Kâh Çıkarım Tribüne Seyrederim Âlemi

22 dk

Dünyanın neresine giderseniz gidin; spor söz konusu olduğunda gözlerini sahadan alamayan insanlar göreceksiniz. Kimi yıllar sonra çocuklarına anlatacağı ânı yaşıyor. Kimi ise bir derginin sayfaları için anılar biriktiriyor.

Buruşuk Bacaklar

Sene 2011. El Clasico için Madrid’deyiz. Maçı izlemiş, şehir görüntülerini pazar gününün erken saatlerine bırakmışız. Heyhat sokağa çıktığımız anda o güne kadar Madrid’de rastlamadığımız bir kalabalığın içine düşüyoruz. Meğer maraton varmış. Maraton biz Türkler için yolların trafiğe kapanması demek, gereksiz kalabalık demek, aman bitene kadar evde oturalım demek. Ama çaresiziz. Kalabalığa karışıyoruz. Bari atletleri görelim diye barikatların en önüne geliyoruz. Ne atleti? Ne Kenyalısı? Ne Etiyopyalısı? Bildiğin halk koşuyor! Göbekli adamlar, yaşlı teyzeler, acaip kostümlü gençler, aralarında bu işi çok ciddiye aldıkları belli olan sportifler. Birdenbire yanımızdaki iki çocuklu genç kadın bağırmaya başlıyor, kalabalıktan bir koşucu gelip ona ve çocuklara ‘çak’ yapıyor. Çocuklar ‘Papa... Papa...’ diye sevinçle zıplıyorlar. Yaşlı bir kadın var, yürüsem tur bindireceğim bir tempoda koşuyor. Bir dede var, serum şişesiyle koşsa daha normal görünecek gözüme ama hayır buruşuk bacaklarıyla elinden geldiğince o da koşuyor. Dünyanın her yerinde, her tür sporu izlemiş biri olarak gözlerim doluyor. Bugüne kadar benim için spor, istesem de olamayacağım kadar mükemmel fizikteki insanların, istesem de yapamayacağım yoğunluktaki mücadelesi. Yaptıkları, temelde oyun olsa da, biz diğer faniler için “Ne yapabilirim? Elimden ne gelir ki?” hissi yaratıyor. Yapmamak, yapmaktan çok daha olası. Maraton, şaka değil 42 km (+195 m!) demek. Binlerce insan bir pazar sabahı kalkmış, kendileriyle yarışıyor. Onlara para veren yok, onları izleyip tezahürat yapan taraftarları yok, sonunda şampiyon olma şansları yok. Demek ki bizim sandığımız nedenlerin dışında sebepler için de yapılabiliyormuş! O günden bu yana yerinde izlediğim spor müsabakalarının sayısı arttı, maratona bakışım değişmedi. Profesyonel atletlerden bahsetmiyorum ama binlerce insanın hiçbir nedeni olmadan kendisiyle girdiği mücadeleyi izlemek, kenardan annelerini, babalarını, dedelerini ya da hiç tanımadıkları insanları cesaretlendirmek için alkışlayanları seyretmek beni hâlâ en duygulandıran spor olayı. Kesin bilgi. Yayabilirsiniz. -Banu Yelkovan

Dünya Gözüyle 2006 Dünya Kupası

Bir yanda sevda, öte yanda korku. Dennis Bergkamp, Lars von Trier gibi isimleri de barındıran ‘Uçaktan Korkanlar Derneği’ üyesi biri olarak 2006 Dünya Kupası’na ‘yerden’ gitmenin bir yolunu bulmalıydım. 21 Haziran sabahı 07.00’de Esenler Otogarı’ndan atladım otobüse, Yunanistan, deniz yoluyla İtalya, ardından Avusturya derken yaklaşık 43 saatte ya da başka bir söylenişle gece 01.30 suları Münih’e vardım. Birlikte otel ararken aramızdaki samimiyet dozajının arttığı Alman şoför Günter, “Saat oldu 02.30-03.00, günün ışımasına ne kaldı? Ben zaten sabaha kadar çalışacağım, gel bende kal, otele para kaptırma” dedi. Sabah da onun rehberliğinde ‘Akreditasyon Merkezi’nin yolunu tuttum. Meğer merkez Allianz Arena’nın yanıymış. En güzel hizmeti veren ‘hızlı tren’le Leipzig’deki ArjantinMeksika mücadelesi için yola koyuldum. Dört saatlik bir yolculuğun ardından ‘Doğu Almanya’ topraklarına ayak bastım. Şehirde küçük bir tur, stat çevresinde biraz Meksikalı taraftarların yanında geçirilen zaman ama daha çok Arjantinlilerle hasbihal derken basın merkezinin yolunu tuttum. İçeri adım atar atmaz göz göze geldiğim Jose Luis Chilavert’in ardından Valderrama, Batistuta gibi Güney Amerikalı büyük futbol figürlerinin kendi ülke gazetecileriyle ayaküstü söyleşilerine tanık oldum. Peşi sıra stada yollandım. Che’nin vatandaşlarıyla Zapata’nın torunları arasındaki mücadele bir hayli zevkliydi, Meksika Marquez’le öne geçti, Crespo’nun beraberlik sayısıyla mücadele uzatmaya taşındı. 97’de Maxi Rodriguez’in jeneriklik golüyle de Arjantin çeyrek final biletini aldı. Leipzig Zentral’de oynanan bu maç ‘seyircilik kariyerim’deki ilk Dünya Kupası mücadelesiydi. Ayrıca hâlihazırda Lionel Messi’yi (84’te Saviola’nın yerine oyuna dahil olmuştu) çıplak gözle izlediğim tek randevuydu. Turnuvayı dört maçla kapadım ve 10 gün sonra Türkiye’nin yolunu tuttum. Bu kez aynı güzergâhı tersten kat ederek… Değdi mi, değdi elbette. O gün bugün hep söylerim, dünyadaki tüm futbol organizasyonlarını Almanlar yapsın. -Uğur Vardan

Keyfin Başkenti

Sporun evreninin üç bölgeye ayrılıp, her birine birer merkez atanmış olsaydı, doğu başkentinin Melbourne olacağına kuşkum yok. 250’ye yakın etnisiteden insanların düzgün yaşaması için dizayn edilen bu kentte spor, herkesi kapsayan bir payda görevini ifa ediyor. Güney yarım kürenin ilk olimpik kentini spor hacılarının gelip görmesi lazım. 21 Mart’ta uluslararası atletizm sezonunun açılışının yapıldığı Lakeside Stadı, bu yıl David Rudisha’yı ağırladı. 25 dolara stada giren izleyiciler, çocuklarıyla birlikte harika bir gün geçirdiler. Athletics Australia’nın önceliği, stadyuma gelenlerin gününe keyif katmaktı. Mesela, numarasız biletler sayesinde stadı çevreleyen seyirci pistinden istediğiniz gibi parkuru tavaf etmeniz mümkündü. Sırıkla atlamayı izlerken güneşlenmek isteyenlere, kale arkasında piknik yeri mevcuttu. Yapılan anonslar, kara cahilin bile (b)ilgilendireceği bir ortam sağlıyordu. Bir de kapanışta 5 bin metre ülke şampiyonası yarışı vardı ki, ne söylesem az. Yarışmacıların eşi-dostu, tartan pistin ortasına kadar girip 12 tur boyunca dönen arkadaşlarını iki metre mesafeden yüreklendirken, yarışa ‘dâhil oluyordu’. Tüm bunlar, Türkiye’de görülmedik hareketlerdi. Atletizmden bahsetmişken, bir süre önce Geelong Meydanı’nda gördüklerim aklıma geldi. Bir pazar günü şehrin merkezine kurulan pistte yerel atletler yarışıyordu. 80 metreden 1600’e kadar kısa-orta mesafeli bu yarışların ne olduğunu öğrendiğimde küçük dilimi yutacaktım: Her hafta çeşitli kentlerde yapılan 115 yıllık Victoria Athletics League’in bir etabı! Piknik eşliğinde atletizm ambiansını, birkaç kifayetsiz satırla anlatmam mümkün değil. Tıpkı, Avustralya Açık’a giderken tramvayda vatmanın ‘Baylar, bayanlar. Az önce yedi kez Wimbledon şampiyonu Todd Woodbridge aranızdaydı. O da sizin gibi Yarra Trams ile turnuvaya gidiyor’ anonsunu duyduğumda hissettiklerimi anlatamayacağım gibi. -Şevket Furkan Erbay

Sahadaki Teferruat

Eski ünlü Boca Juniors tribün lideri Rafael Di Zeo bir keresinde Boca Juniors tribünleri için “La Doce holiganizmin Harvard’ıdır. Avrupa’dan gelirler ve işi burada öğrenirler” demişti. Arjantin’de farklı birçok stadyumda, defalarca maç izledim. Superclasico için bu sefer biletim River Plate’in ünlü tribün grubu Los Borrachos Del Tablon’un oradan. Yani bir nevi Yale’de 90 dakikalık hızlı eğitim. Her yaştan, her gelir grubundan insan var stadın etrafında. Maç bileti için günlerce öncesinden stat etrafında sabahlayanlar, son dakika biletin en az on katını ödemeye hazır insanlar... Onların da tek bir amacı var, tıpkı sahada oynayanlar gibi: bu maçı yerinde izleyerek tarihe geçmek. Takımlar sahaya çıkmadan hemen önce Los Borrachos Del Tablon, diğer üç tribünün kendilerine yaptığı tezahüratla kale arkasındaki yerini alıyor. Artık sahne onların. Her biri birkaç metre yükseklikteki sette ayakta duruyorlar. Birçoğunun yüzü tribüne doğru dönük, kimse onlarla göz göze gelmek istemiyor. Bunun da tek bir yolu var. Kendinden geçercesine tezahürat yapmak! Ve işte karşı kale arkasındaki Boca Juniors’un ünlü taraftar grubu La Doce de yerini alıyor. Onların yerini almasıyla River Plate’li taraftarlar Boca’lılara küfürlü hoşgeldiniz tezahüratlarına başlayıp balonlara bağladıkları şişme domuzları havaya uçuruyor. Boca Juniors’luların buna cevabı ellerindeki kağıtları yakıp hemen alt tribündeki River taraftarlarına atmak oluyor. Futbol terörüne bugüne kadar üçyüze yakın kurban veren Arjantin futbolu için gayet olağan hadiseler. Bu hengâmede maçın bir süre geç başlamasına sebep olacak konfeti yağmuru başlıyor. Sahada oynanan oyun, bütün ülkenin tansiyonunu haftalarca en yukarıda tutan rekabetin yanında gerçekten teferruat olarak kalıyor. Maç bitiminde metroya üç kuşak River Plate taraftarı bir aile ile birlikte biniyoruz. Gururlu ailenin sevincini uzaktan izliyoruz. Üç kuşağın en küçüğü nefes almadan dedesine bir şeyler anlatıyor ve yerden zıplayıp yanağına okkalı bir öpücük konduruyor. Kaş göz işaretleri ile anlaştığımız baba merakımızı gideriyor: “Oğlum kendisini River Plate taraftarı yaptığı için dedesine teşekkür etti!”. Futbolda kazanmak kadar kaybetmenin de, sevinçler kadar hezeyanların da olduğunu bilen bizim yaştakiler birbirine bakıp gülümsüyor. -Emre Atasoy

Schumacher'in Evi

Formula 1 anlatıcısı olarak tüm şampiyonayı pistlere giderek yerinden anlattığım dört sezonda, şahit olduğum en etkileyici olay 2006 İtalya GP’sinde yaşandı. O yarışa lider gelen Renault takımının aylardır kullandığı bir süspansiyon sistemi, aniden yasaklanmıştı. Gergin başlayan hafta sonunda, Schumacher’in Ferrari’de emekliliğini açıklamasına ve 2007’de Raikkonen’in onun yerine oturacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Yapılması beklenen bu anons da, padoku zaten germişti. Cumartesi günü sıralama turlarında, Renault’dan Alonso’nun, 100 metre kadar gerisinden gelen Ferrari’den Massa’yı engellediği gerekçesiyle, en iyi üç derecesinin silinmesi ve İspanyol pilotun beşincilikten onunculuğa gerilemesi, ortamı daha da gerdi. Ben de bu cezanın haksız olduğunu düşünüyordum. Pazar sabahı Alonso padok girişinde ‘Bana göre F1 artık spor değil’ açıklamasını yaparken; Renault mekanikerleri dünyaya yapılan canlı yayına Ferrari International Assistance (Ferrari’ye Uluslararası Yardım) şeklinde modifiye edilmiş FIA logosunu gösterdi. Renault kampı, sporun yönetici federasyonu FIA’yı; Ferrari adına manipülasyon yapmakla suçluyordu. Schumacher ve Ferrari’nin, İtalya’da, tutkulu 100 bin Ferrari taraftarı Tifosi’nin önünde bu yarışı kazanıp puan farkını kapaması lazımdı. Aksi bir sonuç, şampiyonluk umutlarının belki de tükenmesine neden olacaktı. Kısacası Ferrari de gergindi. Atmosfer o kadar ağırdı, Ferrari ve Renault öylesine karşı karşıya gelmişti ve herkes o kadar gergindi ki; resmen yayına da gerilmiş bir şekilde çıktım. Yarışa başlarken Alonso, Schumacher’in sekiz puan (bir ikincilik kadar) farkla önündeydi. Son on tura girilirken Schumacher liderdi, ama Alonso üçüncülüğe kadar çıkmıştı. Tam önümüzde de seyirciler vardı. Birden bir hareketlilik yaşandı ve önümdeki seyirciler ayağa fırlayıp bağırmaya başladı. Ben de ne olduğunu anlamak için ayağa kalktığımda yoğun bir duman gördüm. Birkaç saniye içinde de canlı yayına, Alonso’nun dumanlar çıkartarak patlayan motoru geldi. Pistteki bütün seyirciler, sanki İtalya Dünya Kupası’nda gol atmış gibi çıldırmıştı. Herkes bağırıyor, çağırıyor, zıplıyor, Alonso’ya hareket çekiyordu. Neticede Schumacher yarışı kazandı, yüz binin üstünde taraftarın önünde İtalya’daki son zaferini kutladı ve şampiyonada liderliğe yükseldi. Yarış sonu basın toplantısında da, bir dönemin sonunun geldiğini, sene sonunda emekliye ayrılacağını açıkladı gözyaşlarını tutamayarak. -Serhan Acar

Bira, Yer Fıstığı ve Güneşin Tadı

Beyzbol lanetlerle malul bir oyun. Bambino’dan Rodriguez’e uzanan lanetler kumkuması... Peki oyunun batıl dünyası bununla mı sınırlı? Yankees Stadyumu’ndayız. Yanımda iki genç hararetle içiyorlar biralarını. Önce bitirenin takımı kazanacak. Senelerdir böyleymiş! Arkamdaki Meksikalı’nın salvoları kulağımda: “Kahretsin!” diyor, “Patrick’in fıstığı bitmiş. Var bir uğursuzluk…” Meğer her maç ondan alırmış fıstığını. Senelerdir böyleymiş! Papa John’s’ta pizza kuyruğundaki Çinli teyze, ‘Tanrı Amerika’yı Korusun’ çalmaya başladığı an sırasını terk edip tribüne koşuyor. Eli göğsünde selamlıyor dev ekrandaki Amerikan bayrağını. Yankees, Red Sox, Nike, Adidas... Tüm şapkalar başlardan çıkıyor bayrak yükseldiği vakit... Red Sox’un ilk sayısından sonra yaşlı bir teyze formasını çıkarıp tersten giydiği an bir defa daha anlıyorum: Talihini tersine giyen insanların geldiği ülke burası. Bense bir yerleşik yabancıyım. On aydır Amerika’dayım. Yüzler yabancı, sohbetler yabancı, tribün yabancı. Rekabetin hırçınlığı yok; biralarını tokuşturan rakip taraftarlar var burada. Erilliğin yakıcı dili yok; güneşli bir hafta sonu, aile eğlentisi var burada. Sesini kaybedene değin tezahürat eden taraftar yok; kendini stat ekranında görebilmek için tepinen insanlar var burada. Marşların, sunturlu küfürlerin kolektif deneyimi de yok. Lanetin de uğurun da bireyselliği burada. -Sevecen Tunç

Son Beyaz Adam

Tarih, kimilerine kıyamet, kimilerine de saadet getirir. ABD Başkanı Jimmy Carter’ın 1979’da Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği’ne karşı 1980 Moskova Olimpiyat Oyunları’nı boykot etme çağrısı, Olimpik Hareket üzerinde travma yarattı. Katılan ülke sayısı 80’e düştü. Carter’ın boykot çağrısına Türkiye de -hükümet kararıyla- katılan ülkelerden biriydi. İngiltere ve Avustralya, ABD’yi desteklediler. Ancak oyunlara katılıp katılmama kararını sporcular ve federasyonlara bıraktılar. Margaret Thatcher, desteğini pekiştirmek için kamu görevlisi sporcuları Moskova’ya göndermeme kararı aldı. 25 Temmuz 1980, işte o tartışmalı boykot kararından bir kahraman çıkardı. Kahramanın adı, Alan Wells’ti. Wells, gemi inşa mühendisiydi. Üniversite yıllarında uluslararası yarışlara katılmaya başlamıştı. En büyük yardımcısı ise eşi Margot oldu. 100 metre finalinin koşulacağı o sıcak ve nemli Moskova akşamında karı-koca Wells’ler büyük bir sınavla karşı karşıya idiler. Alan Wells, ocak ayının sonlarına doğru antrenmanlara başlamış ve kısa sürede form kazanmıştı ama madalya için bu yeterli miydi? Hele yılın en iyi derecesini yapan Kübalı Silvio Leonard, Polonyalı Marian Voronin ve Doğu Alman Eugene Ray ve Sovyet Alexandr Aksinin’e karşı açıkça zorlanacağını biliyordu. Lenin (bugünkü adı Luzniki) Stadı’nın basın tribününde Kahraman Bapçum, Hıncal Uluç, Ertuğrul Akbay, merhum ağabeylerimiz Doğan Koloğlu, Vural Saygılı ve diğer arkadaşlarla bu ‘öksüz’ finalini kimin kazanacağını tartışıyorduk. Üç adım atlama finalleri devam ederken Moskovalılar, orada altın bekledikleri Saneev’e “Haydi rekor, rekor, rekor!” tezahüratı yapıyordu. İlk fırlayanlar, Sovyet Aksinin ve Kübalı Lara Canizares’ti. Lara 60. metrede geriye koşarcasına koptu. Sivio Leonard ile Alan Wells omuz omuza korkunç bir çekişme sergilediler. Göz açıp kapayana kadar biten yarışı son 7 metrede inanılmaz kol ve omuz hamleleriyle öne çıkan Wells kazandı. Leonard aynı zamanda (10.25) ortak olup gümüşü aldı. Bu yarıştan aklımda kalan “C’mon Alan! C’mon Dear!” sesiydi. Margot Wells, sevgili eşini finişe böyle çağırdı. Sonra da öpücüklere boğdu. 1928’de Ateş Arabaları (1971) filmine ilham veren Harold Abrahams’dan sonra Büyük Britanya ikinci altın madalyayı kazanıyordu, biir... Stanley Floyd, Mel Lattany, Carl Lewis ve Harvey Glance gibi devleri de geride bıraktı, ikiii... O, olimpiyat tarihinin ‘son beyaz şampiyonu’ydu, üüüç! -Attila Gökçe

Masala Tanıklık Etmek

Deliliği “Aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuçlar beklemek” şeklinde tanımlayanlar var. Bu açıdan spor başlı başına deli işi. Gerçi bu tanımda da ciddi sorunlar var ama sonuçta sürekli aynı oyunu oynayıp farklı sonuçlar elde ediyoruz. Büyüsü de burada galiba. Her bir karşılaşma yepyeni benzersiz deneyimler ve sonuçlar doğuruyor. Bir maçı yerinde takip etmek ise tarihe tanıklık etme fırsatı veriyor izleyenlere. Yüzlerce maç izlersiniz belki ama aralarından 2-3 tanesi size yıllar yıllar sonra bile dost meclisinde anlatacağınız muhteşem bir hikâye verir. Ve “Oradaydım” dersiniz. Bu 2-3 hikâyenin değerini tanık olunan olayın tarihteki önemi ve olağandışılığı verir. Ben 2013 final serisi 6. maçında salondaydım. Miami’de American Airlines Arena’nın 7. katında, tribünden bozma bir canlı yayın anlatım istasyonunda. Solumda Japon televizyonu, sağımda merdiven. Aslında bayağı uzaktık parkeye. Maçın önemli bölümünü de önümüzdeki monitörden izledik ama oradaydım. Ve maalesef bu hayatımda seyrettiğim yüzlerce belki binlerce maç arasında en özel olanını anlatmama imkân yok. Güçlü olduğuna inandığım hafızama da pek bir şey kazınmamış ilginçtir ki. Bundan 17 yıl önceki Efes-Teamsystem maçını veya 92’deki Partizan-Joventut maçında olanları çok daha net hatırlarken sadece iki sene önce olan bir karşılaşma zihnimde hayal meyal resimler halinde. “Neyse ki Youtube var” diyeceğim ama açıp tekrar izlemeye korkuyorum. Nesini anlatayım ki o maçın? Mike Miller’ın ayakkabısı çıktıktan sonra attığı üçlüğü mü? Çok pasif görünen LeBron James’in saç bandı çıktıktan sonra delirmesini mi? Vasat bir maç çıkaran Ginobili’nin son çeyreği sırtlayıp, maç sonuna iki akılalmaz top kaybı sıkıştırmasını mı? Seride yokları oynayan, özgüveni yerle bir olmuş Tiago Splitter’ın Miami tam oyuna hakimken son çeyrek başında attığı iki basketle her şeyi değiştirmesini mi? Popovich’in o görkemli kariyerindeki en akılalmaz hatayı yapıp son 30 saniyede 3 kere fırsat gelmesine karşın Tim Duncan’ı oyuna almayarak kaptırdığı 2 hücum ribaundunu mu? Harika oynayan Kawhi Leonard’ın maçı bitirecek serbest atışlarda çizgide 2’de 1’de kalması ve farkın 4 değil, 3’te kalmasını mı? Son topta fark 3’ken taktik faul yapmamayı mı? Miami seyircisinin çoktan maçtan ümit kesip çıkışlara gitmesini, tekrar giriş yapmak yasak olduğu için maçın dönme ihtimali belirince otoparktan dönenlerin kapıları yumruklamasını mı? Nesini anlatayım? En iyisi “Ray Allen müthiş bir üçlük soktu, maçı uzatmaya götürdü. NBA tarihinin en çok üçlük atan adamı, obsesif kompulsif bir tekrar manyağı olduğu için geri geri adım atarken ayaklarına hiç bakmadığı halde üç sayının gerisine ama dış çizginin içine gitti ve uzatmayı getiren şutu soktu” diyeyim yeter. Yeter çünkü bu aşırı doz oluyor. Tanıklık ettiğim şey tarih olamayacak kadar inanılması güç durumu aynı anda içinde barındırıyordu. O yüzden hayal meyal hatırlıyorum. Belki spor gerçekten deliliktir, bilemiyorum. O maçın gerçek olduğuna bile inanamıyorum. Ve ben o maçı televizyonları başında izleyenlere anlatmaya çalışıyordum. Sonra hiç dinlemedim ne dediğimi. Muhtemelen deli saçmasıdır. Çünkü gerçekten delirdim ben o 53 dakikalık maçta. -Kaan Kural

Hayal Perdesi

İtalya Bisiklet Turu organizatörleri 2009’da ekstra bir heyecan içindeydi. Nasıl olmasınlar? 4 yıldır bisikletten uzak kalan ‘Patron’ lakaplı Lance Armstrong, geri dönüyordu ve kariyerinde ilk defa Giro’da yarışacaktı. İtalyanların bisiklet izleme kültürü bambaşkadır. Onlar için, bisikletçiler o toprakların evladıdır. Ya ‘bizim mahallenin bambino’su’ ya da ‘aşağı köyün chicco’sudur. Hem 9 Mayıs’ta start alacak olan Giro’yu izlemek hem de Lance’i izlemek için aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Patron mart sonu Castilla-Leon’da da bir görüneyim derken, kaderin domino taşı, ona bir köprücük kemiği kırığı armağan etti. Lance, hüsranla evine dönerken biz de kahrederek köşemize döndük. 5 haftalık bir sürede o kemiğin düzelmesine imkân-ihtimal yoktu. Lakin bir mucize oldu. Lance iyileştiğini ve Giro’ya katılacağını duyurdu. E doğal olarak biz de ver elini İtalya. Venedik tren istasyonunun önünde Veronalı Damiano Cunego hayranlarıyla karşılaştık. Genç yaşta, bu spora parlak bir giriş yapan ‘Küçük Prens’ maalesef zaman içinde kendinden bekleneni verememiş, Yeşilçam’ın çocuk yıldızlarına benzeyen bir kariyeri olmuştu. Ama buna rağmen hemşehrileri onu yalnız bırakmamış, Cunego bayraklarıyla arz-ı endam etmişlerdi. Giro brüt olarak 100 yaşındaydı. 1909’da başlamış ama iki dünya savaşı boyunca toplamda 9 yıl yapılamamıştı. Savaş denen musibetten midir nedir, birçok binanın üstünde Pace (Barış) yazan bayraklar asılıydı. 9 Mayıs’ta podyuma çıktı Lance. Köprücük kemiğinden doğmuş bir Zümrüdüanka kadar kendine güvenliydi. O çıkana kadar mutedil takılan, “işlerini yapan” medya mensupları bir anda Cevat Kelle’ye evrildiler. Oysa az önce gümüşi saçlarıyla eski efsane Francesco Moser, Big Mig lakabıyla Miguel Indurain, olimpiyat ve dünya şampiyonu Bettini bir adım ötede duruyorlardı. Lance sadece bedeniyle gelmemiş, bir kampanyayla mevzuya dahil olmuştu. Bisiklet sponsoru Trek ile bir grup sanatçıya yaptırılan bisikletlere biniyordu. Milan-San Remo’da ünlü tasarımcı Kaws’ın bisikletiyle yarışmıştı zaten. Lido’da sahneye Kenny Scharf’ın Time Trial bisikletiyle çıktı. Ertesi günkü etaplarda Shaperd Fairy’nin (ki kendisi Obama’nın seçim afişlerini yapan OBEY’in ta kendisidir) bisikletiyle yolları kat etti. Fransa Turu’nda bu bisikletlere Marc Newson’un rüya makinesi, Yoshitomo Nara’nın anime karakterleri ve Paris’te Damien Hirst’ün kelebekli-masalsı oyuncağıyla aşık atıyordu. Ve bu bisikletlerin tamamında rakamla 1274 yazıyordu. Bu, ‘Patron’un yarışlara ara verdiği gün sayısını temsil ediyordu. Bazı bisiklet otoriterleri Lance için sonun başlangıcı olarak 2009 Giro’ya işaret ederler. Eğer geri dönmeseydi belki de başına bunlar gelmeyecekti derler. Onu bilmiyorum ama, kariyerinin başından beri izlediğim bu adam bana bir gölge oyunu karakteri gibi görünmüştür. Kendi iplerini kendi elinde tutan güçlü bir karakter. Bisiklet de onun hayal perdesi. -Aydan Çelik

Karelin'in Eli

Karşımızda bir dev vardı. 1.90’ın üzerinde bir boy ve enlemesine Edirne’den Ardahan’a uzanan bir adam. Ona bile bol gelen bir kot pantolonun içinde medya mensuplarının ellerini sıktı. Ellerimiz, onun kimbilir kaç numara ellerinin içinde küçük birer ayrıntı gibiydi. Alexander Karelin 1 gün önce tarihi bir yenilgi almıştı ama hâlâ gururlu hâlâ dimdikti. Henüz 30’uma gelmemiştim. Sidney’e meslek yaşamımdaki ilk olimpiyatı izlemeye gittiğimdeki heyecanı anlatmaya gerek yok aslında. Şehrin merkezinde güreş müsabakalarının yapılmakta olduğu salona geldiğimde içim kıpır kıpırdı. O gün Hamza Yerlikaya’nın finali vardı. Ama tarihe geçmesi beklenen karşılaşma 130 kilodaydı. Karelin, Rulon Gardner’a karşı! Karelin grekoromen ağırda 1988, 1992 ve 1996 Olimpiyat Şampiyonu’ydu. ‘Sibirya Ayısı’ lakaplı güreşçi yere bile düşmüyordu. Sanki bunu göz önüne alan Uluslararası Güreş Birliği (FILA) akıllara zarar bir kural değişikliğine gitmişti: Devre 0-0 biterse iki güreşçinin elleri bağlanıyor, eli çözülen puanı kaybediyordu. Gardner, 28 yaşına kadar büyük başarıların uzağında kalmış bir güreşçiydi. Belki de fazlasıyla Rocky filmi seyrettiğinden rakibini Ivan Drago haline getirmişti gözünde. Kulislerde hazırlık döneminde memleketi Wisconsin’de büyük sığırları iterek Karelin maçı provası yaptığı söyleniyordu. Dostoyevski hayranı ve parlamento üyesi Karelin’e dördüncü altını vermek için Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch ve kankası Bilderberg Prensi Henry Kissinger, basın tribününden görebileceğimiz koltuklarına oturmuşlardı. Maçın ilk devresi beklendiği gibi geçti. Gardner, ilk saniyeden itibaren penaltıları bekliyor gibiydi. Onun penaltıları ikinci devrenin başıydı. Biliyordu ki Karelin yere düşmeyecekti. Tek şansı kendisinin de ayakta kalabilmesiydi. Bu gerilimli bekleyiş, Amerikalının istediği gibi sonuçlandı. Devre 0-0 bitmiş ama sempati Karelin’in tarafına geçmişti. İkinci yarı eller bağlanarak başladı. Gardner ittiği sığırların faydasını görüyordu. Bir anda eller çözüldü. Hakemler birbirlerine bakıyordu. Kimse bir taraf lehine karar veremiyordu. Ellerini kim çözmüştü? Hakemler, video başına gittiler. Yaklaşık 1,5 dakika boyunca pozisyonu incelediler. Verecekleri kararın büyük ihtimalle şampiyonu belirleyeceğinin farkındaydılar. Biraz da istemeyerek puanı Gardner’a verdiklerinde altının nereye gittiği aşağı yukarı belli olmuştu. 1-0’ı korudu Gardner. Bizler hüznümüzü bir saat sonra Hamza’nın kazandığı altın madalyayla attık. Dört yıl sonra Atina’da güreş maçlarının yapıldığı salonda Rulon Gardner’la karşılaştığımda ellerimi uzattım. Ama galiba içimde Karelin’in elimi sıktığı andan daha farklı duygular vardı. Negatif elektrik, Gardner’ın ellerine yayıldı. Sonuç mu? Amerikalı, bronzla yetindi! -Mert Aydın

Socrates Dergi