İstikrarlı Adımlar

17 dk

Altuğ Çelikbilek, her geçen sene bir öncekinin üzerine koyarak kariyer basamaklarını tırmanıyor. Türkiye'nin erkek tenisindeki yeni 1 numarası, Socrates'e konuştu.

Mütevazı tenis tarihimizde, Marsel İlhan ve Çağla Büyükakçay'ın başarıları hâlâ birer kerteriz noktası. Tabii onların ayak izlerini takip edip kapıyı çalan başka isimler de yok değil. Tenis antrenörü bir baba ve beden eğitimi öğretmeni bir annenin oğlu olan Altuğ Çelikbilek, içine doğduğu sporda Türkiye'nin en yüksek sıralamalı erkek tenisçisi haline evrilmiş durumda. Marsel İlhan ve Cem İlkel'den sonra erkekler dünya sıralamasında ilk 200'e girmeyi, Challenger düzeyinde turnuva kazanmayı başaran ilk temsilcimiz olan Altuğ ile Porto'daki zaferin ardından sohbet ettik.

Ülkenin yeni 1 numarası olmak nasıl bir his? Tim Henman'a o meşhur 'Britanya'nın 1 numarası' kavramını sorduğumda, oyunculuk günlerinde bunu pek önemsemediğini ve dünya sıralamasındaki yere daha fazla ehemmiyet verdiğini anlatmıştı...

Açıkçası ülkemin 1 numarası olmak benim de hiçbir zaman birinci önceliğim olmadı. Sebebini de şöyle anlatmak isterim: Marsel İlhan'a kadar Türkiye'nin birçok 1 numarası oldu, gayet iyi oyuncular vardı ama hiçbiri Futures seviyesinin ötesine geçemedi. Belki de şartları bize göre kötüydü veya günün koşullarında yapamadılar. Gerekçeleri neydi, bunu benim değerlendirmem doğru olmaz ama ülke düzeyinde 1 numara olsalar da dünya sıralamasında iyi bir basamakta değillerdi. Bunu dünyada da ilk 100'e girerek anlamlandıran Marsel İlhan olmuştu. O yüzden ben Türkiye'de 1 numara olmaktan ziyade kendimi dünya sıralamasında daha yukarılara atmaya odaklandım.

Bize şu anda içinde bulunduğun rekabet ortamından bahsedebilir misin?

Bunun üzerine pek konuşmuyoruz ama Cem İlkel'le aramızdaki rekabetin ikimizi de yukarı çektiğine inanıyorum. Cem uzun süre Marsel'in hemen arkasında ikinci sıradaydı, sonra onu geçti ve uzun süre bir numarada kaldı. Doğal olarak sürekli benim önümdeydi. Ancak kariyerlerimizin yükseliş evresinde bazı benzer noktalar mevcut. Mesela ben daha profesyonel seviyede değilken o dünya sıralamasında 500 numaralara geldi. Sonra ben yavaş yavaş 800'lü basamaklara ilerledim. Tam ben "800'e geldim, arayı kapattım, geçebilirim" derken o bir anda 300'e atladı, ben 500'lü sıralara yürüdüm. Sonra ben 400'lü basamaklara inip ona biraz baskı yapmaya başladım, Cem çat diye 200'lere atladı. İlerleyen dönemde ben 300'e atladım, o 190'lara kadar geldi. Şimdi ben ona yaklaştım ve 200'e girdim. Böyle böyle birbirimizi yukarı çekiyoruz.

Zaten iyi spor kültürüne sahip; ABD, Fransa, İspanya gibi ülkelerde oyuncular birbirlerini yukarı çekerler. İtalya bunun son yıllardaki en iyi örneği. Arka arkaya çıkardıkları kaliteli oyuncular ortada. Bence tenis kültürünün ayrıcalıklarından biri de bu. Biz Cem'le ENKA'da en az on yıl beraber antrenman yaptık. 11-12 yaşından beri sürekli aynı grupta olmasak da aynı ortamda, aynı kişilerle çalıştık. İlerlemeyi tek başına yapmaya çalışmaktansa böyle bir ortamda yetişip birlikte yukarı çıkmak daha kolay oluyor. Türkiye'de 1 numara olmaktan ziyade beş-altı kişiyle birlikte tırmanmanın hem Türk tenisi adına hem de kendi adıma daha faydalı olacağını düşünüyorum. Şöyle bakmak lazım; ben 80 milyonluk koskoca bir ülkede 1 numarayım, Stan Wawrinka neredeyse kariyeri boyunca küçücük İsviçre'nin 2 numarasıydı…

"Bunun üzerine pek konuşmuyoruz ama Cem İlkel'le aramızdaki rekabetin ikimizi de yukarı çektiğine inanıyorum."

"Bunun üzerine pek konuşmuyoruz ama Cem İlkel'le aramızdaki rekabetin ikimizi de yukarı çektiğine inanıyorum."

Az önce senin de ismini zikrettiğin Marsel İlhan ya da WTA düzeyinde turnuva kazanan Çağla Büyükakçay gibi öncülere, belki ilham kaynaklarına sahip olmak işleri biraz daha kolaylaştırdı mı?

Zaten Çağla Abla'yla aynı kulüpte büyüdüm. Ben 12-13 yaşlarındayken o profesyonel seviyede oynuyordu. ENKA Spor Kulübü'nde olmanın ayrıcalığı zaten bu. Büyük bir kulüp olduğu için Türkiye'nin en iyi tenisçileri genellikle ENKA'da veya TED'de çalışıyor. Özellikle bizim kulübümüzde çok iyi oyuncular vardı. Tabii onların ortaya koyduğu başarılar bize de örnek oluyordu. Sonuçta bunun yapılabileceğini, Türkiye'den de üst düzey sporcuların çıkabileceğini görmek bizi elbette motive ediyordu. Cem ve ben, bu ilham kaynaklarını görerek, onların Grand Slam, ATP veya WTA seviyesinde yaptıklarına tanık olarak kendimizi motive ediyorduk.

Marsel bir ara İspanya'ya gitti, başka ülkelerde çalıştı. Ben şu sıralar Almanya'ya antrenmana gidiyorum. Bu nedenle Çağla Abla'nın rahmetli Can Abi'yle (Üner) beraber Türkiye'de çalışarak ortaya koyduğu seviyenin inanılmaz bir iş olduğu kanaatindeyim. Açıkçası ben yurtdışını seçtiğim için mutluyum ama Cem her şeyini hâlâ Türkiye'de yapıyor. Evet belki inanılmaz ilk 100 oyuncuları olmadık ama dünyanın en iyi 200 tenisçisi arasında adımızı yazdırdık ki bu da hiç fena değil.

Almanya'da antrenman yapmak oyununda, yaklaşımında bazı şeyler değiştirmiş olsa gerek. Türkiye ile kıyaslayıp farklardan bahsetme şansın var mı?

Aslında bu konu üzerine konuşmak için 12-13 yaşlarına dönmem gerek… Ben yerli antrenörlerle yetiştim ama uzun seneler Türkiye'de antrenörlük yapan Avustralyalı Gavin Hopper'la da çalıştım. O hem bize antrenörlük yaptı hem de benim hocalarım olan İlhan Mutlu ve Serkan Akın Dilek'i yetiştirdi. Bizi daha iyi oyuncular, onları daha iyi çalıştırıcılar yaptı. Ayrıca ben 18 yaşındayken federasyonumuzun kurduğu sekiz kişilik takımın başına eski dünya 12 numarası Dominik Hrbaty gelmiş ve Serkan Akın Dilek de onun yanına geçmişti. Henüz hiçbirimiz sıralamada kendine pek yer bulamamışken o ekipten beş altı kişi ilk 800'e girdi. Ben ve Anıl Yüksel 400'e girdik, Sarp (Ağabigün) 700'e girdi. Türkiye'nin tarihte ilk 800'e giren pek oyuncusu yoktur, takımdan birçok kişinin sıçrama yapması ayrıcalıklı bir durumdu.

Hopper teknik anlamda mükemmel bir antrenör. Ben onu hep bir servise benzetirim, otomobilinizde bir bozukluk varsa garaja getirin ve tamir etsin. İyi bir teknik oturtma noktasında onun çok büyük katkılarını gördüm. Federasyon takımındayken Dominik'in inanılmaz disiplinine tanıklık etme şansım olmuştu. Sabahları 06.00'da antrenmana kalkar, "İşte hayat bu!" derdi. Ben 16-17 yaşlarında oldukça amatör davranıyormuşum, böyle bir tedrisattan geçince insan ister istemez o profesyonelliği benimsiyor. Almanya'da Tobias Hinzmann ile çalışırken hissettiğim en büyük ayrıcalık ise her maçtan önce ve sonra yaptığımız analizler. Maçları değerlendiriyoruz, rakiplerin zayıf ve güçlü yönlerini okuyoruz. Bu hayatımda daha önce yapmadığım bir şeydi. Dominik ile bir parça denemiştik ama bu kadar detaylı analizi hayatımda ilk defa yaptım ve inanılmaz ölçüde faydalarını gördüm. Sonuçta maçlarda rakiplerin zayıflıklarını, kritik yerlerde neler yapmak istediklerini bilmek büyük avantaj getiriyor. Bunların üstünde durduk. Onun dışında, fiziksel antrenmanlarımı artırdım. Bir de tabii Alman disiplini ve iş etiği diye bir şey var sonuçta. Bu da hayatımı ister istemez etkilemeye başladı.

Basketbol Aşkı

Basketbolu çok seviyorum. Tenis dünyasında Nick Kyrgios, Bernard Tomic gibi her fırsatta basketbol oynayan başka oyuncular da var. Hatta bir gün Mallorca'da turnuvadayız, İstanbul'a sık geldiği için tanıdığım Tomic'e "Beraber antrenman yapalım mı?" dedim. "Olur, yarın sabah dokuzda yapalım" dedi. Sabah uyandım, saat dokuz oldu. Korta geldim, Tomic yok. Dokuzu beş geçiyor, Tomic yine yok. "Neredesin?" diye mesaj attım. "Korttayım" dedi. "Burada değilsin" dedim. "Basketbol kortundayım, gel" demez mi? Gittim, iki saat basketbol oynadık. Ortada antrenman falan yok. Ben ilk turda elendim. O hiç antrenman yapmadan, sadece maçtan önce on dakika topa vurarak gitti Challenger kazandı. Kafayı yiyecektim.

Bunu en üst düzeyde görüyoruz ki günümüz tenisinde sporcular bir antrenörden fazlasına, bir takıma ihtiyaç duyuyor. Senin arkanda nasıl bi takım var, bu durumun finansal gerekliliklerini sağlama noktasında zorluk çekiyor musun?

Öncelikle benim takımım şu şekilde oluşuyor: Tobias Hinzmann antrenörüm, Cemal Şahin Ünal kondisyonerim, Merve Herduran da fizyoterapistim. Tobias ile 2019'dan beri beraberiz, Şahin Abi'yle federasyon takımında da çalışıyordum ama Merve'yle son bir senede buluştuk. Takımı da son haliyle 2021'in ilk aylarında yerine oturttuk. Ayrıca menajerim Björn Kroll var ki kendisi Hamburg'daki 500'lük turnuvayı düzenleyen önemli bir tenis insanı.

Federasyonun yıllardır maddi ve manevi açıdan bana çok desteği var ve bunu hiçbir şekilde yadsıyamam. Bunun kariyerime çok büyük faydası oldu ama dönüm noktası benim için Hamburg'daki bir Futures turnuvasıydı. Orada hem teklerde hem de çiftlerde kazanırken çok iyi tenis oynadım. Bu sırada Björn'le tanıştık ve bana yardımcı olabileceğini söyledi çünkü enerjimi, potansiyelimi yüksek bulmuştu. Herhangi bir maddi gelir elde etmeksizin bana bir miktar finansal destek vermek istedi. Bunu seve seve kabul ettim, sonuçta böyle bir yardımı herkes kabul eder. Tabii bahsettiğim dönüm noktası, Björn'ün ekonomik katkılarından çok beni Alman disipliniyle tanıştırmasıydı. Futures günlerinde finansal zorluk çektim ama şimdilerde Challenger/ATP turnuvaları düzeyinde, federasyon katkısı ve Björn'den aldığım destekle takımımı, kariyerimi idame ettirebiliyorum.

Peki teniste başarı noktasında sabır ne kadar önemli?

Teniste özellikle de finansal açıdan sabırlı olman gerekiyor. Türkiye gibi ekonomisi bu aralar pek de güçlü olmayan bir ülkede tenis oynamak zor zanaat. Hobi olarak belki o kadar pahalı değil ama profesyonel açıdan yüzde yüz finansal destek isteyen bir spor. Bu yüzden en başta ailelerin sabırlı olması lazım. Hoca olsun, turnuva masrafları olsun, bunlar ciddi yatırımlar. Ayrıca başarıya ulaşma ihtimali az olan bir şeye yatırım yapıyor aileler. Bu hiç kolay değil.

Oyuncu açısından da sabrın farklı bir önemi var. Ben 18 yaşıma kadar iyi bir tenisçi değildim. Türkiye'de yaşıtlarımda bile ilk üçe giremezdim, milli takımda gençler kategorisine sadece bir kez, 14 yaşındayken çağrılmıştım. Böyle bakınca da her gün antrenmana çıkıp elinden geleni yapmak, kendini geliştirmek ve başarının geleceğine inanıp sabretmek genç yaştaki bir sporcu için mühim. Ama ilerleyen yaşlarda gelecek ya da belki de hiç gelmeyecek bir başarı için sabretmek, konsantre kalmak gerçekten zor.

Tenis oynayınca aslında hayatını mahvediyorsun. Özel hayat diye bir şey kalmıyor, kız arkadaşından ayrı yaşaman gerekiyor, liseye gidemiyorsun, üniversiteye gidemiyorsun, hayatta herkesin yaptığı son derece normal şeyleri yapamıyorsun. Sürekli yollardasın, ailenden uzaktasın... Gerçekten hayatının birçok noktasında tavizler vermen gereken bir şey olduğu için sabretmek çok çok zor. Tabii eğer bir şekilde sabredip sıkı çalışmaya devam edersen, potansiyelin de varsa o beklediğin sonuçlar bir şekilde geliyor. Sonuçta teniste her hafta turnuva var ve tek haftada yapacağın çıkış senin tüm kariyer yolculuğunu değiştirebilir. O yüzden o âna kadar sabredip, enerjini saklayıp kendini yukarılara atmaya çabalaman gerek.

"Türkiye'den de üst düzey sporcuların çıkabileceğini görmek bizi elbette motive ediyordu."

"Türkiye'den de üst düzey sporcuların çıkabileceğini görmek bizi elbette motive ediyordu."

Geçtiğimiz aylarda katıldığın Raket Servis podcast'inde konuşulduğu üzere, tam altı sezondur sıralamada önceki yılın üzerine çıkmayı başarıyorsun ve bu anlamda gerçek bir istikrarın olduğunu söylemek mümkün…

Benim sıralamam şu ana kadar bir öncekinin altına hiç inmedi. Bu gerçekten iyi bir şey. Bir de açıkçası bunu sıralamaya veya maç kazanmaya odaklanmadan sadece tenisimi geliştirmeye odaklanarak yapıyorum. Kendimi iyi hissetmemi sağlayan konu da o. Odak noktam başka yerde olmasına rağmen bu sıçramaları yapabiliyor olmak benim için daha da özel bir başarı.

Oyununda hâlâ eksik gördüğün, geliştirilmesi gerektiğini düşündüğün departman hangisi?

Seyahat Etkinliği

Ertesi gün maçım yoksa gece uyanır NBA karşılaşmalarına bakarım. Mesela Amerikan Mutfak'ın hiçbir bölümünü kaçırmıyorum. Valla açık söyleyeyim; Kaan Kural'ın büyük hayranıyımdır, İnan Özdemir'i de çok severim. Ayrıca Haftalık Fantezi izlerken çok eğleniyorum. Orkun Çolakoğlu ve Uğur Ozan Sulak nasıl bir program yapıyor öyle ya? Erman Yaşar'ın "Kazanacağız!" dediği bölümü Cem'le (İlkel) izleyip gülmekten ölmüştük. Zaten seyahatlerde yapacak fazla bir şeyimiz yok, biz de bol bol Socrates izliyoruz.

Sebebini tam olarak belirleyemesem de geçtiğimiz senelere göre servis kalitemin bir nebze düştüğünü düşünüyorum. Onu toparlamam gerek. Benim servisim büyüktür ve etkili bir silahtır. Geçenlerde Sam Querrey'nin devasa servisleriyle karşı karşıya geldim, tabii ki o seviyede değilim ama saatte 200-210 kilometre aralığında etkili servisler atabilen bir oyuncuyum. Onun dışında, elbette vuruş kalitemi artırmam lazım. Topu hızlandırmakla, tempoya çıkmakla alakalı bir sorunum pek yoktu ama o vuruşu on kere veya yirmi kere yapma noktası benim için sıkıntıydı. Onların üzerine gittim. Backhand'imde biraz tempo sıkıntım oluyordu, onun üzerine gittim ve bu vuruşu bir silah haline getirdim. Daha da fazlasını yapmalıyım ki hem ATP düzeyine adapte olup hem de Challenger'larda sık kazanan bir oyuncu haline geleyim, tek haftalık bir mucize olmayayım.

Laf bizi yavaş yavaş kariyer haftana doğru getiriyor. 2021'i şöyle bir özetlersek; Singapur'daki ATP turnuvasında tur geçtin, St. Petersburg'da Challenger finali oynadın, Fransa Açık elemelerinde maç kazandın, Stuttgart'ta ana tablo yaptın, Wimbledon elemelerinde galibiyet aldın ve Porto Challenger'a geldin…

Wimbledon elemeleri haftasının pazar günü akşamında hastalandım. 39 derece civarı ateşim çıktı, o yüzden de beni Kovid protokolüne aldılar ve tüm gün odadan çıkamadım. Üç-dört tane test oldum da öyle çıkabildim, Porto'da maçı oynamama izin verdiler. Düşünün neredeyse bir hafta tenis oynamamıştım, az miktarda antrenman yapabilmiştim ve kendimi epey kötü hissediyordum. Hatta ilk turlardan evvel antrenörümle konuştum, kendimi iyi hissetmediğimi, "Bu hafta ne olursa olsun" mantalitesiyle maçlara çıkacağımı söyledim. İlk turda Yosuke Watanuki maçında rezalet bir tenis oynasam da kazandım. Ardından Thiago Seyboth Wild'ı da benzer şekilde kötü performansla yendim.

"Ben 18 yaşıma kadar iyi bir tenisçi değildim. Türkiye'de yaşıtlarımda bile ilk üçe giremezdim."

"Ben 18 yaşıma kadar iyi bir tenisçi değildim. Türkiye'de yaşıtlarımda bile ilk üçe giremezdim."

Gidip bu turnuvayı oynama amacım biraz da Amerika Açık elemelerine gereken eksik 20-30 puanı almaktı ki bir çeyrek, yarı finalle bu mümkün olurdu. Ben de hafta boyunca normalde yapmayacağım şeyleri yaptım. Misal, Watanuki'yle üç saat maç oynadık ve akşamında idmana girdim. Biraz Rafael Nadal'dan ilham aldım diyebilirim o konuda. Sırf topu hissedebilmek için o gün maçım olsa dahi akşam antrenmanlarına çıktım. Sonra çeyrek finalde Tatsuma Ito'ya karşı daha iyi oynadım. Asıl oyunumu ise yarıda Sergiy Stakhovsky ve finalde Quentin Halys maçlarında buldum. Halys'e daha evvel kaybetmiş olmanın hırsıyla oynadım sanırım.

Bir de tabii o hafta, çeyrek final günü kız arkadaşımla ciddi bir tartışma yaşamıştık. Pazar maça çıkmadan evvel, "Onun için kazanmak istiyorum" düşüncesine girdim. Bu durum da beni motive etti. Sandalyede yanıma kahramanım Kobe Bryant'ın formasını koyunca epey gaza geldim açıkçası. İkisi bir arada oldu; hem iyi oynadım hem rakiplerime şans vermedim.

Kupayı kaldırırken neler hissettin?

Beni en çok üzen kısım şuydu: Hastaydım, antrenörüm Porto'da değildi ve kız arkadaşımla aram bozuktu. Kimseyle paylaşamadım şampiyonluğu. Bir yandan da kendimle gurur duydum çünkü zihnen bu denli zorlayıcı bir haftada şampiyon olmayı başardım. Kariyerimin en büyük zaferine böyle bir haftada ulaşmış olmak bana gelecek için büyük ümit verdi. Bu durumda kazanabiliyorsam başka haftalarda yine kazanabilirim diye düşündüm. Ama seremoni sonrası duşa girdiğimde canım çok sıkıldı. Haftanın mental yorgunluğu vardı, antrenörümü arayıp "Ben kafaca bittim" dedim. Neyse ki sonra iki-üç gün içinde durumlar düzeldi. Şimdi geriye bakınca ne kadar özel olduğunu tekrar tekrar hissediyorum.

Açıkçası sohbetimizden senin çok iyi bir mentor, abi figürü olabileceğin izlenimine kapıldım. Biraz da genç meslektaşlarınla olan iletişiminden bahsedebilir misin?

Zaten kariyerim bittikten sonra profesyonel antrenörlük yapmayı düşünüyorum. Birilerine yardımcı olmak, onları yukarı çekmek hoşuma gidiyor. Örneğin bu hafta Tunus'ta Yankı Erel'le beraberdik. Olabildiğince sohbet ettik, maçlarını izledim, destek olmaya çalıştım. Ona elimden geldiğince üst seviye turnuvalarda yardımcı olabileceğimi söyledim. Mentorluk mu dersin, yardımcı olmak mı dersin. Benim için kelimeden ziyade onların gelişmesi ve bizlerden daha iyi seviyelere gelmesi önemli. Ben bunu istiyorum. O yüzden fikirlerimi, tavsiyelerimi, özellikle de sorduklarında söylemeye çalışıyorum. Sonuçta röportajın başında da söylediğim gibi, hep birlikte yukarı çıkmamız hem Türk tenisi için hem de kendi kariyerlerimiz için çok daha ayrıcalıklı.

*Bu sayı matbaadayken; Altuğ Çelikbilek ve Cem İlkel, Pozoblanco Challenger finalinde karşı karşıya geldi. 2-1'lik skorla maçı kazanan Altuğ olurken, iki temsilcimiz de en yüksek kariyer sıralamalarına ulaştı.

Socrates Dergi