İstanbul'da Bir İngiliz

20 dk

Gordon Milne, İstanbul’a geldiğinde yalnız başınaydı. Önce Süleyman Seba’nın desteğini kazandı, sonra da yurtiçindeki bütün kupaları. Beşiktaş’ın efsane antrenörüyle, Anfield’dan İnönü’ye uzanan kariyerini konuştuk.

Hilton Oteli’nin lobisi, onun için eski bir alışkanlık. Beşiktaş’taki ilk yıllarından beri yorgunluktan arınma mekânı burası. Rutininden vazgeçmeyen klasik bir İngiliz ile sohbete hazırlanıyoruz.

Elindeki Türk çayı ise Gordon Milne’in karakterinin simgesi bir bakıma. Bill Shankly’nin bıraktığı etkiyi, kariyeri boyunca sahaya yansıtmak isterken çoğu kez farklı atmosferlere ayak uydurmak durumunda kalmış. Zaman zaman Leicester City ve Coventry City gibi orta seviye ya da gençlerden kurulu takımları ayakta tutmaya çalışmış, bazen de Beşiktaş’taki gibi tek çıkış yolunun şampiyonluk olduğu labirentlerde çözüm aramış

“İngilizler soğuk millettir” klişesini yerle bir eden Gordon Milne, sorulara önceden hazırlanmışçasına uzun ve bol örnekli cevaplarla sohbete başlıyor; zaman zaman Türkçe kelimelerden yardım alarak…

Liverpool’daki futbolculuk kariyerinizin başında, kulüp henüz büyük başarılar elde etmemişti. Hatta ikinci ligdeydi. Önce 1. Lig’e çıktınız sonra da orada şampiyon oldunuz. Bütün bunlar yaşanırken menajer koltuğunda Bill Shankly vardı. Shankly, Liverpool’da neleri değiştirdi?

Futbol anlayışı ve kişiliğiyle örnek aldığım biriydi Shankly. Basit olandan yanaydı. İkinci ligde oynadığımız dönemde de, 1. Lig şampiyonu olduğumuzda da, bütün antrenmanlar boyunca şunu söyledi: “Futbol basit bir oyundur, karmaşık yapan insanlardır.” Böyle olunca, biz futbolcular da onun ne istediğini rahatlıkla anlıyorduk. Zaten antrenmanları da basitti. Tekrarlara dayalı bir sistemi vardı. Forvet oyuncusunun şut atmasını mı istiyor? Forvet antrenmana başlar ve şut atar, şut atar, şut atar… Kanat oyuncuları? Devamlı orta yaparlar... Sahada olabilecek hiçbir şeyi şansa bırakmazdı yani. Daha iyiye ulaşmak için defalarca aynı şeyleri çalışırdık. Bunun yanında, takım içinde küçük takımlar yaratmıştı. Takımın sol tarafı, kendi içerisinde bir takımdı. Sağ tarafı da… Defans ikilisi ve kaleciden oluşan üçgen de kendi ‘küçük takımlarını’ oluşturmuşlardı. Birlikte oynamayı seven ‘küçük takımlar’ da Liverpool’u oluşturuyordu. Zaten o takımın birçok oyuncusu, benim gibi antrenörlük yaptı daha sonra. Bunda Shankly’nin payı büyüktü.

Liverpool, 70’li yıllarda Avrupa’nın zirvesine çıktı. Sistemin bu kadar muntazam çalışmasının sebebi neydi?

İnsanlar Liverpool tarihine baktığında, başlangıcın Shankly olduğunu görürler. Evet, bence de öyle. Düşünsenize; ikinci ligde bir takımdasınız, önce orada şampiyon oluyorsunuz, sonra da FA Cup, 1. Lig şampiyonluğu ve UEFA Kupası… İnanılmaz bir şey! Daha sonra yardımcısı Bob Paisley geliyor ve hem İngiltere’de kazanmaya devam ediyor hem de Şampiyon Kulüpler Kupası’nı birkaç kez kazanıyor. O gittiğinde ise Shankly’nin bir diğer yardımcısı Joe Fagan, takımın kontrolünü alıyor ve o da Avrupa Kupası’nı kazanıyor. Orada bir makinenin çalıştığını, bütün bunlar yaşanırken de saha içinde hiçbir şeyin değişmediğini görüyorsunuz. Paisley hiçbir şeyi değiştirmedi, Fagan da… Antrenmanlar, oyun stili, dizilişler hep aynıydı. Belki de 30 yıl aynı antrenmanları yaptı Liverpool. Başarıya ulaşacak düşünce budur. Ben de aynı sistemde yetiştim. Çok farklıydı…

İngiltere Genç Milli Takımı’nı çalıştırdığınız dönemde, 1972 ve 1973’te Avrupa şampiyonu oldunuz. Ancak 1970’ler, İngiltere A Milli Takımı için kâbus gibiydi. Sizin çalıştırdığınız genç futbolcular, üst seviyeye niçin adapte olamadı? Finalde mağlup ettiğiniz Almanlar, A takım seviyesinde 1970’leri gayet iyi geçirdiler oysa...

Benim çalıştırdığım genç milli takım çok iyi oyunculardan kuruluydu. Bu nedenle de şampiyon olduk zaten. Ama şöyle de bir durum vardı; Trevor Francis, Phil Thompson, Kevin Beattie ve John Gidman... Sadece bu dördü üst seviyede tutunmayı başardı. Diğerlerinin birçoğu ikinci ligde dahi uzun süre oynayamadı. Bugün bile nedenini anlamıyorum. Bazen 18 ile 21 yaş arasında muhteşem bir oyuncu görürsünüz ve çok şey ümit edersiniz ama birkaç yıl sonra hayal kırıklığına uğrarsınız. Ama bazıları da yaşı ilerledikçe kendini kanıtlar.

Mesela Vardy; 29 yaşında, dört sene önce Konferans Ligi’nde oynuyordu. Stuart Pearce; Nottingham Forest’a imza attığında 23 yaşındaydı ve hiç milli olmamıştı. Ama daha sonra İngiltere’nin tartışılmaz sol bekine dönüştü. Bazı oyuncular sistemi erken yaşta pas geçiyor. Ne oluyor bilmiyorum. Kusursuz bir altyapınız var ama hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Bugün İspanya’nın alt yaş kategorilerinde muhteşem takımları var ama lig yabancı dolu. Genç milli takımlarda yıldızlaşan futbolcular, 20’li yaşlarına gelmelerine rağmen kendi takımlarında yer bulamıyorlar. Gelişmek için her hafta oynaman gerekiyor halbuki.

İngiltere’de de böyle. Manchester City’nin Akademi takımını izlediğinde sahada en fazla altı İngiliz futbolcu görebilirsin. 17 yaşındaki futbolcuları almak için büyük paralar veriyorlar. Bu ortamda, sağlıklı bir İngiliz futbolcu yetiştirmekten nasıl söz edebiliriz?

Bir de ‘kiralık’ konusu var. Bu sezon Chelsea’nin 20’den fazla oyuncusu kiralık olarak başka takımlarda. 20’den fazla diyorum! Bu futbolcular Chelsea’de kendilerini nasıl geliştirecek? İmkânsız. İkinci ligdesin ama Chelsea’ye aitsin, sorun yok! Kendilerini nasıl Chelsea’nin bir parçası olarak hissedebilirler ki?

Geçenlerde Liam Brady ile birlikteydim. Bilirsin, muhteşem bir futbolcuydu. Neler yaptığını sordum. Arsenal’de temsilcilik görevini sürdüğünü söyledi. Kulüp ona şöyle bir görev vermiş: Bonservisi Arsenal’de bulunan fakat kiralık olarak başka kulüplerde oynayan futbolcuları ziyaret ediyor ve durumları hakkında bilgi alıyormuş. Çok ilginç değil mi? Mesela Sheffield’da bir futbolcuları var; iki günlüğüne Sheffield’a gidiyor, orada kalıyor, oyuncunun antrenmanlarını takip ediyor, onunla beraber yemek yiyor, biraz sohbet ve sonra “Bye bye!”... Ama ne olursa olsun, futbolcu günün sonunda kendini Arsenal’e ait hissediyor. Bence iyi fikir.

Kariyeriniz boyunca önemli genç futbolcularla çalıştınız. Beşiktaş’a geldiğinizde de genç bir kadro vardı. Bu sizin için bir avantaj mıydı?

Genç oyunculara başarılı olmayı öğretebilirsiniz. Beşiktaş’a gelmeden önce Leicester’da görev yaptım. Orada Gary Lineker ve Alan Smith gibi genç yetenekler vardı. Ondan önce Coventry City’deydim. Üst seviyede oynayan küçük bir takımdı. Ayakta kalmak için genç oyuncu yetiştirip satmak zorundaydık. Bu süre içerisinde hep genç oyuncularla çalıştım, onlara güvendim. Beşiktaş’taki durum, bu yüzden benim için problemden çok avantajdı. Ayrıca o dönemde üç yabancı kuralı vardı. Bu da genç Türk oyuncuların varlığını takımın lehine çeviriyordu. Bir de yalnızdım. Ne bir yardımcı antrenör ne kaleci antrenörü ne başka biri… Bu durumda, kendiniz bir şeyler inşa edebiliyorsunuz.

Beşiktaş’taki ilk iki yılınızda ligde bir şey kazanamadınız. Buna rağmen Süleyman Seba size destek verdi. Türkiye şartlarını göz önünde bulundurursak, bu bir kumar mıydı?

İlk senemde bir pankartla karşılaştım. Şöyle yazıyordu: “Lütfen evine git Gordon!” Çok kibarlardı! Herkes şampiyonluktan bahsediyordu ama ilk senede başaramadık. Sekiz aydır Türkiye’deydim, ailem ve evim yoktu, zordu. Başkan bana destek verdi. Bir başkanın düşüncene inanması önemlidir. İkinci yıl Türkiye Kupası’nı kazandık ve sonra devam ettik. Zorlu bir dönemden geçtim. Türkiye’de yönetim kuruluyla anlaşamazsan başkan seni çağırır ve görevine son verir. Süleyman (Seba), bunu yapmadı. Bu, onun kalitesini gösteriyor. Her kararımda arkamda oldu, birbirimize karşılıklı saygımız vardı. Antrenmanlara müdahale etmedi, kadro seçimine de… Sadece yöneticileri kontrol etti. En tepedeki adam olarak çok güçlüydü. Aston Villa’ya bakın; çok büyük bir kulüp ama zor durumda. Sahipleri, kulübü satmak istiyor. Bu durumda antrenörler ve futbolcular ne düşünebilir ki? Güçlü bir başkana, bir lidere ihtiyacınız vardır. Süleyman bunu başardı. Bunun yanında eski bir futbolcuydu. Oyunu biliyordu ve karşılaşabileceğimiz sorunların farkındaydı. Bu benim için büyük avantajdı. Başka bir başkan olsa o başarılı dönemler hiç yaşanmayabilirdi.

Bir de “Beşiktaş’ın sistemi hep aynı” görüşleri vardı. Bunda Shankly’den öğrendiklerinizin payı var mıydı?

Liverpool’da oynadığım dönemde herkes Liverpool’un nasıl oynayacağını bilirdi. Bill Shankly bir keresinde rakipler için, “Niye maça gözlemci gönderip boşa para harcıyorlar ki? Herkes nasıl oynadığımızı biliyor. Gelip antrenmanlarda neler yaptığımızı izlesinler” demişti. Liverpool’da her oyuncu en çok zevk aldığı mevkide oynardı.

Herkes, “Beşiktaş’ın nasıl oynadığını biliyoruz” derdi mesela. Bu benim için bir sorun değil, aksine gurur kaynağıydı. İstediğiniz yere gelin, bizi izleyin. Maç, antrenman, her yer! Sırrımız yok, her şey çok basit. Düşünün; herkesin nasıl oynadığını bildiği ama yenilmez bir takımınız var. Bu çok önemli. Futbolcu, bir maçta sol bek öbür maçta sağ bek oynuyorsa bundan rahatsız olur. Beşiktaş’ta herkes istediği ve alıştığı yerdeydi. Bir de takım içi uyum muazzamdı. Geçen sezon Southampton’ı çalıştıran Ronald Koeman, bu sezon içinde yabancı futbolcular ve iletişim sorunu ile ilgili bir şeyler söyledi. Oyuncular stadyuma vardığında kulaklarında kulaklık var. Soyunma odasına, hatta tuvalete gittiklerinde bile kulaklıklar duruyor. Maç bitiyor, otobüse biniyorlar, yine kulaklık… Otobüsten iniyorlar, yine… İletişim yok. Bu, modern futbolun ciddi bir problemi. Biri Fransız, diğeri İspanyol, bir diğeri Alman ve kulaklarında devamlı kulaklıklar...

Beşiktaş’ı hatırlıyorum da; mesela Bursa’ya giderdik, herkes otobüste maçla ilgili konuşurdu. Maçtan sonra da aynı sohbet devam ederdi: “Neden bunu yaptın, neden böyle oldu?” Tamam, bazı oyuncular sessiz olabilir. Ama diğerleri konuştuğunda o da duyar ve bunun üzerine düşünür. İletişim olmadan bir takım yaratamazsınız.

Üç yıl arka arkaya şampiyon olurken Beşiktaş için ‘kolej takımı’ deniyordu. İşin sırrı iletişim miydi?

Fulya’daki antrenman sahamız, azıcık bile çimin olmadığı bir toprak sahaydı. Maçlardan önce kamp yapardık. Futbolcular üst katta kalırdı. Bir odada toplanırlar, oyun oynarlar ya da sohbet ederlerdi. “Yatma zamanı!” dediğimde kimse yatağa gitmezdi. Ama iletişim hâlindeydiler; konuşur, güler, eğlenirlerdi. İlişki kurmak ve üretmek konusunda hayati önem taşıyan bir şey bu aslında. Konuşmazsan başaramazsın. İletişim, saygı ve dostluğu getirir. O dönemki Beşiktaş futbolcuları hâlâ arkadaşlar. Örneğin Arsenal’i ele alalım; hangi dönemindeki futbolcular hâlâ arkadaşlıklarını sürdürüyordur? Sanıyorum ki hiçbiri... Bu, dünyadaki birçok takım için de geçerli. Birçokları için eski takım arkadaşları, hayatlarında bir yer kaplamıyordur. Ama bu çocuklar birbirlerinin hayatlarında hâlâ çok büyük bir yer kaplıyorlar. Bu, Beşiktaş taraftarında da bir aidiyet duygusu yaratmış durumda. Türkiye’ye her geldiğimde, “Nasıl olur?” diyorum. Şansla olacak bir şey değil. O gün beş-altı yaşlarında olan küçük bir çocuk bile o takımın birbiriyle olan bağını hatırlıyor. Evet; Les Ferdinand, Ian Wilson ve Alan Walsh vardı ama temel olarak bir Türk takımıydı Beşiktaş.

İngiliz futbolcuların transferinden konuşalım biraz. Ferdinand’la iyi bir başlangıç yaptınız, taraftarın sevgilisiydi ve iyi işler yaptı. Ama daha sonraki Wilson, Walsh ve McDonald hamleleriniz tartışıldı. Bu üç oyuncu da ilk tercihiniz miydi?

Bir gün Walsh’la röportaj yapılıyordu. Gazetecinin biri şunu söyledi:

Walsh, 32 yaşındasın ve yavaşsın.

Tam bir Türk, dosdoğru!

Walsh da şöyle karşılık verdi:

Evet ama 22 yaşındayken de yavaştım!

Ferdinand santrfordu. Taraftarın ve diğerlerinin onu benimsemesi kolaydı. Bir takım inşa etmekten bahsettim az önce. Bu doğrultuda takımı incelemeye başladım ve Walsh ile Wilson’ı transfer etmek istedim. Walshie hak ettiği yere gelemeyen bir oyuncuydu, daha üst seviyelerde oynayabilirdi. Sol ayaklıydı ve Avrupa’nın en iyi orta yapan futbolcularından biriydi. Ayrıca, Kadir’le birlikte sol kanatta birinci sınıf varyasyonlar gerçekleştirirdi. İki farklı karakter ama ikisi de solak. Sonra Wilson geldi. Sol haf oynuyordu ve sol ayaklıydı. Böylece, takımın sol tarafı solak oyunculardan oluştu. Sağ tarafta Recep, Mehmet ve Rıza da sağ ayağını kullanan futbolculardı. McDonald ise farklıydı. Burada olmamalıydı ama bu benim değil, başkalarının hatasıydı. Neyse… Wilson ve Walsh’u almamın sebebi, sol tarafta oluşturmaya çalıştığım bu uyumdu. Walsh çabuk değildi, Kadir de… Ama uyumları inanılmazdı. Walsh ve Wilson için zor olan, Ferdinand’ın yarattığı etkiydi. Zamana ihtiyaçları vardı ama Ferdinand’ın popülerliği üzerlerinde baskıya neden oldu. Ama oyuncuların onları anlaması uzun sürmedi. Her gün beraber çalışıyorlardı ve iyi futbolcular olduklarını anladılar. Futbolcuların, antrenörün getirdiği oyuncuya saygı duyması önemlidir. Beşiktaşlılar bunu yaptı.

Son senenizde (1993-1994) Perulu Francesco Zeggara ve Arjantinli Osvaldo Nartallo transferlerinde eleştiriler daha da ağır oldu. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

O dönem maddi sıkıntılar yaşıyor, büyük paralar harcayamıyorduk. İstediğim futbolcuları alamadık. Ama Mrkela olayı gibi durumlar da var. Üç kere izlemeye gitmiştim. O transfer benim sorumluluğumdaydı. İyi bir oyuncuydu ama Beşiktaş’ta olmadı. Kimsenin yapabileceği bir şey yok. Transfer her zaman riskli, karmaşık bir iştir. Kız arkadaşı, ailesi, evi, çocuklarının okulu… Bütün bunlar yabancı oyuncu için sorun yaratabilir. Her zaman bir kumardır.

Ligi domine ettiniz. Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası, Başbakanlık Kupası… Hepsini kazandınız. Buna rağmen Avrupa’da başarı yakalayamadınız. Nedeni ne olabilir?

Nedeni çok basit: Inter Milan, Borussia Dortmund, Ajax ve Recep! Malmö maçında kendi kalesine fantastik bir gol attı voleyle. Tabii ki şaka yapıyorum, bu bir bahane değil. Sorun neydi biliyor musun? Çift maç üzerinden eleme usulü oynuyordunuz. Şimdiki gibi lig yoktu. Eğer o seviyede tecrübesiz bir takımsanız bu çok zor bir statü. Şimdi altı maç oynuyorsunuz ve her maçta tecrübe kazanıyorsunuz. Bizim yeterli deneyimimiz yoktu. Ajax veya Inter’de ise o seviyede oynama alışkanlığı vardı. Buna rağmen, orada oynayarak bir şeyler öğreniyorduk. Özellikle Türkiye Ligi’nde çok faydası oluyordu. Üst seviyede oynamayı öğrenen futbolcular, lig maçlarında daha iyi performans gösteriyordu. Benim için büyük bir deneyimdi. Futbolcular için de öyle olmalı. Bazen kaybederken bir şeyler öğrenir, bunları uyguladığınızda da kazanırsınız. Her zaman değil ama bazen böyledir…

Serpil Hamdi Tüzün, sizin döneminizde genç takımdan sorumluydu. Çalışma şekliniz nasıldı? Elindeki yetenekli futbolcuları o mu getirirdi, yoksa birlikte mi karar alırdınız?

Genç oyuncular konusunda çok iyiydi. Feyyaz (Uçar) ve Sergen (Yalçın) gibi oyuncuları çıkardı. O gruptaki oyuncuların birçoğu yaratıcı gençlerdi. Ama Türkiye’deki kafa yapısı farklı. İngiltere’de genç takım ile A takım aynı yerde çalışır. Bu atmosfer, genç oyuncuların A takıma uyumunu kolaylaştırır. Mesela şimdi Ümraniye’de de böyle. Fakat o zamanlar değildi. Altyapı biraz da devamlılıkla ilgili bir şeydir. Şimdi biri herhangi bir kulübe başkan oluyor, bütün planlamalar yapılıyor ama bir süre sonra başkan değişiyor. Bu durumda kimse altyapıyı umursamaz. Altyapının zamana ihtiyaca vardır.

Beşiktaş’ta birçok oyuncunun pozisyonunda değişiklik yaptınız. Uzun vadede yararlarına olsa da kısa vadede oyuncularla sorun yaşadınız mı bu karar sonrasında?

Hayır, hayır. Oyuncularla hiçbir sorun yaşamadım. Antrenmanlardaki tutumları son derece iyiydi, keyif alıyorlardı. Ali (Gültiken) defans oynuyordu, Gökhan (Keskin) orta sahadaydı. İzlenimlerim sonunda yeni pozisyonların onlar için daha iyi olacağını düşündüm. Her zaman oyuncuların istedikleri pozisyonda oynaması gerektiğini savundum. Kemikleşmiş bir takım, her zaman belli bir sistem içerisinde oynar. Bu düşünce tarzında eğitildim. Bazen sabahları otelden çıkar, sahaya gelir ve antrenmana başlardık. Açma germe hareketlerini yaparken bile sahadaki pozisyonlarını almalarını söylerdim.

Örneğin Wilson, Leicester’da sol bek de oynadı. Ama rahat ettiği bölge, orta sahanın soluydu. Beşiktaş’ta da gerçekleştirmek istediğim buydu. Ali, forvette kendisini daha rahat hissediyordu, Gökhan da savunmada… Kadir’i sağ bek oynatsam belki problem olurdu. Ya da Recep? Onu sol bek ya da orta sahada düşünebiliyor musun?

10-0’lık Adana Demirspor maçı, bir dönüm noktası mıydı?

Hiçbir şey değiştirmedi. Sadece ‘o’ günlerden biriydi işte. Bilirsiniz, sahada her işiniz yolunda gider… O maçı önemli kılan; iyi futbol ve atılması zor, güzel gollerdi. O gün takım çok iyiydi. Evet, skor ihtişamlıydı ama ligdeki gidişatımızı etkilediğini düşünmüyorum.

80’li yıllarda Türkiye futbolu henüz profesyonel düşünce tarzına sahip olmayan birçok oyuncuyu barındırıyordu. Özel hayatlarına dikkat etmeyenler, antrenmana çıkmayanlar ya da yedek kalmayı sorun edenler… Siz de Metin Tekin’le benzer bir problem yaşadınız…

Bütün hikâyeye Metin’in tarafından bakmak lazım. Ben hiçbir zaman onunla sorun yaşamadım. Takıma geldiğimde Metin sürekli ilk 11’de oynuyordu, bir yıldızdı. Evet, yeteneği vardı ama ben ondan daha fazlasını istedim. Bu esnada da Ali ve Feyyaz’ı hücumda düşünüyordum. Metin de bundan şikâyetçi oldu. Fakat bunu hiçbir zaman sorun yapmadı ve antrenmanları aksatmadı. Basın bu konuya çok kafayı takmıştı. Başkan da hiçbir zaman “Metin’i neden oynatmıyorsun?” demiyordu ama onu sahada görünce mutlu oluyordu. Mesela Japonya’da çalışırken birçok oyuncum ile antrenmanlarla ilgili sorunlar yaşadım ama Türk çocuklarla sorun yaşamadım. Gazetecilerle mi? Evet, sorun onlarlaydı.

2000’li yıllarda koordinatör olarak Beşiktaş’a döndünüz. Gelişiniz büyük bir coşkuya neden olmuştu ama ayrılığınız son derece sessizdi. Neler yanlış gitti?

Düşünce, gençler ile çalışmam üzerineydi. Başarısız oldu çünkü gençler A takımdan ayrıydı. Kimsenin suçu yoktu. Problem; sistemin, departmanın işleyişi ile ilgiliydi. Bu yüzden sistemi değiştirmek istedim ama çok zordu, olmadı. Başkanın fikri güzeldi, üç yıllık kontrat imzaladık ama olmadı işte. Yöneticiler politikayla ilgiliydi, futbolla değil. Bu, başarıya ulaşmak için uygun bir sistem değildi.

Biraz da uzun yıllar çalıştırdığınız Leicester City’yi konuşalım. Bu seneki performanslarıyla ilgili neler söylersiniz?

Geçen sene düşme tehlikesi içindeydiler. Son dokuz maçın yedisini kazandılar ve bu sezona başladıklarında da devam ettiler. Bu sezon bütün takımlardan daha fazla galibiyet aldılar. Rakipleri olan Manchester, Londra ve Liverpool takımlarını düşününce bu inanılmaz bir başarı. Leicester daima ileri doğru oynuyor, Arsenal ise yana ya da geriye doğru. Dertleri topa sahip olmak. Modern futbol, istatistiklerden oluşuyor. Ne kadar koştun, topa ne kadar sahip oldun? Topa hakim olma oranın yüzde 80 ama ‘no orta’, ‘no şut’, ‘no gol’… Bütün bunlar seyirci üzerinde bıkkınlık hissi yaratıyor. Leicester ise dikine, çabuk futbol oynuyor. Vardy çabuk bir oyuncu. Mahrez iyi futbolcu. Bütün bunların ödülünü de alıyorlar. Arsenal’e saygım büyük ama biraz sıkıcılar. Pas, pas, pas… Leicester, büyük paralar harcamayan küçük bir kulüp ama iyi bir takım ruhuna sahipler.

Leicester’ın stili diğer küçük kulüplere yol gösterir mi?

Oyun stili, sahip olduğunuz futbolcularla ilgilidir. Bu yüzden stillerinin taklit edileceğini düşünmüyorum. Ama pozitif futbol düşünceleri ilham verebilir. Şu an moda olan zihniyet, bir takımın sahaya tek forvet olarak çıkması. Bu bana göre olumsuz bir düşünce. Niye ikinci forvet yok? Bizim zamanımızla kıyaslarsak, şu anki futbol daha modern olabilir ama heyecan verici, eğlenceli değil. Bu yüzden Leicester’ın mantalitesi önemli.

Claudio Ranieri’nin bu yükselişteki rolü ne?

Nigel Pearson görevden ayrıldıktan sonra Ranieri geldi ve zekice bir şey yaptı. Teknik ekipten hiç kimseyi değiştirmedi. Tek fark kendisiydi. Sadece düşünce yapısını farklılaştırdı. Türkiye’de bir yıl başka, diğer yıl başka bir antrenör takımın başına geçiyor ve ekibini de tamamen değiştiriyor. Bu, futbolcular için de zor bir durum. Bir şeyleri geliştirmek ve oyun mantalitesini anlamak için birlikte çalışmak gerekir. Ranieri, İtalya’da ve Avrupa’da takımlar çalıştırdı. İtalyan tarzı biraz olumsuzdur ama onun takımı şu anda dikine futbol oynuyor. Bu, onun için de biz izleyenler için de iyi bir şey. Kulüp sahiplerinin de yüksek profilli olması önemli. Sessiz, üretken ve takım için iyi bir atmosfer yaratıyor onlar da... Eğer Liverpool taraftarıysan sadece Liverpool’un kazanmasını istersin ama bu sene farklıydı. Herkes Leicester’a hayrandı. Tüm futbolseverler onların kazanmasını istedi.

"Çim yoksa şampiyonluk da yok"

Rüzgârlı bir havada antrenman yapıyorduk. Topları diziyorum, oyuncular şut atıyor. Tekrar diziyorum, tekrar vuruyorlar. Basit çalışmalar yapıyoruz, okul çocukları gibi. Hiçbir şey kazanamamışız henüz. Birisi topa vuruyor, toprak sahada küçük çukurlar oluşuyor, zemini düzeltiyorum ve devam ediyoruz… Antrenman bitti, soyunma odasına gittim. Aynaya baktığımda suratım tamamen toprakla kaplanmıştı. Kendi kendime şöyle dedim: “Ben burada ne yapıyorum?” Evet, aynen bunları söyledim. Daha sonra bir gün Hilton’a geldim. Derwall ve eşi de buradaydı. Jupp, bana şunu söyledi: “Yöneticilere, ‘Çim yoksa şampiyonluk da yok!’ dedim. Sen de aynısını Beşiktaşlılara söylemelisin.” İşe de yaradı. Temelden bir şeyler inşa etmeye başladık. Elimizde hiçbir şey yoktu; tesis yok, antrenman için uygun bir saha yok… Koşmak için ormana gidiyorduk. Bu da herkesin üstünde bıkkınlık yaratıyordu. İlginç zamanlardı. Şimdi Ümraniye’ye bakıyorum da… Her oyuncunun özel odası var, hem de uluslararası kalitede.

Socrates Dergi