Jordan Kuralları

22 dk

Michael Jordan’ın son dansının üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti ve o da artık değişen dünyanın farkında.

“Benim hakkımda bilmedikleriniz neler?"

Michael Jordan, 2009 Şöhretler Müzesi kürsüsünden dostlarına ve düşmanlarına böyle sesleniyordu. Kendisinden önce sahneye çıkan David Robinson ve Jerry Sloan'un konuşmalarını dinlemiş, yakından tanıdığını düşündüğü bu efsanelere dair yeni bilgiler öğrendiğini itiraf etmişti. Washington Wizards formasıyla üçüncü kez döndüğü lige veda edeli altı yıl olmuştu ve artık sonsuza dek emekliydi. Majesteleri, hafızalardaki tazeliğini kuru bir teşekkürle süslemek istemiyordu. Niyeti, hâlâ rekabet etmekti.

Sorusu da pek yanlış değildi. Aslında hakkında bilmediğimiz hiçbir şey kalmamıştı. Neredeyse. The Last Dance'in beslendiği membaı meydana getiren ağ uçsuz bucaksızdı: NBC yayınları, ESPN programları, Sports Illustrated sayfaları, Nike reklamları. Yıllar içinde kahramanın binbir yüzünü görmüştük. Rekabetçi Jordan. Pazarlamacı Jordan. Ruh hastası Jordan. Babasının oğlu Jordan. Beyzbolcu Jordan. Şampiyon Jordan. Şimdi, emekli Jordan...

Aynı kürsü, hikâyesini bir kez daha anlatma fırsatıydı. Veya masalını. Çünkü içinde trajediler ve kırgınlıklar barındırsa da bir basketbolcu olarak inşa ettiği kariyer Hollywood filmi gibiydi. O filmin başladığı yerde ailesi vardı. Zaten konuşmasına oradan başlamıştı. Ailesinden aldığı savaşçı genlerden, kardeşleriyle olan maçlarından… "Bende gördüğünüz her şey oradan geliyor" diyordu. Ayrıca teşekkür edilmesi gereken kariyer ortakları vardı. Hepsine kısa cümlelerle saygısını sunuyordu. Scottie Pippen'sız kazanamazdı. Dean Smith, her şeyi değiştirmişti. Tex Winter, hep daha fazlasını istemişti. Phil Jackson, zihinsel olarak da gelişmesini sağlamıştı. Fakat Jordan bir an önce rakiplerine gelmek istiyordu. Zira lügatinde çok fazla sevgi sözcüğü yoktu. Ama düşmanlarına gelince… Sporda her şey rakibin varlığıyla çetrefilleşiyordu ve 23 numaranın büyüsü de orada başlıyordu.

“Benim hakkımda bilmedikleriniz neler?"

“Benim hakkımda bilmedikleriniz neler?"

Detroit Pistons'ın seksenlerin sonunda uyguladığı savunma taktikleri ünlü bir isme sahip: Jordan Kuralları. Meşhur eşleşme, bu stratejinin gölgesinde serpilmişti. Pistons-Bulls rekabeti sıradan bir kapışma değildi. 1984 Draft'ında lige giren Jordan; Magic-Bird ikilisi önderliğinde değişen, David Stern'ün akıllı politikalarıyla küreselleşen basketbolu ileriye taşıyacak yüzdü. Pistons ise Isiah Thomas'ın liderliği ve Bill Laimbeer'ın sertliği etrafında kurulmuştu. Chuck Daly'nin talebeleri, 1988'de şampiyonluğu bir bilek sakatlığıyla kaybetmişti. Ya da bir hakem hatasıyla… Eskiyle yeninin, yaratıcılıkla sertliğin mücadelesi vardı sahada.

***

Bad Boys, Jordan'a karşı bir duvar örerek iki sezon üst üste Chicago'yu elemişti. Peki neydi Jordan Kuralları? Aslında üç temele dayanıyordu. Birincisi, Jordan'ın sağına penetre etmesini istemiyorlar, onu sola yönlendiriyorlardı. İkincisi, dip çizgiden içeri süzülmesini engellemek adına köşelerde topla buluştuğunda Jordan'ı serbest atış noktasına doğru itmeye çalışıyorlardı. Üçüncüsü, post-up'a geldiğinde ikili sıkıştırmayla dengesini bozuyorlardı. Pistons, Bulls'a mağlup olabilirdi ama tek bir oyuncu onları yıkamazdı. Üç kuralın da ortak amacı topu Jordan'ın ellerinden çıkarmaktı. Belki ana savunmacıları Dumars ve Rodman gibi görünüyordu fakat aslında bütün Pistons kadrosu onu sıkıştırmaya, yormaya, sakatlamaya çalışıyordu.

MJ, üniversite yıllarında Dean Smith'in tedrisatından geçmiş, North Carolina sıralarında sadece basketbolu değil hayatı da öğrendiğini ifade etmişti. Seksenlerin sonunda Doug Collins ile çalışmış, Tex Winter ve Johnny Bach gibi tecrübeli antrenörlerin bilgisinden yararlanmıştı. Ama belki de en büyük eğitimi o Pistons serilerinde almıştı. Jordan Kuralları, şampiyonluk yolunda ihtiyaç duyduğu şeydi. Isiah Thomas, Detroit'i üst üste iki şampiyonluğa götürmeden önce Lakers'la Celtics'in sırlarını araştırmış, birçok NBA finalini yerinde seyretmişti. Jordan ise Pistons karşısında, tek başına bir takımı yenmenin imkânsız olduğunu kavramıştı. Topu paylaşmayı, başkalarıyla aynı çatı altında varolmayı, kontrolü az da olsa bırakmayı ve vücudunu yeniden inşa etmesi gerektiğini öğrenmişti. Bulls da dersler çıkarmıştı. NBA tarihinde pek rastlanmadığı üzere bir skorer guard etrafında şekillenen kulüp; Jordan'ı sert savunmacılarla, keskin şutörlerle, topsuz hareket edebilen kısalarla, iyi ribaund'cularla ve keskin bir hücum sistemiyle donatması gerektiğini anlamıştı. Jordan Kuralları, ona başarının anahtarını da vermişti.

***

The Last Dance'in başında gördüğümüz Michael Jordan, daha farklı bir adam. Açılış sahnesi en azından böyle bir his vermek istiyor. Kocaman malikânesinin gösterişli odasında tek başına otururken kamera yavaşça ona doğru yaklaşıyor. Karanlığın ortasında uzaklara bakan Jordan muhtemelen o an sadece geçmişi düşünmüyor, gelecek de aklının bir köşesinde… Ve birkaç dakika sonra şu cümleler dökülüyor ağzından: "Ben Michael Jordan, 1984-1998 arasında Chicago Bulls'ta oynadım."

Bu girizgâha "Biliyoruz kim olduğunu" diye tepki verebilirsiniz. Fakat Jordan'ın onayıyla yapılan belgeselin muadillerinden ayrıldığı yer de burası. Bulls hanedanının son sezonundan yola çıkan eser, aynı zamanda bir MJ kutlaması. Yine de o dünyayı sosyal medya çağında doğru bir şekilde hissettirebilmek için farklı bir zırha büründürmek gerekiyor. Charlotte Hornets takım sahibi olarak geçirdiği emeklilik yıllarında evine kapanmayı tercih eden Majesteleri, elbette ekran başındakilerin onu tanıdığının farkında. Ama 2009'daki "Benim hakkımda bilmedikleriniz neler?" sorusuyla 2020'deki "Merhaba, ben Michael Jordan" girişi arasındaki fark, basit bir sinemasal seçimden ibaret değil. Değişen zamanın da kabullenilmesi.

2013'teki ellinci yaş günü, Majesteleri'nin zamanla ilişkisini anlamak için idealdi. Kariyerinin başında medyayla ilişkileri iyi olan ama zamanla gazetecilerle arasına mesafe koyan Jordan, o gün ESPN'de çıkacak bir yazı için Wright Thompson'a evinin kapılarını açmıştı. Thompson klasik bir röportajın peşinde değildi, Jordan'a "Jazz'a karşı son şutunu atarken neler hissettin?" diye sormayacaktı. Daha ziyade karşısındaki efsaneyi anlamak istiyordu. Yazının spotu bile bu arayışın ürünüydü: "Elli yaşına girerken MJ tekmelenecek daha fazla kıç olup olmadığını merak ediyor…"

"Ben Michael Jordan, 1984-1998 arasında Chicago Bulls'ta oynadım."

"Ben Michael Jordan, 1984-1998 arasında Chicago Bulls'ta oynadım."

Röportajda rekabetçiliğini, basketbol tutkusunu, içindeki ateşi kontrol edemediğini söyleyen Jordan, yaşlandığını kabullenmekte zorlanan bir adam portresi çiziyordu. Ama yazının en ilginç kısmı, ünlü gazetecinin Jordan'ın evinde geçirdiği zamandı. Majesteleri bir gece televizyonda "Kim daha büyük? Tom Brady mi Joe Montana mı?" tartışmasına denk gelmiş ve şöyle demişti: "Brady diyecekler çünkü Joe Montana'yı hatırlamıyorlar. Bu çok acayip değil mi?" Başka bir gece, televizyonda bir Miami Heat maçına rastlamışlardı ve Jordan, "LeBron'un oyununu inceledim" diyerek anlatmaya başlamıştı: "Sağına gittiğinde genelde potaya ilerliyor, soluna gittiğinde ise şut atıyor. Bu, mekaniğiyle ve topu elinden çıkarma şekliyle alakalı bir durum. Eğer onu savunmak durumunda kalsaydım on pozisyonun dokuzunda sola iter, şut attırırdım. Çünkü sağa giderse potaya yüklenir ve onu durdurmam mümkün olmaz. O yüzden sağını kapardım." Bu izaha LeBron Kuralları adını vermemişti elbette…

***

Jordan Kuralları, Pistons savunma stratejisi kadar bir kitapla da hatırlanıyor bugünlerde. Gazeteci Sam Smith'in kaleme aldığı The Jordan Rules, "İyisiyle, kötüsüyle Jordan…" diye başlayan portrelerin çoğunun varlık sebebi aslında. Zira o tarihe kadar harikalar diyarı gibi resmedilen Bulls, bir anda taht kavgalarının ortasındaki bir imparatorluk gibi algılanmaya başlamıştı. Elbette kimse MJ'in tahtına göz dikmemişti, onun hiyerarşideki yeri açıktı. Ama Smith'in kaleminden çıkan satırlar, doksanlara girilirken dünyanın en popüler sporcusu olan yıldız basketbolcunun acımasız yanlarını en keskin haliyle ortaya döküyordu.

Jordan rekabetten güç alan bir yıldızdı ancak bu gücü sadece rakiplerinden devşirmiyordu. Jerry Krause gibi yöneticilerden pokerde kaybettiği çaylaklara kadar birçok insanla rekabet ediyor, Bulls'u kuralları etrafında ilerletmeye çalışıyordu. Kazanmakla takıntılı bir ilişkisi vardı ve onun gibi düşünmeyen hiç kimseyi etrafında istemiyordu. İlk üç şampiyonlukta kritik payı olan Horace Grant, altı yüzüğün başkan yardımcısı Scottie Pippen, Krause'un övgüleriyle takıma katıldığı için hep soğuk bakılan Toni Kukoc, Charles Oakley karşılığında kadroya katıldığı için uzun süre ismi çizilen Bill Cartwright, bir idmanda yumruğu yiyen Steve Kerr… Hepsi bu dersi zor yoldan öğrenmişlerdi. Majesteleri, hep aynı şeyin altını çiziyordu: Antrenman, yüzüğe giden yolun temeliydi. Eğer orada karşılaştığın bir engelle, sana söylediğim bir sözle baş edemiyorsan NBA finalinde ne yapabilirsin ki? Pat Riley'nin Lakers'ı veya Chuck Daly'nin Pistons'ı, antrenmanlarını play-off maçlarından bile sert hale getirerek başarıya ulaşmıştı. Bulls da aynısını yapmalıydı. Jordan Kuralları, onun için basit bir giriş dersinden oluşuyordu. Ve birkaç sorudan: Benim kadar fedakârlık yapmaya hazır mısın? Akıl oyunlarımla baş edebilecek durumda mısın? Ve ben galip gelene kadar masa tenisi oynamak zorunda olduğunu biliyor musun?

***

Jordan'ın başka kuralları da olmuştu. Dünyasını inşa ederken saha içiyle sınırlı kalmamıştı. Menajeri David Falk'la birlikte daha NBA'e adım atmadan fark yaratmıştı. Çaylak sezonu başlamadan Nike'le yaptığı anlaşma, Larry Bird ve Magic Johnson gibi yıldızların anlaşmalarının da önündeydi. Jordan, şanslı bir dönemde lige girmiş ve bu fırsatı iyi kullanmıştı. Milyonlarca insan önce Magic'in gülüşünde kendisini bulmuştu, sonra da Bird'ün asık suratında... Akabinde Jordan çıkagelmişti.

David Halberstam'ın ifadesiyle onun hikâyesi aslında eğlence sektörünün ne ölçüde ticarileştirilebileceğinin sınırlarını da ölçmüştü. Şöyle diyordu ünlü yazar: "O, büyük bir basketbolcu olduğu kadar olağanüstü bir satıcı da… Dünyanın çeşitli noktalarında, daha önce basketbol izlememiş milyonlarca insana bu oyunu pazarladı. Basketbol izlemiş başka milyonlara ise bu oyunun böyle de oynanabileceğini gösterdi. Daha yükseğe sıçramak isteyenlere Nike ayakkabıları, acıkanlara Big Mac, susayanlara önce Coca-Cola sonra Gatorade, mısır gevreği isteyenlere Wheaties, iç çamaşırı arayanlara Hanes sattı. Gözlük, parfüm, hot dog pazarladı. En çok da kendini pazarladı. Yıllar içinde gelen şampiyonluklar, birbirini kovalayan son saniye kahramanlıkları, bu satışı işinin kolay kısmı yapmıştı."

Jordan'ın ilk kuralı basitti: Rekabet her şeydir. İkincisi, imaj her şeydir. Üçüncüsü, kontrol her şeydir. Markasını inşa ederken Bulls yönetiminden "Tenis oyuncusu musun sen?" tepkisini alsa da kafasına takmamıştı. O dönem basketbol, bir takım sporu olarak düşünülüyordu. Basketbolcuların starlara dönüşecekleri, Paris'ten Tokyo'ya her sokakta tanınacakları tahmin edilmiyordu. İlginç olan, bu hızlı büyüme esnasında bile Jordan'ın her şeyi kontrol etme becerisiydi. Rakiplerinden güç alıyor, imajıyla büyüyor ve her şeyi kontrol ediyordu. Elbette Bulls'u da… Draft seçimlerinden hücum taktiklerine kadar her konuda sesini yükseltmeyi severdi. Belki de emeklilik yıllarında bu kadar içine kapanmasının altında bu dürtü yatıyordu. Her şeyi kontrol etmek yıpratmıştı ve 2000'lere girilirken dünya artık kontrol edilebilen bir yer olmaktan çıkmıştı.

***

Şöhretler Müzesi konuşması iyisiyle kötüsüyle Jordan'ın bir özetiydi. Sam Smith'in bahsettiği insan da buydu işte. Hâlâ lise seçmelerinde geride kalmasını aklından çıkaramayan, üniversiteye geçtiğinde altın çocuk muamelesi gören oda arkadaşı Buzz Peterson'ı her idmanda yenmeye çalışan, beyzbol oynadığı dönemde ona "Keşke ligde olsaydın da seni savunsaydım" diyen Bryon Russell'ın üzerinden 1998 NBA final serisi altıncı maçında attığı şutu anımsatan Jordan, konuşmanın sonunda önündeki kâğıtta yazılanlara dönmüştü. "Basketbol benim için her zaman bir sığınaktı" gibi cümlelerin yer aldığı o kâğıt, biraz önce bütün lige taş atan Jordan'ın imajının temiz kısmını temsil ediyordu. Oysa o imajın dikenli kısımları çok daha ilgi çekiciydi. Elbette basketbol Jordan için sığınaktı. Her şeyi unutabileceği, kendi başına mutlu olabileceği bir yuva. Babasının öldürülmesinin acısıyla boğuşurken üçüncü yüzüğünü kazandığı 1992-93 sezonundan sonra emekli olmasının altında da belki o yuvanın değişimi yatıyordu. NBA ve Jordan fazla büyümüştü; kontrol etmesi, paketlemesi, pazarlaması gereken şeylerin sayısı o kadar artmıştı ki işin özü gözden kaçmıştı. Charles Barkley, yakın arkadaşı hakkında şu ifadeyi kullanmıştı: "Jordan'la takılmanın ilginç yanı, otel odasından hiç çıkamamamız." MJ, şöhretinin esiri olmuştu.

"MJ, artık dünyanın değiştiğini kabulleniyordu ve bir kez daha ortaya çıkmaya ihtiyacı vardı."

"MJ, artık dünyanın değiştiğini kabulleniyordu ve bir kez daha ortaya çıkmaya ihtiyacı vardı."

Otel odası, emeklilikle birlikte eve dönüştü. Jordan, muadili efsaneler gibi hareket etmedi. Magic Johnson koçluk, yöneticilik ve yorumculuk yapmış, basketbolu bıraktıktan sonra da onu görebileceğimiz yerlerde gülümsemeye devam etmişti. Larry Bird koçluk ve yöneticilik yapmış, basketbolu bıraktıktan sonra da onu görebileceğimiz yerlerde surat asmaya devam etmişti. Bill Russell, seksen yaşından sonra Twitter'a girip köpek fotoğrafları paylaşmaktan çekinmemişti. Jerry West, basketbolun her kademesinde ter dökmeyi sürdürmüştü. Kobe Bryant film çekmiş, kitap yazmış, hikâye anlatıcılığının sınırlarını araştırmıştı. Oysa MJ, Hornets maçları dışında pek ortalara çıkmadı. Sık röportaj vermedi. Sosyal medyaya girmedi. Düşüncelerini içinde tuttu. Mirasının konuşmasını yeğledi.

***

The Last Dance'in açılışı ve gidişatı, bu açıdan da ilgi çekici. Ama yanlış beklentilere kapılmamak gerekir. Sonuçta bu, Jordan'ın iç dökme seansı olmayacak. Evet, bazı konularda hatalarını kabul edecek. Siyasi ve sosyal konularda vaktiyle sesini çıkarmamasından, çevresindekilere karşı takındığı acımasız tavırdan bahsedecek. Belki Kobe'nin anma töreninde gösterdiği insani yanın örneklerini de sunacak ara sıra. Lakin belgesel, yeni bir Jordan sunmayacak.

Zira Jordan'ı bütün zamanların en büyük basketbolcusu veya sporcusu yapan etkenler, bir yandan da tüm zamanlara uyarlanabilir olması. En nihayetinde bahsettiğimiz adam, lige yazılı basının ve takımla birlikte ekonomi sınıfında seyahat eden gazetecilerin egemen olduğu dönemde giriş yapmış, NBC ve ESPN kameralarının doluştuğu şampanya kokulu soyunma odalarıyla NBA'in patronu olmuş, Spike Lee reklamlarıyla daldığı eğlence dünyasına Space Jam'le son büyük imzasını atmıştı. Jordan'ın büyüsü nerede öne çıkacağını, nerede geriye çekileceğini herkesten iyi bilmesinden geliyordu. Yani arkasında bıraktıkları kendi başına konuşabilirdi, Ehlo'nun üzerinden attığı şut, son basketi, Phoenix finali, Flu Game'i… Sürekli bunlardan bahsetmesine ihtiyaç yoktu. Ama on senede bir hafızaları tazeleyebilirdi. Her seferinde yeni bir mecrada…

Majesteleri, 2009'da Şöhretler Müzesi konuşmasını yaptığında internet her eve girmişti ama karşısında eski dostları duruyordu. O tarihte 1997-98 sezonunun görüntülerinin bir belgesele dönüştürülmesine onay vermesine gerek yoktu. Kobe Bryant tahtını sallamıştı ama Jordan'ın anılardaki yeri biricikliğini korumasını sağlamıştı. Yedi sene sonra Majesteleri, belgesele yeşil ışık yaktığında ise dünya artık farklı bir yerdi. Sosyal medya, freni patlayan bir kamyon gibi bütün iletişim kanallarını ezip geçmişti ve belirsiz, puslu ama ne olursa olsun, hızlı akan bir atmosfer yaratmıştı. Akıllı telefonlar, kitleleri sürekli uyarılmaya maruz bırakıyordu ve hafızalar her gün yeni baştan sıfırlanıyordu.

73 galibiyet alan ve 1996-97 Bulls ile sık sık karşılaştırılan Golden State Warriors ile LeBron liderliğindeki Cleveland Cavaliers'ı karşı karşıya getiren 2016 NBA Finali, ilginç bir kırılma noktasıydı. Cavs, 3-1'den geri gelip yüzüğe uzanırken reyting avcısı televizyon kanalları da meşhur tartışmadan bıkmıyordu: "MJ mi LBJ mi?" Jordan, belki bütün bunlara kızdığı ve Joe Montana olmak istemediği için belgesele onay vermişti, belki de her şey kocaman bir tesadüften ibaretti.

Ama ne olursa olsun, artık dünyanın değiştiğini kabul ediyordu ve bir kez daha ortaya çıkmaya ihtiyacı vardı. Bu kez en başından kendini göstermesi gerekecekti, otuz dakikalık bir konuşma veya tatlı bir #tbt yeterli değildi. Michael Jordan, bir sosyal medya kıyasından veya 'Crying Jordan Meme'inden fazlası olduğunu hatırlatmak niyetindeydi. The Last Dance, zamanlaması itibarıyla, başka bir his de doğurdu. Belgesel, insanların geleceğe dair belirsizlikler içinde eve kapandığı, günlüklerini açtığı, eski fotoğraflarını karıştırdığı, favori sporcularını listelediği veya bir anda gece yarısı TRT'deki 1998 Dünya Kupası maçlarına takıldığı zamanlarda farklı bir deneyim sundu. Boşlukta hisseden milyonlar, ekran karşısına geçti ve Bulls'un son dansı dışındaki her şeyi unuttu. O noktada artık Jordan'ın insani yönü, takım arkadaşlarına tavrı, acımasızlığı önemli değildi. Eski günler hiçbir zaman düşündüğümüz kadar saf ve güzel değildi ama Michael Jordan, purosu ve içkisiyle doksanlar üzerine konuşurken her şey masalsı geliyordu. O an izlediklerimiz de yaşadıklarımız da gerçek gibi durmuyordu.

Socrates Dergi