muslera bile gözlerini kapayıp atladı ama top omzundan döndü. Sahne sahne aklımda hepsi.

Dia da kırmızı kartı görünce her şey bitti zaten. Alex'i alıyordum oyuna, onun yerine girecekti. Kırmızı kart olunca Alex'e "Kaptan" dedim, "Bir dur, başka bir şey yapmamız lazım, bir dakika bekle, gireceksin yine." Ama onun yerine koy kendini; kaptansın, böyle bir maçta yedekten oyuna girmeyi içine sindirmişsin, kenara gelmişsin, son anda sana bekle demişler... O da düştü tabii, hayır gelmedi sonra. Ne maç kaldı, ne oyun.

Maç sonu nasıldı?

Faciaydı. İlk şok durumu var ama o durumda dahi gittim Fatih Terim'i tebrik ettim. Taraftarımız da bizi alkışladı, sonra içeri girdim. Ardından gelişen olaylar da o maçta kazanma ihtimalimizin ne kadar düşük olduğunu bir kez daha gösterdi. Ortada hiçbir şey yokken polis girdi sahaya, sahanın her tarafına gaz, her tarafına... Sonra ortalık karıştı zaten.

Düşünsene; ben içeri girmişim, "Olmadı" diyorum içimden ki hayatta mesleki anlamda olmasını bu kadar istediğim hiçbir şey yoktur hem de hiç... Tek bir şeyi değiştirme şansı verseler bana o güne dönerim, muazzam bir cevap vermedir bu, yapılan her şeye karşı. Bizim cephemizden tabii. Neyse, gittik içeri, çocuklara teşekkür ettim, odaya çekildim. Sonra zaten olaylar başlamış. Kızımı, eşimi falan koridorlarda buldum da içeri aldım. Kardeşim küçük kızımla beraber o karambolde onlardan ayrı düşmüş. Nerede oldukları belli değil. Bir saat sonra ulaşabildik. Öyle acayip bir gündü.

Teknik direktörlüğü anlamak için soruyorum; geçen haftalarda Louis van Gaal, Manchester United'ın hücumda etkisiz kalmasıyla ilgili bir soruya "Evet, daha fazla hücum yapmalıyız. Bunu annem ve büyükannem de biliyor" şeklinde bir cevap vermişti. Teknik adamlar, bu tip sorulardan rahatsız mı olurlar? "Onu biz de biliyoruz ama o iş öyle değil" dediğiniz bir nokta var mı?

Aslında herkesin futbol hakkında fikir sahibi olması iyi, zira bu işi büyüten de biraz bu zaten. Aksi halde bu kadar cazip olmayabilirdi. Diğer taraftan da şöyle bir durum var; her işte olduğu gibi burada da bazı insanların uzmanlığına saygı göstermek gerekiyor. Katılımcıların çok olması, hepsinin haklı olduğu anlamına gelmiyor. 'Yapan' konumunda olmadıkları için eleştiriler genelde "Bu olmasaydı, bu çıkmasaydı" düzeyinde kalıyor. Aslında çok da haklılar bir yandan, doğru yani. Kim biliyor ki öyle olmasaydı da böyle olsaydı nasıl bir sonuç çıkacağını? O yüzden, test edilmemiş fikirler sunmak kadar güzeli yok. Aksini ispatlama şansınız yok çünkü. Bizim yaptığımız hamleler ise bir noktadan sonra ölçülebilir hale geliyor. Skor tabelası diye bir şey var.

Bunun dışında, kararını da birileri uyguluyor sonuçta. Yolun insandan geçiyor nihayetinde ve sonuçta, değişkenler bu kadar çokken yüzeysel bir eleştiri geldiğinde -özellikle de van Gaal ya da Mourinho gibi bir isme karşı yapıldıysasert bir karşılık buluyor. Bir noktaya kadar anlayabiliyorum. "Kardeşim evet de ben bugüne kadar yaptım bunları, bugün olmuyorsa bir nedeni var" diyordur adam.

Bir örnek vereyim; Mönchengladbach takımı, Lucien Favre yönetiminde 2010-2011 sezonunda play-out maçıyla ligde kaldı. Ertesi sezon ligi dördüncü bitirdiler, sonra sekizinci, sonra altıncı, geçen sene de Bundesliga üçüncüsü oldular. Muhteşem bir sezon geçirdiler. Aynı takım, aynı teknik adam, bu sezona beş maçta beş mağlubiyetle başladı ve Favre gönderildi. Yerine altyapıdan Andre Schubert'i getirdiler. Takım, takip eden altı maçta altı galibiyet aldı. Altı maçta altı galibiyet! Ben hayretler içinde söylüyorum bunu ama öte yandan da hayret etmemek lazım, futbol böyle bir şey zaten.

Bu ayki ana konumuz 'Kararlar'. Siz de kariyeriniz boyunca aldığınız bazı kararlar sonucunda eleştirildiniz. Misal; Ankaraspor tercihiniz ya da 1996'daki Trabzon maçından sonra kimi Fenerbahçelilerin tepki gösterdiği açıklamalarınız... Bugünden bakınca bu eleştirileri nasıl değerlendirirsiniz? Bunlar ölçme-tartma üzerine alınmış kararlar mıydı, yoksa içgüdüleriniz mi baskın çıktı?

Buna salt içgüdü dememek lazım aslında, öğrenilmişlikler diyebiliriz ama nihayetinde daha duygusal kararlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kendime dair kararları ölçerek, biçerek, tartarak alamıyorum. Ankaraspor özelinde mesela; Sakaryaspor'da beraber oynadığım, oda arkadaşlığı yaptığım, bugün de en yakın dostlarımdan biri olan Mehmet Şen genel menajerliğe getirilmişti orada. Yeni bir göreve başlamıştı, "Gelir misin?" dedi. Ben de tamamen arkadaşlık içgüdüsüyle kabul ettim. Zaten dedim ya, ben plan yaparak hareket eden bir adam olamadım hiçbir zaman. Ne zaman denesem bir aksilik çıktı. Bunun farkına varınca da kendimi hayatın akışına bırakmayı öğrendim. Aklıma gelen neyse, inandıklarım ölçüsünde konuşmaya ve yaşamaya çalışıyorum.

Çok anlatıldı ama 4-3'lük maçı bir de sizden dinlemek istiyoruz.

Sahneler çok net aklımda. Galatasaray'dan daha iyi durumdaydık aslında, top bizde, oynuyoruz, gol yiyoruz. Top bizde, oynuyoruz ama gol yiyoruz. 3-0 oldu bir anda. Golleri çıkarsan, maçın kontrolü bizde görünüyor ama 3-0 gerideyiz. Tribünler de yarı yarıya, bizim genel kültürümüz var ya; aşağılama hali, dalga geçme, alay etme... Tribünler de alay ediyor bizimle... Sonra buna futbolcular da dahil oldu; bir geri pası geldi, Simovic böyle sektire sektire aldı topu, Numaralı Tribün'ün önündeki kanada attı, Prekazi'ye geldi top, o kaldırdı böyle göğsüyle, bir röveşata yaptı, Kovaçeviç aldı topu, o da bir röveşata falan... "Oley, oley!" çekiyor tribünler... "Yer yarılsa da içine girsem" diyorsun o sırada. Bir şey de yapamıyorsun, aciz bir hal. O ara bir ara pas, Uğur (Tütüneker) karşı karşıya kaldı bizim kaleciyle, üstten auta attı topu. 4-0 olacak ya, bitti maç.

Neyse, ikinci yarı başladı. 47. dakika yanlış hatırlamıyorsam, top bana geldi, çaprazdayım, Simovic de resmen bir 'dev' o zaman gözümde. Bazen öyle olur, "Bu kaleciye gol atamam ben" dersin. Ona da hiç gol atamamıştım o güne kadar. Atabilmeyi hayal dahi edemiyordum. Devdi yani... Ama bir vurdum, baktım, top duruyor kalenin içinde ama anlayamadım başta, emin olamadım. Zaten izlerseniz benim vuruştan sonra birkaç saniyelik bir tereddüdüm vardır, "Gol mü oldu ya?" diye. Sonra gol olduğunu anladım. Devamında da bizim için çoğalma hali, Galatasaray içinse küçülme, kabuğuna çekilme hali başladı.

'Tıkanma' derler ya... Bir anda 3-2 de gelince, üstüne kırmızı kart falan. Biz giderek çoğaldık, onlar giderek küçüldü, biz havuca doğru koştuğumuzu ve alabileceğimizi hissediyoruz, onlar ise havucu kaybettiğini... İnsan halleri işte, ilk yarı 3-0, ikinci yarı 4-0... Bunu, insan halleri dışında hiçbir şeyle anlatamazsınız.

Son olarak, eski Galatasaraylı Reinhard Stumpf'la da ilginç bir anınız vardı. Anlatır mısınız?

O maçın öncesi felaketti; biz Sigma Olomouc'tan 7 tane yemişiz, Galatasaray Eintracht Frankfurt'u yenmiş, hafta sonu da karşı karşıya geldik. Ali Sami Yen'de maç ama tribünler yarı yarıya, maç boyu Galatasaray tribününden tezahürat: "Türkiye sizinle rezil oluyor!" Neyse, maç başladı, fena oynamıyoruz, pozisyona giriyoruz falan ama o moralmotivasyon düşüklüğünden herhalde, olmuyor bir türlü, atamıyoruz.

Hatta şöyle diyeyim; iki kez Stumpf'la hava topuna çıkıp kafa vurdum diye bizim tribünden alkış aldım, onlarla avunuyoruz, halimizi düşün artık, özgüven yerlerde... İkinci yarı oldu, bir pozisyon; maç boyu ilk kez koptum Stumpf'tan öne doğru, tek vuruş şansım vardı, vurdum, gol oldu: 1-0! Çok sevindik falan, devam ediyoruz oyuna. Beş dakika sonra, Stumpf'un önüne geçtim topla beraber... İlk yarıda da bir sarı kart aldırmıştım ona, geçer geçmez kendimi bıraktım yere. Ahmet Çakar'dı hakem, ikinci sarıdan kırmızı, attı Stumpf'u oyundan. Ben yerdeyim, izliyorum böyle, kartı da aldırdık, iyi güzel... Stumpf öfkelendi, hakeme itiraz falan, bana da döner mi diye bekliyorum. Genelde öyle olur çünkü; bir ittir, kaktır yaşanır ama Stumpf da benim iki katım, onun ittirip kaktırması bende hayli tahribat yaratabilirdi yani. Baktım bana doğru geliyor, ürktüm. Sonra geldi, kaldırdı beni yerden, "Yedirdin, tebrik ederim" dedi. O an var ya, yerin dibine soktu beni. Sonra da çekti gitti adam, inanılmaz bir hayat dersi verdi bana. Başardım zannediyordum ben, bir hareketle aslında yenildiğimi gösterdi. O yüzden, Stumpf benim için her zaman ayrı bir yerdedir. Anlık reaksiyon önemlidir çünkü; sonradan toparlama şansın vardır ama o an, o tansiyonda bunu yapabiliyorsan değeri başkadır.

"Saha dışında öyle değil, tanısanız çok seversiniz" denen oyuncular var ya... Siz şimdi, onların saha içindeki agresif tavırlarının bir bahanesi olmadığını söylüyorsunuz aslında. Doğru mu anlıyorum acaba?

Burası için konuşuyorsak, hayır. Tam öyle değil. Bu toplumun sonuçları çünkü bunlar, bizde kaybetmenin faturası ağır oluyor. O yüzden kimse kaybetmek istemiyor, kaybetmemek için de elinden geleni yapıyor. Kaybederken de bahane arıyor, "Bak, aslında bu yüzden kaybettim" diyebilmek için yapıyor o hareketleri. Kendini koruma içgüdüsü yani. Bu ülkede, bu coğrafyada koruma çemberi yaratmak zorundasınız. O saldırganlıkların temel nedeni de bu. Agresiflik, bir tür savunma enstrümanı olarak kullanılıyor.

Stumpf yapabiliyor ama orada Stumpf'lar daha fazla; sosyal güvenceleri yüksek, toplum içinde sadece futbola bağlı yaşamıyorlar, futbolun içindeki gelgitler normal hayatlarını anormal derecede etkilemiyor. Toplum olarak bu bilince sahip oldukları için, saha içinde de haksızlık görmüş ya da aldatılmış olsalar da affedici olabiliyorlar. Agresif olmak için bir nedenleri yok yani. Burada öyle değil.

Başka bir örnek vereyim; Süper Final'de kazandığımız Galatasaray maçından sonra "Onlar oynadı, biz kazandık, futbolun adaleti yok" dedim ya, aslında burada öyle dememem lazım. Bu toprakların dışında o sözümün bir ehemmiyeti yok mesela, zaten olanı söylüyorum. Kimse için ekstra bir durum değil. Ama burada, bir cesaret örneği olarak gösteriliyor. Normalde benim çıkıp şöyle demem lazım çünkü: "Galatasaray Stadı'na geldik, çok başarılı bir maç çıkardık, baskı yaptılar ama büyük mücadele örneği verdik, maçın sonunda da müthiş kontrataklarla gole gittik ki zaten böyle olacağını biliyorduk ve başardık. Çok mutluyuz, Fenerbahçelilere armağan olsun!" Aslında kendini koruma altına alıyorsun böyle diyerek, futbolcular için de aynısı geçerli. Çünkü saha içinde agresif bir görüntü sergilendiğinde seyirci de diyor ki: "Aferin çocuğa, bak o da bizim gibi!"

Kariyerinizde sizi en mutlu eden gol hangisi? 1996'da Trabzon'a attığınız mı?

Aynen, o gol... Anlatayım hatta; Erol taşımıştı topu ki Erol'un o topu oraya kadar taşıması başlı başına bir işti. Adam geçmesi, küçük küçük slalomlar yapması... Sonra bir orta kesti, olacak iş değil. Antrenmanlardan biliyorum çünkü; bütün sezon isabet oranı çok düşüktü. Ama orada denk geldi işte. İnanılmaz bir top gönderdi, ben de zaten gelirken izliyorum. Sisin içinden geliyor top, geliyor yani. Vuruş kararı da şöyle oldu; kalecinin topun geldiği yönün aksine hamle yapacağını düşündüm. Ayaklarını hesapladım sonra, biraz, şöyle yarım metre yukarıdan vurayım dedim ki ayaklarına çarpmasın. Biraz yukarı vursam top uzaya gidebilir, biraz yerden olsa kaleci ayakları ile çıkarabilir. Köşeyi zaten hiç hedeflemedim. Golcüler zaten böyle durumlarda köşeyi falan düşünmez, topu kaleye göndermektir amaç. Sen kaleyi ortalar vurursun, o zaten biraz sağa, biraz sola, bir yana gider sonunda. Ama bunlar saniyenin yüzde 1'inde oluyor işte, içgüdüsel tamamen. Neyse vurdum, başta da istediğim gibi vuramadım sandım, yapamadığımı hissettim. Sonra bir baktım top kalede. Tarifsiz…

Takip edebildiğiniz dönem için soruyorum; izlediğiniz en iyi forvetler kimlerdi?

Türkiye için söylüyorum; en iyisi, tartışmasız Hakan Şükür'dü. Her şey vardı onda. Komple bir forvetti. Ancak bitiricilik derseniz, açık ara Tanju'nun ismini veririm. Türkiye değil sadece; döneminde bitiricilik açısından yeryüzündeki en iyi beşon futbolcudan biriydi. Tek vuruş ustasıydı. Feyyaz, bana benzerdi biraz. Hem bitiricilik vardı bizde, hem kendin pişir kendin ye durumu... Öyle çok öne çıkan belirli bir yönümüz yoktu. Atak oyuncusundan bahsediyorsak da tartışmasız Rıdvan derim. Yaratıcılığı, top taşıması, oyun zekası... Dünyaya dönersek; en iyisi Marco van Basten'di. O da komple bir forvetti. Seyretmesi büyük bir keyifti; atışı, tutuşu, oyunu okuyuşu, zarafeti... Her şeyiyle fazlaydı. Ronaldo'yu eklerim hemen ardından, Brezilyalı olan ama... Başka bir şeydi o. Romario'yu da Tanju ile eşleştirebilirim, bitiricilik ustasıydı.

Hiç gülmediğinize dair bir algı var.

Teknik direktör, o anda oyunu yönetmeye çalışan kişidir. Üzülme ve sevinmenin ötesinde bir durumu vardır. Taraftar ise skora göre pozisyon alır. Oyuncu da aynı şekilde; atılan ya da yenen golden sonra farklı tepkiler verebilir. Bunlar doğal süreçlerdir. Teknik direktörün ise çeşitli değişkenler ile birlikte olanı biteni algılayıp buna göre pozisyon alması gerekir. Özetle, anormal derecede sevinmem ya da üzülmem ile mesleğim arasında bir bağ kurulması çok anlamlı gelmiyor. Benim aklım hep "Maç içerisinde yeni bir şeyler olabilir mi?" sorusuna gidiyor. Oyunda ne gibi değişkenler olabilir ve ben ne yapabilirim? Böyle düşünüyorum. Teknik direktörün duygularını biraz olsun kontrol edebilmesini, bu sebeple bir artı olarak görüyorum.

Takım elbise yerine eşofman giydiğiniz için eleştirilmiştiniz. Neden üzerinde bu kadar duruldu? Garip değil mi?

Bundan daha doğal ne olabilir? Spor karşılaşmasındasınız, sporcuları yönetiyor ve direkt olarak sporla temas ediyorsunuz. Eşofman, sporda resmi kıyafet gibi bir şey. Özellikle de kenarda duruyorsanız, giyilir tabii. Ayrıca kafamda bununla ilgili şöyle bir şey vardı; teknik adamlar, oyuncularına hep takım olmaktan ve beraber olmaktan bahseder. Özellikle oyunculuğumun son döneminde şunu düşündüm; bir yanda oyuncular, bir yanda da kenarda kravatını takmış, takım elbiseli bir antrenör... Ben de söylenen söz ve davranış birbirine uysun diye kenarda eşofmanla durmaya karar verdim. Ayrıca Fenerbahçe'ye gelince işin boyutu biraz değişti. Kulüp ürün satıyor ve bir gelir elde ediyor. Ben de taraftarın satın aldığı ürünleri giyenlerden biri olmak istedim, "Biz de profesyoneller olarak bunu giyiyoruz" mesajı vermeye çalıştım.

Fenerbahçe'ye gitme kararını nasıl aldınız?

O dönem Beşiktaş ve Galatasaray benimle daha çok ilgileniyordu. Pek Fenerbahçe'nin ilgi alanında değildim. Onlar Oğuz ve Turan'ın üzerinden gidiyorlardı. Fakat bir gün, yanlış hatırlamıyorsam Sakaryaspor-Boluspor maçından sonra Nezihi Tosuncuk ve 'Kahveci Yavuz' lakabıyla tanınan Yavuz Ağırgöl Sakarya'ya geldi. Konuşmak ve yemek yemek istediklerini söylediler, "Tamam" dedim. Askerdim o dönem. İzin alındı, direkt Tahsin Kaya'nın yazıhanesine gittik ve bir anda kendimi Fenerbahçe'ye imza atmış halde buldum. Lig henüz bitmemişti, yanlış hatırlamıyorsam yedi-sekiz maç daha vardı. Tabii bu yüzden bazı sorunlar yaşandı ve neticesinde üç arkadaşım daha Fenerbahçe'yle anlaştı; Oğuz, Turan ve Serdar... Ben onlardan önce imzayı atmıştım ancak Oğuz ve Turan, Fenerbahçe'nin öncelik verdiği oyunculardı. Fenerbahçe'nin o dönemi, genç bir oyuncu için biraz sıkıntılı olabilecek görüntüdeydi. Başarısız geçen bir sezon ve bir yeniden yapılanma vardı ancak bu kararı almamda arkadaşlarımın oraya gidişi de etkili oldu.

Socrates Dergi