İstisna

15 dk

Ne en hızlısıydı, ne en atletiği, ne de en şutörü… Maça ilk 5'te bile başlamazdı. Sahi, Theo Papaloukas nasıl oldu da Avrupa basketbolunu domine etti?

Yunan guard kavramı hayatımıza tam olarak ne zaman girdi, bilmiyorum. Çıkış noktası Panagiotis Giannakis ve Nikos Galis olsa gerek. Pozitif ırkçılık sınırlarında gezinen bu tabiri kullanırken çoğunlukla mental güçle alakalı bir şeyler anlatmak istiyoruz. Oyun zekası, maç sonu performansı, çabuk karar alma yetisi… Ortak kümede bunlar var. Theo Papaloukas, bahsi geçen oyuncu grubunun içinde, basketbolun zekayla oynanan bir oyun olduğunu en belirgin göstermiş kişi belki de. Euroleague tarihinde benchten gelerek MVP ödülünü kazanmış tek oyuncuyla; ait olduğu yerde, bir Final Four hafta sonunda buluştuk…

Vitoria-Gasteiz'de sizi yakalamışken Final Four'la başlamak istiyorum. Fernando Buesa Arena'dan izlenimleriniz neler? Türk basketbolu için önemli bir kilometre taşı olan Anadolu EfesFenerbahçe Beko eşleşmesine dair ne söylemek istersiniz?

Bütün hafta boyunca ders çalışıp sınav sabahına hasta uyanmak... Final Four bu işte. Yani, çoğu zaman. Formatın çağdışı kaldığını düşünenlerin varlığından haberdarım ama tahmin edilebilirliğin sınırlanması bana hâlâ çekici geliyor. 72 saatiniz var toplam, fazlası yok. Baskı, gerginlik, heyecan... Hepsi bir arada. Kendimden biliyorum; dokuz kez oynadım, hiçbirinde doğru düzgün uyuyamamışımdır. Yatakta saatlerce döner dururdum.

Oda, dört duvar, ben, beyaz çarşaflar... Kafamda maçı oynardım. Lobiye iner, otel koridorunda yürür, sonra tekrar odaya çıkardım. Bir noktadan sonra; ister istemez, o tansiyona, adrenaline bağımlı oluyorsun.

Fenerbahçe Beko mükemmel bir sezon geçirdi, sınav sabahına hasta uyandı. Bu kadar fazla kilit oyuncunuz sakatlanmışken, kazanılan veya kaybedilen tek maça dair büyük çıkarımlar yapmamanız gerekir. Zeljko Obradovic'i ve Fenerbahçe'yi bu yılki Final Four performansı üzerinden değerlendirenler; basketbolu ya gerçekten sevmiyor ya da oyunu bilmiyorlar. Mağlubiyetlerle yaşayamıyorsanız eğer kazanmanın kıymetini nasıl bilebilirsiniz ki? Kulüp kültürü çoğu zaman yenilgilerde kendini belli eder.

Peki, Anadolu Efes'in sezo...

Ah, evet. Devam edeyim. Avrupa basketbolu için Efes'in bu yıl gösterdiği gelişim çok önemli. Geçen yıl sonuncu bitiren takım, bir sonraki sezon final oynadı. Bu, herkesin anlattığı hikâye... Benim için değerli olan, ki bunu doğrulayabilecek arkadaşlarım var, Efes'in geçmiş yıllardan ders çıkarmasıydı. Sezon başında Ergin Ataman'ın takımını ilk izlediğimde, "Bu yıl her şey daha farklı. Efes, sadece iyi oynayan bir takım değil, Final Four'a adaylar" demiştim. Bunu söylediğim arkadaşlarımın numaralarını sana vereceğim, iletişime geçebilirsin onlarla...

Efes'in kıta genelinde her zaman saygınlığı vardı: Finansal olarak sağlıklı, istikrarlı bir organizasyon. Bu yıl, geçmişte bazı sezonlarda olduğu gibi, saha içinde kırılgan gözükmediler. Kritik anlarda çoğu zaman potansiyellerine ulaştılar, Final Four'da da yer almayı yüzde 100 hak ettiler. Son dörde adım atınca da... Her şey mümkün. Hele ki bugünlerde iş artık iyice, "CSKA, Real Madrid ve Fenerbahçe'nin yerleri belli. +1 kim olacak?" durumuna gelmişken, tek koltuğu kapmak daha da önemli. Ataman büyük iş başardı.

Ettore Messina'nın Vitoria'daki basın toplantısından: "Siena'dayken de insanlar Ergin'in çılgın olduğunu düşünürdü. Daima, istisnasız, aklından geçen neyse onu söyler. Seversiniz, sevmezsiniz... Ama Ergin, gittiği takımlara hep bir vizyon kattı. Saygı duyulası bir kariyeri var."

Ben saha içine bakarım. Ataman, söylemleriyle bazen aşırıya kaçıyor olabilir ama bunu yaparken temelde fark edilmek istediğini düşünüyorum. Yani, yaptığı başarılı işlerin daha çok insanın dikkatini çekmesini istiyor. Bunun için röportajları, basın toplantılarını kullanıyor. Sıradan biri değil, daha iyi işte. Dediğim gibi, ben takımlarının oynadığı basketbolla ilgileniyorum ve oyuncularına tanıdığı serbestlik hoşuma gidiyor. Vasilije Micic ve Shane Larkin'i en üst seviyede birlikte oynatıp verim almak, öyle pek kolay bir iş değil. Kıta genelinde yetenek havuzu daralmışken arka alanıyla sivrilen Efes oldu.

"Ettore Messina'yla ilk yıl çok tartıştık, kavga ettik. Noel'e kadar kötüydük. Sonradan toparladık..."

"Ettore Messina'yla ilk yıl çok tartıştık, kavga ettik. Noel'e kadar kötüydük. Sonradan toparladık..."

Yetenek havuzundan bahsettiniz. Avrupa basketbolu, Luka Doncic veya benzer kalibrede yeteneklerin bir-iki sezondan fazla süreyle EuroLeague'de kalması için ne yapabilir?

Hiçbir şey. Tutamazsın. Yok öyle bir ihtimal.

Yani NCAA gibi one-and-done'a (bir sezon oyna, ayrıl) razı mı olacağız? Havuz her geçen sene daha da mı daralacak?

Şimdi şöyle; Avrupa'nın yarıştığı ürünün kalitesi ve maddi imkânları belli. Buna karşı ancak sözbirliği yaparak mücadele verilebilir. Biz bir de gidip pastanın küçük parçasını ortadan ikiye ayırıyoruz. Bölünmüş piyasaya kim neden yatırım yapsın? Avantajımız, kıtanın basketbol kültürüne sahip olması. Salonlar dolu. Pazarlama ve PR'da gerideyiz; ki buraya yayın haklarını da dâhil edebilirsiniz. Benim önerim, NBA'e gitmeden önce oyuncuların kontrat çıkış bedellerini artırmaya çalışmak ya da bir blokaj koymak değil, oradan geri dönme potansiyeli olan oyuncuların peşinden gitmek. Mesela Milos Teodosic ya da zamanında Sergio Rodriguez... Vakit kaybetmeden geri getirebilmeliyiz bu oyuncuları. Yoksa 100 bin dolarlık kontratla oynayan oyuncuya 10 milyon dolar kontrat çıkışı konulamaz. Hayal bu.

Avrupa genelinde genç oyuncuların kendi ülkelerinde yeterli şansı bulamayışını neye bağlıyorsunuz? Teknoloji çağıyla birlikte oyuncuların çalışma prensiplerinin değişmesi, belki iş ahlaklarının daha sorgulanabilir hâle gelmesi midir esas sebep? Zalgiris üst seviyede bu hususta yatırımı sürdürmeye niyetli tek takım gibi...

Zeljko Obradovic'in ya da Ergin Ataman'ın, Türkiye'de yerli oyuncularla çalışmak istemediğini mi düşünüyorsunuz? Oyuncu yok işte. En üst seviyede rekabet etmek için ne yapabilirler ki? Bir tercih bu. Evet, belki söylediğin gibi çalışma prensiplerinin değişmesi, geçmişe göre iş etiğinin zayıflamasının payı olmuştur. Herkes biliyor, artık oyuncuların kafasına girmek çok zor. Kimsenin kimseyi dinlemeye tahammülü yok. Oyunla birlikte antrenmanlar, düşünce yapısı, her şey çok daha hızlandı. Kültürün erezyona uğramaması mümkün değil.

Martin Luther King'in bir sözünü çok benimsemişimdir: Bir insanın uğruna öleceği bir şey yoksa, yaşamaya da hakkı yoktur. Basketbola uyarlamak için çok ağdalı bir cümleymiş gibi geliyor olabilir. Aslında değil. Gençken, basketbol uğruna her türlü yatırımı yapması gerekiyor oyuncuların. Sizce, oyuncuların ortalama profesyonel kariyerlerinin 13-14 seneden 7-8 yıla gelmesi tesadüf mü? 18 yaşında ilk büyük kontratını imzalayıp altına arabasını çeken adama, "Çocuk, yalnız senin biraz kilo fazlan var. Dikkat et" desen ne olur, demesen ne olur... 100 kez denersin, bir kişi dinler, onu da yıllar boyunca anlatırsın. Bak, benim için mesela Kostas Sloukas'ın gelişimi bu kapsama girer. CSKA'dan Olimpiakos'a geri döndüğümde ilk oda arkadaşımdı Kostas. Fit değildi. Ona antrenman yapmanın önemini, ağırlığı, pek çok şeyi göstermeye çalıştım. Baskı yaptım, zorladım. Tartıya kadar kovaladığım bile olmuştur. Kostas anlamaya, değişmeye müsaitti ve çok çalıştı. Ama işte yüzde bir... 18 yaşında milyoner olan kaç kişiyi gerçekten motive edebilirsiniz? Kaçı, "Ben daha olmadım" diyebilir? Yöneticiler, menajerler, aileler, koçlar, hepimiz... Bu toksik ortamı birlikte yarattık. Oturup, hep birlikte değiştirmeliyiz.

Dimitris Diamantidis'le birlikte Eurohoops Akademi'de nasıl bir yol haritası izliyorsunuz? Tesisten, programdan biraz bahseder misiniz?

Eurohoops Dome, Atina'ya yarım saat mesafe uzaklıkta, Kifisia'da. 2017 Eylül'de faaliyete başladık. Genç yetenekleri bulup onları profesyonel hayata hazırlamak gibi bir takıntımız yok. Esasen, az önce konuştuğumuz pastadaki payı büyütme fikriyle basketbola olan ilgiyi artırmaya çalışıyoruz. Final Four'u yerinde izlemek için aylar öncesinden uçak ve konaklama rezervasyonlarını yapan, her hafta EuroLeague maçlarını kaçırmayan, NBA izlemek için uyanık kalan kitleyi daha da genişletmek bizim isteğimiz. Tabana ulaşmak istiyoruz, çünkü eğer basketbol sevgisi artıp profesyonel basketbolcu olma ihtimali olmayan çocuklar oyunun temellerini kavrayabilirse, ilgi daha da artacak. Maç içinde savunmanın yaptığı yardımın doğru ya da yanlış olduğunu kavrayabilen biri, bu oyuna daha sıkı sıkıya bağlanır, öyle değil mi? Her 10 bin çocuğun belki 1-2 tanesi basketbolcu olacak. Ya diğer dokuz bin küsürü? Bu potansiyeli neden değerlendirmiyoruz? Bak mesela, telefondan göstereyim; bu teknoloji genellikle tenis akademilerinde kullanılıyor, her kortta bir kamera... Vitoria'da ya da Paris'te fark etmez, internetten girip bakıyorum. Akademiyle her gün iletişim hâlindeyim. Hareketleri, kampı, antrenmanı izleyebiliyorum. Tabii, Atina'dayken Dimitris'le bizzat orada da bulunuyoruz. Fundamental eğitimine önem veriyoruz ama baskı yok. Her hareket kitabına uygun olmak zorunda değil.

"Eurohoops Akademi'de Dimitris Diamantidis'le birlikteyiz. Olan biteni her gün takip ediyorum."

"Eurohoops Akademi'de Dimitris Diamantidis'le birlikteyiz. Olan biteni her gün takip ediyorum."

Sıçrayarak baş üstünden verilen 'Theo Papaloukas pası' yasak değil yani?

Tabii ki hayır! Ah, altyapı klişeleri... Ben baş üstünden pas verirken sıçrardım ve iyi hissettirirdi, hedefi bulurdum, ne yapmalıydım? Sırf kitapta farklı yazıyor diye bırakmalı mıydım bunu? 2 metre, zıplayarak pas atan bir oyun kurucu... "Sen başka bir spora mı yönelsen?" denebilirdi her an. Kariyerime dört numarada başlayıp sonra kısa forvete, ardından iki numaraya ve en sonunda point guard pozisyonuna geçmem de muhtemelen bu kararsızlıktan ötürü. Ama özellikle uzunları savunurken ya da hücumda forvette dururken bir oyun kurucunun işine yarayabilecek çok şey öğrendim. Perdeyi kullanan oyuncunun perdeleme yapmakta da ustalaşması gerek. Uzunları savunabilecek fiziğe sahip potansiyel oyun kurucular mutlaka pozisyonlar arasında gidip gelmeli.

Biraz Magic Johnson gibi...

Evet. Kaliteli bir oyuncuydu.

Peki altyapı yıllarında pek çok kişi gibi sizin için de dönüm noktası 1987 EuroBasket'teki SSCB finali miydi?

Yunanistan'da basketbolun değiştiği gündür. Başta Nikos Galis ve Panagiotis Giannakis olmak üzere, o takımın yeri hep ayrı olacak. Ben 10 yaşındaydım ama daha sonradan hikâyelerin hepsini dinledim. İşte, dönemin cumhurbaşkanı Christos Sartzetakis, makamında takımı kabul ederken, "Ne istersiniz? Sizi nasıl mutlu edebilirim?" diye soruyor. Teknik ekip, oyuncular, herkes basketbol topu istiyor. Okullara, sokaklara, mağazalara... 1987 yazından önce Atina'da basketbol topu almak isteyen birinin böyle bir şansı olmazmış. Yokmuş satış. Bizim de evin 50 metre yakınına basketbol sahası gelmişti. Gece 3'e kadar oynardık, ses yaptığımızda su şişesi fırlatanlar olurdu. Akşamüstünden itibaren dolup taşardı o sahalar, yer bulamazdınız. Galis ve Giannakis'in jenerasyonu atmosferi tamamen değiştirmişti. Tamam, geçmişte Aris'in maçları sebebiyle perşembe günleri de ilgi olurmuş ama bu başka bir şeydi. Onlar sayesinde biz de bir gün başarılı olabileceğimize inandık.

"Akşamüstünden itibaren dolup taşardı o sahalar, yer bulamazdınız. Galis ve Giannakis'in jenerasyonu atmosferi tamamen değiştirmişti."

"Akşamüstünden itibaren dolup taşardı o sahalar, yer bulamazdınız. Galis ve Giannakis'in jenerasyonu atmosferi tamamen değiştirmişti."

1995'te profesyonel kariyerinize başlarken aslında pek de dikkat çekici bir yetenek olarak anılmadığınız doğru mu?

Jenerasyonumda ön saflarda değildim, evet. Atina merkezli Abelokipi'de ilk sezon birinci ligde, ikinci sezon küme düşünce ikinci ligde oynadım. Keza Dafni'yle, yine öyle... 22 yaşına kadar ağırlıklı olarak alt liglerdeydim. Panionios'ta Jure Zdovc'un arka alanda partneri olduğum 2000-2001 sezonu benim için çok öğreticiydi. Olimpiakos kapımı çaldığında, hazırdım.

Başkan Sokratis Kokkalis'in Stasi ajanlığıyla suçlanıp hemen akabinde Olimpiakos'ta yönetimin el değiştirdiği bir sezon... Neler hatırlıyorsunuz?

Neredeyse yirmi yıl olmuş, ne diyebilirim ki? Zor bir dönemdi. Yunanistan Ligi'nde final serisinde AEK'e karşı 2-0 öne geçip sonrasında üç maç üst üste kaybetmiştik. Alexey Savrasenko, Alphonso Ford, Patrick Femerling gibi oyuncular da o senenin ardından takımdan ayrılmak zorunda kaldılar. Taraftarı olduğum takım Olimpiakos'ta yıllar boyunca oynayacağımı düşündüğüm için moralim bozulmuştu elbette. Ayrılma kararı aldığım günü çok iyi hatırlıyorum...

Yaklaşık bir aydır kulüp ödeme yapmıyordu, kontratım yok gibiydi. Canım sıkkındı. Yakın arkadaşım Giannis Giannoulis'ten bir telefon aldım:

— Theo, doğum günü partim var. Gelsene.

— Yok ya, pek canım istemiyor.

— Oğlum, kafanı dağıtırsın. Gel işte.

— Dur bakayım ya...

Böyle bir konuşma geçti aramızda. Hiç istekli değildim ama ısrar edince, "Hadi gideyim madem" dedim. Partide, Giannis'in menajeri de vardı. Biraz sohbet ettik, ona laf arasında Olimpiakos'tan ayrılma niyetimin olduğunu söyledim. Parti devam ederken CSKA koçu Dusan Ivkovic'i aradı hemen, gözümün önünde. Durumumdan bahsetti. Duda'yla konuştum, iki gün süre istedim. Çok geçmeden, CSKA kampına giden Belgrad uçağındaydım.

Tüm bu karmaşa içinde Türkiye'den bir genç yetenek, Emre Ekim de Olimpiakos'un yolunu tutmuştu...

Yanlış zaman, yanlış yerdi onun için de. Pek şans bulamadı. Talihsizlik.

CSKA'da önce Dusan Ivkovic ve ardından Ettore Messina'yla çalışmak nasıl bir deneyimdi? Tolerans eşiği, bilhassa o dönemlerde, çok yüksek olmayan iki koç... Paylaşabileceğiniz anekdotlar var mı?

Bugün iyi bir oyuncu olarak hatırlanıyorsam bunu büyük oranda Ettore Messina'ya borçluyum. Ama ilk sezonda çok sert kavgalar ettik, bunu da söylemem gerek. Özellikle yıl sonuna, Noel'e kadar ilişkimiz hiç iyi değildi. Tamam, ben de dünyanın en kolay insanı değilim ama... Ettore, benim olaylara bakış açımın fazla bireysel olduğunu düşünüyordu. Ben, onun talimatlarına takım için iyi olacağını düşündüğüm bazı eklemeler yapıyordum, o ise söylediklerinin ne fazlasını, ne de eksiğini istiyordu. Başkaldırdığımı sandı. Noel'e doğru bunları aştık, dediğim gibi. Aramızdaki bağ da ondan sonra çok kuvvetlendi.

Duda ile en çok küçük takımlarla yapılan maçlarda zorlanırdık. Yani, CSKA'nın kâğıt üzerine çok ağır favori olduğu günlerde... Baskı yapardı, akıl oyunlarıyla yorardı bizi. Ivkovic koçken, zor rakiplerle oynamak isterdik, gerçekten. Antrenmanlar ikisiyle de çetin geçerdi, bu iyi bir şey zaten. Ah, şunu hatırladım: Ettore'yle Final Four arifesi çok zordur. On gün önceden idman programları değişir, bazen F4'e hazırlanırken iki saat topsuz antrenman yaptığımız bile olurdu. Öldürücüydü onlar. "Koç, artık topa değmek, hissetmek istiyoruz..." derdik depar atarken. Salona en yakın topu bulmak için St. Petersburg'a falan gitmeniz gerekirdi.

2005 EuroBasket şampiyonluğu, 2006 Prag'da EuroLeague kupası, 2006 Japonya'da ABD galibiyeti ve dünya ikinciliği... 2000'lerin başında Dejan Bodiroga'dan Sarunas Jasikevicius'un teslim aldığı 'kıtanın en iyi oyuncusu' bayrağı, milenyumun ortalarına doğru size geçti desem, herhâlde yanlış olmaz?

Bilmiyorum. Baktığımda yeteneğimden ve potansiyelimden fazlasını başardığımı görüyorum, burası kesin. Yapabileceğimin en iyisini yaptım. İçim rahat. Biri yanıma gelip, "Theo, ya sen gördüğüm en zeki oyunculardan birisin" dediğinde elbette hoşuma gidiyor.

Vassilis Spanoulis'in böyle bir açıklaması vardı diye hatırlıyorum. "Papaloukas, görüp görebileceğiniz en zeki basketbolcu..."

Vassilis'in aksini söyleme şansı yok. Üçüncü çocuğunun vaftiz babasıyım. Gidip de "Oğlum senin vaftiz baban bir gerizekâlı" diyemez. O yüzden övüyor beni. Zeki, akıllı... Alabileceğim övgüler bunlar. Pek atletik bir oyuncu değildim. Şutör de sayılmam. Ne diyecek zaten başka?

"Kaotik bir yıldı"

Emre Ekim: Olimpiakos aslında pek hesapta yoktu, zorladılar beni. Dört yıllık kontrat, daha ilk yılından itibaren Yunanistan Ligi'nde oynayabileceksin sözü... Hatırlarsınız, o dönem İbrahim Kutluay biraz barış elçisi gibiydi. AB pasaportu vermişlerdi ona, Yunanistan Ligi'nde sorun yaşamadan oynuyordu. Genç oyuncuyum, fark olan maçlarda ya da düşük seviye takımlara karşı süre alırım diye düşünüyorum. Oyuncular Birliği Başkanı, Panathinaikos Kaptanı Fragiskos Alvertis. "İkinci bir Türk oyuncuyu istemiyoruz" dedi ve eğer ben oynarsam greve gideceklerini söylediler. Mahkemeye gittim, kaybettim. Theo da o yıl Panionios'tan gelmişti takıma. Epey kaotik bir seneydi, başkan Sokratis Kokkalis şahsi işlerinde dolandırıcılıktan hapse girmişti, kulüp satıldı falan... Theo Papaloukas, Patrick Femerling ve rahmetli Alphonso Ford ile aram iyiydi, Milan Tomic'le de çok görüşürdük. Theo gerçekten yakından ilgilendi benimle. Çok tavsiye verirdi.

6 numaralı formasıyla Theo Papaloukas ve 17 numaralı formasıyla Emre Ekim

6 numaralı formasıyla Theo Papaloukas ve 17 numaralı formasıyla Emre Ekim

CSKA kariyerinizde ilk beş başladığınız sadece dört EuroLeague maçı var. Geri kalan 133 maçta kenardan gelmeyi kabul etmek, sizi hiç rahatsız etmedi mi?

Duda yanıma gelip net bir şekilde durumu anlatmıştı. "Theo, seni çok seviyorum. Ama birinci oyun kurucum JR Holden. Seni kenardan getireceğim..." Düşünün, ne yapabilirsiniz? Olay çıkarmak, küsmek, haksızlığa uğruyorum diye ağlamak bir opsiyon. Diğer opsiyon da çok çalışıp takım içinde vazgeçilmez bir konuma gelerek maçı kapatan beşte sahada olmak. En kötüsü de neydi biliyor musunuz? Her gün o antrenmanda JR'ın karşısına çıkmak. Mahvoluyordum. Çok iyiydi, çok hızlıydı. Bugün düşünüyorum da; Ivkovic ve Messina beni 20-22 dakika aralığında oynatarak aslında kariyerimi uzatmışlar. Çocuklara bunu anlatmaya çalışıyorum. Çok dert etmeyin, dakikaların miktarı değil kalitesi önemli. Boş verin, vücudunuz daha diri kalır.

Sasha Djordjevic'in bir sözünü hatırlatmak istiyorum... "Theo, maça bench'te başladığı için ilk beş dakika hep kenardan rakibin zayıf yönlerini gözlemleme şansı bulurdu. Savunmadaki açıkları görür, sahaya girdiğinde ise işi bitirirdi. Bu çok istisnai bir özellikti."

Şimdi bakın, maçın ilk beş-altı dakikasında düdükler daha hassas olur. Hakemler maçı kontrol etmek ister, sertliğe izin vermezler. Takımlar da oyun planlarına genellikle sadıktır. A planı neymiş, en çok neye çalışmışlar, genellikle bunlara dair fikir sahibi olursunuz. Maç hazırlığını ilk dakikalardan tespit etmemeniz imkânsızdır. Kör olmanız lazım. Sasha çok nazik; beni övmüş, sağ olsun. Günün sonunda, benim kafamda meşrulaştırmam gereken bir şeydi bu. "Theo, senin için en iyisi kenardan gelmek" diyebildim. Kolay olmasa da...

Bunca övgüye rağmen, neden hiç antrenörlüğü düşünmediniz?

Yüzde 99'unuzu vererek bile antrenör olamazsınız. Yetmez. Ben basketbolu bıraktığımda, tamamen bir işe bağlanmaya hazır değildim. Yaptığım her işte en iyisi olmaya çabalıyorum, en iyi antrenör olmak için de 365 gün 24 saat çalışmam gerekirdi. Ayırabileceğim böyle bir vakit yok. Ailemle vakit geçiriyorum, arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum... Bir hafta, on gün, istediğim yere gidiyorum. Hiç sanmıyorum ama eğer bir gün koçluk yapmayı düşünürsem tüm hayatımı buna göre organize etmek isterim. Bence iyi bir koç olmak takımı sahaya çıkartmak değildir, etrafınızı doğru kişilerle doldurmaktır. Size yanlışlarınızı söyleyecek, meydan okuyacak kişilere ihtiyaç duyarsınız. Mesela dostum Sarunas Jasikevicius, ne yapması gerektiğini anlayacak kadar zekiydi. Kendini buna hazırladı. Asistan olarak başladı, ardından kendine konfor alanı yarattı. Ben de işlerin kontrolüm dışında ilerlemesini pek sevmiyorum.

"CSKA'da basketboldan çok keyif alıyordum. Moskova'dan çıkabilmem için tabii ki iyi teklifler gerekirdi ama hiçbiri masaya gelmedi."

"CSKA'da basketboldan çok keyif alıyordum. Moskova'dan çıkabilmem için tabii ki iyi teklifler gerekirdi ama hiçbiri masaya gelmedi."

NBA'e de bu yüzden mi gitmediniz?

Teklif var mıydı? Ben bilmiyorum.

Atina 2007

Benim için çok duygusal bir finaldi. Atina'da, kendi evimde, Panathinaikos'a karşı... Bir yıl önce Prag'da finalde Maccabi'yi yenmiş ve 35 yıl sonra CSKA'ya kupayı getirmiştik. Maccabi'nin çok switch yaptığı, uzunlarımız Alexey Savrasenko ve Matjaz Smodis'in bundan epey yararlandığı bir maç olmuştu. 2008'de yine kazandık... Belki three-peat olacaktı. Hayatta bir maçı tekrar oynamak istesem, bu herhâlde Atina'da CSKA'yla Panathinaikos'a kaybettiğimiz 2007 Finali olurdu.

2006'daki ABD galibiyeti sonrası gelmiş olmalı...

Rudy Tomjanovich de böyle söylemişti. Japonya'da Mike Kryzewski'ydi takımın koçu ama onun da başka bir görevi vardı milli takımda. Maçtan sonra yanıma geldi. "Sahi, sen neden NBA'de oynamıyorsun?" dedi. Arkasındaki scout'ları, yöneticileri göstererek, "Onlara sor. Bana teklif gelmedi" diye cevap vermiştim.

CSKA'da basketboldan çok keyif alıyordum. Moskova'dan çıkabilmem için tabii ki iyi teklifler gerekirdi ama hiçbiri masaya gelmedi. Şampiyon olduğu sene Boston Celtics'in bir ilgisi vardı, görüştük. Olmadı. Los Angeles Lakers istedi, kâğıda dökülmedi. Gidip sıradan bir takımda senede 50-60 maç kaybetmeye ben razı olmazdım, gerçekten düşünebileceğim teklifler de gelmedi. Ne yapalım...

ABD'nin o maç boyunca tepe ikili oyununa bir türlü çözüm bulamayışını neye yoruyorsunuz?

Hazır değillerdi. Belki tepeden 30 kere oynadık o ikili oyunu, savunmada son adamı değiştirip köşeye pas fake'i yaptık. Alan savunması denedik, ikili oyuna çözüm üretemediler, vesaire... Bir zafer miydi? Kesinlikle öyle. Ama ayaklarımızın yere basması lazım. Kaç sene oldu? 13. ABD, o günden beri hiç kaybetmedi. Ders çıkardılar, yola devam ettiler. 1000 kere oynasak, 999'unu onlar kazanırdı. Binde bir. Tabii, sıfırdan iyidir ama gerçek bu. Dürüst olayım, "Biz kazanacağız" diyorduk ama öyle ortalığı birbirine katmıyorduk. Yeteri kadar cesur değildik kazanmak için. Sadece, kazanmaktan korkmamıştık. İşler yolunda gitti.

Sonra? Bir daha yaklaşamadık onlara. Japonya'daki maçtan iki yıl sonra Beijing'deki Olimpiyat Köyü'nde Kobe Bryant yanıma geldi. Yemek yiyorduk. Dünya şampiyonasındaki galibiyetten ötürü tebrik etti beni. Ama o konuşmada, hazır olduklarını hissettim. Nitekim, 2008'deki o maç daha ilk çeyrekten bitti...

Son olarak, yıllardır hep aklımda olan bir konuyu gündeme getirmek istiyorum. Cesaretimi anca son soruda toplayabildim.

Ne oldu ya? Neymiş?

Davut Güloğlu'nu tanıyor musunuz? Sizi daha önce ünlü Karadenizli şarkıcıya benzeten oldu mu?

Dur, fotoğrafına bakayım. Yakışıklı mı?

Valla bilmiyorum...

Benziyormuş. Ama insanların onu beğenmesi önemli. İyi bir insansa ve yakışıklıysa... O zaman tamam. Davut Güloğlu'na benziyorum.

Socrates Dergi