Kimdi Matador, Kimdi Boğa?

10 dk

İspanya Milli Takımı, 10 yıl önce tarihinin en başarılı dönemine adım attı. Aradan geçen süre, onlara iki Avrupa Şampiyonası, bir de Dünya Kupası getirdi. 'Altın jenerasyon'un sahneden çekildiği bugünlerde İspanya yine güçlü, yine iddialı...

On yıl önce “İspanyol Milli Takımı’nı tarif et” deseler bir eksik bir fazla futbolseverler için tanım belliydi: “La Liga’yı izlemek keyifli, Barcelona-Real Madrid rekabeti renkli ve özel ama milli takımları hiçbir zaman ‘kazanan’ bir kimliğe sahip olamadı.”

Doğrudur çünkü iki büyük organizasyonda tek kupasını 1964 yılında ev sahipliği yaptığı Avrupa Şampiyonası’nda alan – ki kupaya 4 takım katılmıştı; İspanya, Danimarka, Macaristan, Sovyetler Birliği – ‘La Roja’ bir daha podyuma çıkabilmek için 44 yıl bekledi ve o podyumda da sekiz yıl boyunca kalarak Madrid Barajas Havaalanı’na Euro 2008, Euro 2012 ve 2010 Dünya Kupası’nı taşıyan uçakla indi. O zaman sorulması gereken şu: İspanyollar hiç mi iyi jenerasyon yakalayamadılar; İtalya, Fransa ve Almanya her zaman çok daha mı iyiydi? Cevap, hem evet hem de hayır…

İspanya Ligi’nin son 30 yıllık röntgenini çekersek belki ‘evet ve hayır’ın üzerindeki gölgeyi biraz kaldırabiliriz. Geriye saralım filmi ve yine soralım: Kulüp düzeyinde İspanyollar, 2000 öncesi Avrupa’da ne yaptılar? Franco dönemi sonrasında Fransa, İngiltere ve Almanya ile başlayan temasının futbol kısmında neden ihraç için 2000’lerin sonrasını beklediler? Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Barcelona, 1992’de Ronald Koeman’ın golüyle Sampdoria’yı; Real Madrid de 1998’de Predrag Mijatovic’le Juventus’u ve yüzyıl biterken memleketinden Valencia’yı yıkmış, toplamda üç kupa getirmişlerdi. ‘Akbaba Beşlisi’ ile 80’lerin ikinci yarısına damga vuran Real Madrid’in üç UEFA Kupası’ndan sonra İspanyollar, Valencia’nın kaldıracağı kupa için 18 yıl beklediler. İtalyanların rüzgârının estiği yıllardı 90’lar... En iyi lig Serie A, en parlak yıldızlar Çizme takımlarındaydı. Kulüp bazında başarısı tartışılan bir ülke nasıl Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası kazanabilirdi ki? Belki de 2008’i beklemeyebilir, İtalyanlar gibi hakem kıyımına uğradıkları 2002 Dünya Kupası’nda da final görebilirlerdi, futbol bu…

İspanyolların 80 ve 90’larda da yetenekli futbolcular vardı ama kırılgandılar, İtalyanlar çok sert, İngilizler çok fizikli, Almanlar ise ikisinin karışımıydı. İnceliğin ve güzelliğin kazanabilmesi için başka bir formüle ihtiyaç vardı, bir de uzun zamana. Çöktüğüne inandıkları altyapılarını 2000’de revize eden ve sonunda 2014 Dünya Kupası’nı kazanan Almanlardan 10-12 yıl önce bu değişimi Johan Cruyff ile yaptılar. Barselona şehrinde en son ne zaman milli maç oynandığını kimse hatırlamaz ama Katalan kulübünün La Masia hamlesi 2008’den sonraki 10 yılın meyvelerinin fidesiydi o günlerde…

İspanyollar eleme gruplarında zorlanmaz, turnuvalara güle oynaya gelir ama sonunda uçağa binip erkenden evlerine dönerlerdi. 1990 Dünya Kupası’nda gruptan çıkıp dönemin iyi kadrosuna sahip Yugoslavya’ya çarpıldılar. İki yıl sonra Euro 1992 elemelerinde Fransa ve Çekoslovakya'nın arkasında kaldılar. 1994’de Luis Enrique’nin yüzünü dağıtan Mauro Tassotti’li İtalya finale yürürken ‘La Roja’ Madrid’e dönmüştü bile. “Futbolun eve döndüğü” 1996’da ev sahibi İngilizlere penaltılarla çeyrek finalde kaybettiler. Miguel Muñoz, Luis Suarez ve Javier Clemente gibi tecrübeli hocalardan kim gelse aynı hüsran yaşanıyordu. Clemente ile gittikleri ikinci Dünya Kupası, 1998 Fransa’da kaleci Zubizarreta takımı yaktı, 3-2 Nijerya’ya kaybettiler. Deli kalecilerden Chilavert golsüz maçta Paraguay kalesinde devleşti, Bulgarlara atılan altı gol yetmedi ve istikamet yine Madrid...

1984’te olan 2000’de de oldu. Fransızlar, İspanyolların baş belasıydı; teknik adam değişmiş, Jose Antonio Camacho göreve gelmişti ama Zidane ve arkadaşları fazla iyiydi. 2002’de hakemin katlettiği Güney Kore maçında penaltılarla kaybederken haklı ama mağluptular. Euro 2004’te gruplarındaki Portekiz ve Yunanistan sürpriz bir şekilde finale yürürken İspanyollar, Ruslarla birlikte yine medyasına “Bu milli takımdan bir şey olmaz” dedirtti. Dönemin en büyük golcüsü Raul, o yıllarda “Milli takım neden başarısız?” sorusuna basit bir yanıt vermişti: “Bizde milli takımın hiçbir maçı, El Clasico’dan önemli olmadı ki?”

 Raul, o yıllarda “Milli takım neden başarısız?” sorusuna basit bir yanıt vermişti: “Bizde milli takımın hiçbir maçı, El Clasico’dan önemli olmadı ki?”

Raul, o yıllarda “Milli takım neden başarısız?” sorusuna basit bir yanıt vermişti: “Bizde milli takımın hiçbir maçı, El Clasico’dan önemli olmadı ki?”

Raul haklıydı, İspanyollar otonom yapıları nedeniyle tek yürek olamıyorlardı. Sonraları İspanyol sinemasına da (Bomb Scared, 2017) ilham veren bu İspanyol Milli Takımı’nın rakibini tutma tercihi 2006 sonrasında son bulmasa da kırmızı formanın arkasındaki destek arttı. Basklar ve Katalanlar için İspanyol Milli Takımı, karşı karşıya gelmeleri gereken bir rakipti ama o dönem Cruyff’un akademisinden yetişme Barcelona’lı oyuncuların İspanya Milli Takımı içinde çoğalması, “Formayı tutmasak da oyuncularımızı tutalım” fikrini beraberinde getirdi.

2006 Dünya Kupası’na Luis Aragones ile gittiler. Kâbusları yine Fransa oldu ama Puyol, Xavi, Iniesta, Ramos, Casillas, Torres’li kadro umut vadediyordu. Rijkaard’lı Barcelona, Capello ve Schuster’li Real Madrid’in Euro 2008’deki başarıda payı büyüktür. İyi bir Rusya’yı hem grupta hem de yarı finalde deviren ‘La Roja’ Viyana’da Almanları Fernando Torres’in golüyle yıktığında, İspanyollar artık milli takımlarının da kazanabildiğiyle yüzleştiler. Sevilla’nın üç Avrupa Ligi Kupası, iyi bir Valencia, Barcelona’nın domine etmeye başladığı 2005- 2010 arası işte... Ortada olmayan tek kulüp Atletico Madrid’in efsane hocası Luis Aragones ile katkı yaptığı milli takım, 2010’da Güney Afrika’ya favorilerden biri olarak gitti. Artık sert çocuklar olmayı başarmışlardı.

Casillas, Pique, Puyol, Capdevila, Ramos, Busquets, Xabi Alonso, Pedro, Iniesta, Xavi ve David Villa ile arka mahalleye kavgaya gider misiniz? Ben giderim, “Iniesta’ya sen biraz geride dur” da derim ama… Çünkü ona finalde ihtiyaç vardı. Sekiz gol atıp sadece iki gol yiyerek Dünya Kupası’nı kazanan İspanyollar, finalde Hollanda karşısında sertliğe sertlikle cevap verdiler, Vicente Del Bosque yönetiminde podyuma çıktılar. Euro 2012’de değişen, sadece sağ ve sol bekti. İtalyanları 4-0 ile sahadan süpürdükleri final sonrasında 1930 yılından bu yana üç büyük turnuvayı kazanan ilk takım oldular. Futbolda bir milli takımla altı yıl en üst seviyede kalabilmek zor iş. Almanların bu dönemde iyi kadrolarıyla iş yapabilmeleri için daha pişmeleri gerekiyormuş ama İspanyollar en iyi zamanlarında futbolun o bilinmezliğine çarpıldılar. 2010 finalinin rövanşında Hollanda, grupta İspanya’yı 5-1 ile ezdi geçti, yetmedi Şili 2-0 ile ‘La Roja’yı uçağa bindirdi. O gün Marca gazetesi koca sahada tek başına yürüyüp giden Iniesta’nın fotoğrafının üzerine şaşkınlık ve üzüntü karışık “The End” manşetini atmıştı.

O gün Marca gazetesi koca sahada tek başına yürüyüp giden Iniesta’nın fotoğrafının üzerine şaşkınlık ve üzüntü karışık “The End” manşetini atmıştı.

O gün Marca gazetesi koca sahada tek başına yürüyüp giden Iniesta’nın fotoğrafının üzerine şaşkınlık ve üzüntü karışık “The End” manşetini atmıştı.

Euro 2016'da bizim de olduğumuz gruptan rahat çıktılar ama İtalyanlar, dört yıl önce finalde yedikleri dört golün hesabını son 16’da 2-0 ile kapattılar. Artık değişim zamanıydı, Vicente del Bosque emekliye ayrıldı. Barça’yı uçuran Pep Guardiola ve Luis Enrique’nin milli takım hocalığı hayalleri yoktu. Atletico Madrid bir Arjantinli Diego Simeone ile küllerinden doğmuş, Valencia da teknik adamları bozuk para gibi harcar olmuştu. Bu kez görev sırası bir Bask’taydı. Julen Lopetegui’nin teknik adamlık kariyeri Porto’daki iki sezon dışında İspanyol genç milli takımlarındaydı. 2003’te asistan olarak başladığı milli takım kariyerinde bugün Rusya’ya giden kadrosunun gençlerini seçen, onları yakından tanıma fırsatı bulan ve onlarla 2010-14 arasında U19-U20-U21 takımlarında çalışan isimdi. Parlak olmayan bir kalecilik kariyerinin ardından Lopetegui, Avrupa’daki yeni jenerasyon teknik adamlar arasında oyuna bakış açısıyla sivrilmişti. Rusya kafilesinde Marcos Alonso ve Morata olmalı mıydı? Ya da bu sezon bir Dünya Kupası görecek kadar büyük futbol oynayan Parejo ve Illarramendi’ye ayıp değil ama yazık mı oldu? Sonuçta kadro 23 kişi...

2016’nın “The End” kadrosunun omurgası (Casillas, Xavi, David Villa) Rusya’da yok. Lopetegui, Dünya Kupası eleme grubuna başlarken çağırdığı 10 yeni ismi finallere götürüyor. 1962 Dünya Kupası’na Helenio Herrera, altı Real Madrid’li oyuncuyu (Di Stefano, Puskas, Gento, Santamaria, Del Sol, Araquistain) götürmüştü ki bunlar beş Şampiyon Kulüpler Kupası’nın baş aktörleriydi. 66 yıl sonra Real Madrid ilk kez 6 oyuncuyla finallerde ve bu takım, Şampiyonlar Ligi’ni son yıllarda domine eden kadro...

Son söz, “Kaybedenler Kulübü” yıllarında İspanyol Milli Takımı ne paella ne de tapas’lar kadar meşhur olamadı. Geleneksel şefleri bilirsiniz; fırında uzun saat pişen yemekler, fazla sosa bulanmayan odun ateşinde pişmiş deniz ürünleri, çok lezzetli ama bir zaman sonra herkesin taklit edeceği menüler… Katalan şef Ferran Adria bu yönüyle Cruyff’a benzer işte. Ona moleküler gastronominin babası derler ama o kendini dekonstrüktif mutfağın temsilcisi sayar. Bildiğin bir tadı sana farklı bir sunumla önüne getiren, yıkan, yakan, baştan yaratan bir şeftir. Cruyff da, o da Barcelona’da ‘yaptılar’ ve gün geldi, kepenkleri indirdiler. Luis Aragones ve Vicente del Bosque’nin tika-taka’nın varlığını yok saymayan yapılarıyla San Sebastian’da fırtınalar estiren ve İspanyol mutfağını yeni baştan yaratan Juan Mari Arzak gibiydiler. Bugün takımın başında Rusya’ya giden Lopetegui ise DiverXO restoranlarıyla fırtınalar estiren şef David Muñoz’dan başkası değil…

İspanyollar arenalara gittiklerinde matadoru tutarlar, İspanyol olmayanlar ise boğayı.. Uzun yıllar kim matador, kim boğa belli değildi bu ülkede; belki de kazanırken ya da kaybederken, hepsi bu yüzden…

Socrates Dergi