Son Perde
18 dk
John Higgins daima Ronnie O’Sullivan’ın en büyük rakibi oldu. 2011’de dördüncü dünya şampiyonluğunu kazandığında bir adım öndeydi, artık değil. Wishaw Büyücüsü’yle kariyerini, zor günlerini ve beşinci şampiyonluk ihtimalini konuştuk.
1992’den beri profesyonel olan, kazanabileceği her şeyi birden fazla kez kazanmış biri, 41 yaşında her zamankinden daha fazla turnuva oynarken nasıl hisseder?
Yorgun… Ya da daha tecrübeli mi demeliyim? Artık antrenmanlarda 10-15 yıl öncesindeki kadar verimli çalışamıyorum. Hâlâ keyif alıyorum ama aynı keskinlikte değilim. Bazen eskisi gibi oynadığım, standardımı yakaladığım dönemler oluyor. Bazen, tam tersi. Neyse ki alıştım.
Olması gerekenden fazla inişli-çıkışlı periyotlar yaşadığımı kabul ediyorum. Mesela 2011 sezonunun başlangıcı… Ortalıkta yoktum. Mayıs ayında dünya şampiyonu olduktan sonra yeni sezon için çalışmayı bırakmıştım. Dünya 1 numarasıydım. Kendimi kanıtlamak için çok çaba gösterdiğim o sezon bitmişti. “Daha başarılacak ne kaldı ki?” diyordum hep. Gücüm yoktu, motive olamıyordum. Antrenman sıklığım haftada bir, bilemedin ikiydi ve yaptıklarım çok yanlıştı. O yüzden, bugün daha farklı düşünüyorum. Mücadele etme fikri beni ayakta tutuyor. Her zaman kazanamıyorum belki ama âşık olduğum oyunu hâlâ dünyanın en iyilerine karşı oynayabiliyorum. Antrenman performansım 25 yaş seviyesinde olmasa da tüm gücümle deniyorum.
İskoç oyuncuların hep bir arada antrenman yaptığı söylenir. Çalışma rutininizi nasıl anlatırsınız?
Genellikle kulüpte toplanırız. Bazen aramızdan birinin evine gittiğimiz de olur. Sabah 10’da oynamaya başlar, 12.30 civarına kadar devam ederiz. Sonra yemek. Sabahtan sekiz-dokuz, öğleden sonra 10 frame. Genellikle 19 üzerinden oynarız. Oyun bitince, herkes kendi yoluna gider.
Stephen Hendry’nin bu antrenmanlara katılmayıp evindeki masada çalışmaya başlamasıyla birlikte performansının düştüğü algısına katılıyor musunuz?
Evet, düşüşünün nedenlerinden biri kesinlikle buydu. Stephen 90’lı yıllarda daima kulüpte oynardı ama kariyerinin son döneminde evine masa alıp antrenmanlara orada devam etmeyi seçti. Biraz izole oldu; kaldı ki o yıllarda sadece altı-yedi sıralama turnuvası oynandığından işi çok daha zordu. Bugün ben de evimde çalışıyorum, belki tek başına yaptığım vuruşlar yine bir antrenman partnerinin yerini tutmuyor ama takvimde 18 sıralama turnuvası var. Elimi masadan kaldırmak için fırsatım olmuyor ki? Bir oradayız, bir burada.
“Düşüşündeki nedenlerden biri” dediniz. Başka neler vardı? 2011-2014 arası geçen dönemde kariyerinizin sonunun Hendry’ye benzemesinden korktunuz mu?
Hayır, hayır… Hiç korkmadım. Eğer Hendry gibi beş sezon bir şeyler kazanamadan geçirseydim belki böyle hissederdim ama benim duraklama dönemlerim hep bir-iki yıl sürdü. Evet, farklı aralıklarla çok iniş-çıkış yaşadım belki ama bunların hiçbiri uzun periyotlara yayılmadı. Hendry’nin içinde bulunduğu durum daha farklıydı. Zaman ilerledikçe yüzde yüzüyle çabalamadığını görüyordunuz. Yüzde 90, yüzde 80, yüzde 70... Normalde denemeyeceği potlar deniyor, kaçma riski yüksek vuruşlar yapıyordu. Kendine güveni kaybolmuştu. Yara aldı ve bıraktı. Ben şanslıyım ki buna benzer bir durumu tecrübe etmedim.
Yani, kazanabileceğinizden daha azını kazandığınızı düşünmüyor musunuz? Mesela Alex Higgins’in iki şampiyonluğunun (1972-1982) ardından iki Crucible zaferi arasında en fazla boşluk olan oyuncu sizsiniz. 1998-2007 arasında hiç mi tereddüde düşmediniz?
Bu konu aklımda çok uzun süre yer etti. 1998 finalini kazandığımda çok gençtim ve bu başarıyı tekrarlamak için önümde uzun yıllar olduğunu düşünüyordum. 2007’de 32 yaşını devirdiğimde ise elimde tek şampiyonluk vardı. O gün kafama dank etmiş ve “Acaba?” demiştim. Neyse ki ondan sonra üç kez daha kazandım. Hatta son şampiyonluğumdan sonra biri yanıma gelip üç farklı on yılda kupa kaldıran tarihteki tek oyuncu olduğumu söylemişti. Evet, belki Hendry’nin açtığı yolu takip ederek kazandığım ilk dünya şampiyonluğu çok özeldi. Modern dönemde bunu başaran ikinci İskoç olmuştum. Ama kafamı yastığa koyduğumda rahat uyumamı sağlayanlar; 2007, 2009 ve 2011’de elde ettiklerim. Tek şampiyonlukla sınırlı kalamazdım.
Peki, Stephen Hendry ve John Higgins’i uzun vadede hangi İskoç takip edecek? Anthony McGill? Stephen Maguire’ın zamanı doldu mu?
Maguire şimdiye kadar çoktan kazanmış olmalıydı, orası kesin. Böyle bir yeteneğin dünya şampiyonluğu elde edemeyişi üzücü. Bakmayın, bu konuda kendimi de biraz sorumlu tutuyorum çünkü 2007 Dünya Şampiyonası’nda onunla oynadığım yarı finali 14-10 geriden gelerek 17-15 kazanmıştım. Beni orada yense karşısına ilk Crucible finalini oynayacak Mark Selby çıkacaktı ve Maguire’ın kupayı alma ihtimali çok yüksekti. Olmadı ama bundan sonra olmayacak diye bir şey yok. O da aynı benim gibi; son yıllarda çok isteka değiştirdi ve şimdilerde iyisini bulduğunu düşünüyorum. Artık daha iyi hissediyor, daha rahat. Bu yıl için bile şansı var.
Anthony McGill’e gelirsek… Onu çok yakından tanıyorum. “Tavsiyelerimi dinliyor” cümlesinden ziyade, “Beraber antrenman yapıyoruz” demeyi tercih ediyorum. Çabuk öğrenen bir çocuk. Alan McManus’tan ve Stephen Maguire’dan da alabildiğini alıyor. Deli gibi çalışan ve oflayıp puflamayan bir oyuncu. Çok yönlü, istikrarlı… Onun zayıf yönünü bulmak çok zor. Hindistan’da sıralama turnuvası kazandıktan sonra da mental yönden iyice kuvvetlendi. Uzun yıllar en üst seviyede mücadele edecek. Bundan şüphem yok.
Memleket sohbetini geride bırakmadan Old Firm’ün dönüşüne de değinelim istiyoruz. Celtic’in beş yıl aradan sonra Rangers’la oynadığı ilk lig maçını 5-1 kazanmasıyla başta Graeme Dott olmak üzere birçok Rangers taraftarı telefonunu sessize aldı. Celtic eski rekabetçi günleri özlüyor mu?
Tabii ki özlüyoruz. Mesela GalatasarayFenerbahçe derbisini düşünün. Ezeli rakibinizi onlar kötü durumdayken mi yenmeyi tercih edersiniz? Hiç zannetmiyorum. O yüzden Old Firm’ün eski tadı yok. Durum buyken ben de Graeme Dott’ı kendi haline bıraktım. Zaten kolay kolay mutlu olan bir adam değil, Rangers’ı desteklemek de başlı başına bir dert. Tanrı, yardımcısı olsun.
Rekabet konusunda snooker’ın gidişatını nasıl görüyorsunuz? Mark Selby, Neil Robertson gibi birçok oyuncu günümüzdeki standardı doksanlara oranla çok daha yüksek bulduğunu söylüyor. Her iki dönemde de başarı kazanmış biri olarak, siz bu tartışmada hangi taraftasınız?
1990’larda ve 2000’li yılların başlarında tur gayet zordu. Stephen Hendry’nin dominasyonu yanıltıcı olmasın. Ken Doherty, Ronnie O’Sullivan, Mark Williams, Peter Ebdon, Matthew Stevens, Paul Hunter… Bunlar aklıma ilk gelen isimler. Dönemleri kendi arasında karşılaştırmanın iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. “Seksenlerde oyun kötüydü” diyorlar. Steve Davis bugün oynasa yine zirvede olmaz mıydı? Ayak uyduramaz mıydı bu oyunculara? Mark Selby ya da… 70’lerde, 80’lerde Selby silinip gider miydi? Sanmıyorum. En üst seviyede oynayabilecek kaliteniz varsa oynarsınız. Dönem fark etmez. Snooker istekasını elime aldığım gün tek hayalim, bu oyunu Steve Davis gibi oynayabilmekti. Aradan 30 yıl geçti… Değişen fazla bir şey yok.
Alex Higgins, Jimmy White gibi heyecan verici figürler varken bir çocuğun Steve Davis’i örnek alması tuhaf değil mi? Neden Davis?
Bilmem. Herhalde sürekli kazandığı için. Hataya çok az yer veren bir oyunu vardı ve masanın her milimetrekaresini bilirdi. Jimmy White ve Alex Higgins gibi oyuncuların bariz eksikleri varken Steve hep kusursuz gözükürdü. Frame kazanmak için şansa ihtiyaç duymazdı, her masaya uyum sağlayabilirdi. Ben de onu kopyalamak istedim. Uzun mesafeli potları, kayıpsız vuruşları... Maceraya kaçmazdı. Ben de öyleyim.
Ronnie O’Sullivan’ın da en büyük kahramanının Steve Davis olduğunu itiraf ettiği anlarda benzer ifadeler kullandığını görüyoruz; kazanma alışkanlığı, mükemmeliyetçilik... Peki ya Davis’in onun hakkındaki sözlerini, “Bir sporcunun, spordan daha büyük bir figür haline geldiğini gördüğümüz fazla an yoktur. Ronnie bunu başarmaya çok yaklaştı” yorumunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ronnie bence tarihin en iyisi. Mark Williams’la birlikte üçümüz aynı jenerasyonun oyuncularıyız. Birlikte büyüdük diyebilirim. Bazen Mark öne çıktı, bazen ben ama Ronnie özellikle dördüncü ve beşinci dünya şampiyonluklarıyla soru işaretlerini sildi. Karşılıklı oynadığım en iyi oyuncu o. Benden tavsiye isteyenlere de hep buradan örnek veriyorum: “Daima, kendinizden iyilerle oynayın. Mutlaka daha iyileri vardır. Kulüpte yenebileceğiniz oyuncular varsa ayrılın, başka yere gidin.”
Ronnie benden daha iyiydi. Benden daha çok yüzlük seri yaptı. Daha fazla 147’si var, şampiyonluk sayısı bir fazla... Hep en büyük rakibim oldu ama benim önümde olduğu için kulüp değiştirmeme gerek kalmadı. Anlıyorsunuz değil mi? Beni yukarıya çeken Ronnie’ydi. Ona karşı kazandığım her maçtan sonra büyük bir rahatlama hissederdim. Hâlâ mücadele ediyor oluşu, herkes için büyük şans. Tabii artık katılacağı turnuvaları seçtiğini, her yere gitmediğini ve insanların onun oynadığı turnuvalara farklı bir gözle baktığını görüyoruz. Bu durum da biraz Steve Davis’in söylediği ortamın oluşmasına yol açıyor. Ama bu bir suç değil ki? Herkesin katılacağı turnuvaları seçme hakkı var. Ronnie sadece, kendisi için en iyisi ne olacaksa onun peşinden gidiyor. Tepki gösterilmesi saçma olur.
Ronnie’ye karşı tarihte sizden daha fazla maç kazanmış bir oyuncu yok. 25 galibiyet arasında hangisi diğerlerinden daha özel? 2006 Masters, 2005 Grand Prix ya da 2009 UK belki?
Kesinlikle 2006. Biliyorsunuz ki Masters, Ronnie’nin arka bahçesiydi (daha 20’li yaşlarının başlarında üst üste üç final oynamıştı, turnuvanın düzenlendiği salon evine bir saatlik mesafedeydi) ve o final, bir tarihin sonuydu. Wembley Konferans Merkezi’nde oynanacak son Masters maçıydı. Seyircinin, atmosferin harika olacağını biliyordum. Ayrıca ona karşı 1995 ve 2005’te oynadığım iki finali de farklı kaybetmiştim. Motivasyonum çok yüksekti. 17. frame sonunda skor 9-8’di. Gerideydim. Ronnie eğer bir frame daha kazanırsa beni üst üste üçüncü kez Masters finalinde mağlup etmiş olacaktı. Yarım 100’lüğe yakın bir seriyle maçı karar oyununa taşıdım. 9-9’ken Ronnie masaya geldi ve 60’lık bir seri yaptı. Maç topuna gelememişti. İşim bitmeye yakınken her şeye rağmen bir şans elde etmiştim. Güvenli vuruş oyunum, o gün çok iyiydi. 0-60’ta oyunu tuttum, şans yakaladığımda da 64’lük seriyle maçı kazandım. Wembley’deki son maç, son siyahta bitmişti. Yine bir Ronnie maçı sonrası epey rahatlamıştım. Yeri çok ayrıdır.
Geri dönüp iki dünya şampiyonluğu kazanması sizi şaşırttı mı? Toplamda sizi geçmek için çaba sarf etmesini bekliyor muydunuz?
Ronnie benden iyi olduğunu biliyordu. Geri dönme kararını almadan önce içinden, “John’un dört dünya şampiyonluğu var, benimse üç, onu geçmeliyim” demediyse şaşırırım. O yüzden, 2012’de tura geri gelişinin başlıca sebeplerinden biri muhtemelen benim. Şimdi Hendry’nin yedi dünya şampiyonluğunu hedeflemediğini söylüyor; ki bunu başarması gerçekten zor ama 7’ye ulaşabilecek tek oyuncu da kendisi.
Peki John Higgins cephesinde son durum ne? Röportajın başında 2011’de dördüncü şampiyonluğu kazandıktan sonra biraz boşluğa düştüğünüzü itiraf etmiştiniz. Judd Trump’a karşı oynadığınız o final her şeyin sonu muydu? Şike davası, altı aylık ceza, babanızı kaybedişiniz...
Bazen dayanılacak gibi değildi. Babam beş yıldır kanserle mücadele ediyordu ve Crucible’a iki ay kala yaşamını yitirmişti. Kötü durumdaydım; hatta bu şike davası süreciyle eşzamanlı babam daha da kötüleştiği için onun ölümünden kendimi sorumlu tuttuğum dahi oldu. Beni ayakta tutan, Crucible’da kazanarak babamı onurlandırma düşüncesiydi. Tek motivasyonum buydu. O yüzden her şey bittiğinde ağladım. Judd’la birlikte anons edildiğimiz an, kalabalığın çıkardığı ses bugün bile aklımda. Gördüğüm en iyi atmosferdi.
Sonraki sezon o standardı korumam mümkün değildi. Kafaca bitmiştim. Ailemin yanında olmam gerekiyordu ve sanki benim için Noel haftası tüm sezona yayılmış gibiydi. Belki dikkat etmişsinizdir; zaman zaman bocaladığım Masters turnuvaları öncesi Noel’de antrenman yapmaktansa ailemle olmayı severim. 2011-2012 geçişi öyleydi. Koca bir takvim yılı çalışmadan bitmişti. Snooker belki de hayatımdaki en önemli üçüncü, dördüncü şeydi. Sonra oyunumu geri kazanmak için çeşitli arayışlara başladım. Sık sık isteka değiştirdim...
Ne arıyordunuz?
Orada olmayan bir şeyi.
Bulabildiniz mi?
Evet. Son iki yıldır harika hissediyorum. Yeni istekamı eski dostum Raymond Cohen yaptı. Tam istediğim gibi.
1986 Dünya Şampiyonu Joe Johnson “John’un artık isteka değiştirmeye dur demesi lazım. Bahane arıyor” demişti...
Joe Johnson rezil bir yorumcu. Ben bunu sık sık gündeme getiriyor muyum? Hayır. Eurosport’u izleyen her profesyonel oyuncu, onun ne kadar berbat yorumlar yaptığının farkında. Bazen, “Bu adam nasıl dünya şampiyonu oldu?” diye düşünüyorum. Bahsettiği vuruş tercihleriyle nasıl kupa kazanmış? Gerçekten çok ilginç. Neyse... Son dönemde biraz gelişim kaydetse de hâlâ en kötülerden biri. Ben ve istekam ise çok mutluyuz. Güzel bir gelecek bizi bekliyor.
O halde artık resmileşti mi? John Higgins beşinci şampiyonluğun peşinden gidiyor mu?
Deneyeceğim. Her yıl çok daha zor oluyor ama deneyeceğim. İşim bitmedi.
John Higgins 101 (Kasım 2016 itibarıyla)
1992 yılında profesyonel olan John Higgins, tarihin en başarılı oyuncularından biri. 1996-2012 arası üst üste 16 sezon dünya sıralamasında ilk altıdan aşağı düşmeyen İskoç oyuncu; toplamda 28 sıralama turnuvası kazanırken, dört dünya şampiyonluğu, üç Birleşik Krallık ve iki de Masters zaferi elde etti. Toplamda yedi maksimum seriye imza atan ‘Wishaw Büyücüsü’ lakaplı Higgins, tüm zamanlarda en çok 147 yapan oyuncular sıralamasında ise Ronnie O’Sullivan (13) ve Stephen Hendry’nin (11) ardından üçüncü sırada.
2010'da Ne Olmuştu?
24 Nisan'da Dünya Şampiyonası’nın ikinci turunda Steve Davis’le karşılaşan John Higgins, rakibine 13-11 kaybetmiş ve son şampiyon unvanıyla başladığı turnuvaya erken veda etmişti. Higgins, o maçtan altı gün sonra, menajeri Pat Mooney’le birlikte Kiev’e uçtu.
Higgins, bir süredir World Series of Snooker (WSoS) ismiyle düzenlenen turnuvaların öncülüğünü üstleniyordu. Kiev’e de bu organizasyonla alakalı görüşmeler yapmak için gitmişti. Daha sonradan, “Rus mafyası mı ya da artık her kimlerse, bilmiyorum. Tek düşündüğüm oradan sağ çıkmaktı” diyeceği kişiler, Higgins’e para karşılığında WSoS’ta önceden seçilen bazı frame’leri bilerek kaybedip kaybedemeyeceğini sormuştu. Cevap netti: “Evet, kaybetmek çok kolay. Eğer gerçekten isterseniz bazı vuruşları kaçırabilirsiniz. Peki ben 300 bin Euro’yu nasıl alacağım?” Higgins ve menajeri Mooney’nin bilmediği ise karşılarındakilerin Rus iş adamları değil, Britanya’da haftalık yayın yapan tabloid gazete News of the World ekibi olduğuydu. 10 dakikalık konuşmanın tamamı videoya alınmıştı. Higgins ve Mooney’nin anlaşma tamamlanırken şampanya içtiği dahi gözüküyordu. Olay sekiz gün sonra patladı.
Yayınlanan otel videosu, Higgins’in yaklaşan turnuvalardan men edilmesini beraberinde getirmişti. Reçete; altı ay men ve 75 bin Sterlin para cezasıydı. Higgins şike iddialarından aklanmıştı ama oyunun itibarını zedelemek ve rüşvet teklifi aldığını bildirmemekten ötürü hatalı bulunmuştu. Konu ne zaman gündeme gelse, “Esas acı veren, insanların benden şüphe duymuş olması. Biliyorum ki bu olay mezara kadar peşimi bırakmayacak. Tek suçum, o insanlara inanacak kadar saf olmak. Böyle bir şey yapmaya ihtiyacım olmadığını masada kanıtlayacağım” dedi. Kasım 2010’da geri döndü. Beş aylık sürede oyunun en büyük iki turnuvasını kazandı. Babasının kanserle mücadele ettiği dönemde her iki şampiyonluktan sonra hüngür hüngür ağladı. Olayı ilk duyduğunda “Utanç verici” yorumunu yapan snooker’ın patronu Barry Hearn, Higgins’in dördüncü şampiyonluğundan sonra şöyle diyecekti: “John, saygınlığını geri kazandı. En azından benim için...”
"Alex Higgins eşimi tavlamaya çalıştı"
“BBC filmi Rack Pack’i izledim. (2016 yapımı film, 80’li yıllardaki Alex Higgins-Steve Davis rekabetini anlatıyor) Tabii ki tüm olayların bire bir orada aktarıldığı şekilde yaşanmadığını biliyorum. Yine de güzel bir filmdi. Keyifliydi. Konu Alex Higgins olunca işin içinde aksiyonun olmaması mümkün değil tabii. Mesela kendi açımdan, daha Rack Pack çekilmeden 20 yıl önce, Alex’le komik bir olay yaşamıştım. Gösteri maçı oynuyorduk ve maçtan sonra bilinçsizce eşim Denise’in yanına gidip onu bir şeyler içmeye davet etmişti. Eşim Denise de beni göstererek, ‘John’layım’ demişti. Unutamadığım, komik bir olaydır.”