Kahramanın 1001 Yüzü

12 dk

Messi mi, Maradona mı? 2018 Dünya Kupası’nda her Arjantin maçı yine dönüp dolaşıp aynı referanduma dönecek. Biz de bir bilene, İngiliz gazeteci Jonathan Wilson’a sorduk...

Kirli Yüzlü Melekler. Jonathan Wilson’ın Arjantin futbol tarihi üzerine yazdığı ve yakın zamanda İthaki Yayınları tarafından dilimize çevrilen kitap, bu adı taşıyordu. Dünya Kupası öncesi yoğun mesaisi arasında telefonda yakaladığımız ünlü gazeteci hem kitaptan hem de yakın dönem tartışmaları üzerinden bize Messi’yi ve Tangocular’ı anlattı. Sözü artık kendisine bırakalım...

Çoğu zaman futbolla başka şeyler arasında bağlantı kurmak adına ülkelerin ulusal karakterlerini basitleştiriyoruz. Genelde de bu bağlantıların içerisine çok şey koyuyoruz. Fakat yine de Arjantin söz konusu olduğunda çok direkt bir bağlantı olduğunu söyleyebilirim. Neden? Çünkü Arjantin genç bir ülke ve temelinde buraya göçen Avrupalıların etkisi büyük. 20. yüzyılın başlarında “Arjantinli olmak ne demektir?” çok tartışılan bir soruydu. Çünkü bu insanların hiçbir ortak noktası yoktu; farklı kültürlerden, arka planlardan geliyorlardı. Ama kısa sürede bir gerçeğin farkına vardılar. Hepsi Arjantin Milli Takımı’nda birleşti. Milli takım ulusal karakterin en büyük karşılığına dönüştü.

Kimlik arayışı sırasında Arjantinli şair Leopold Lugones’in verdiği çok önemli dersler vardı. Lugones, 1913 yılında “İdeal Arjantinli tipi gaucho’dur” demiş ve şöyle devam etmişti: “Gaucho, ulus bilincimizin oluşması sırasında ülkenin en gerçek aktörüydü… Biz de onu yürekten atamız olarak kabul eder, pampa rüzgârları otlar arasında fısıldadığında şarkılarının bir yankısını duyduğumuza inanırız.” Arjantin edebiyatının ilk büyük eseri de bir anlamda kovboyları andıran gaucho karakteri üzerineydi. Fakat 1920’lerle birlikte Arjantin değişti, hayat kırsal toplumdan metropollere taşındı. Endüstriyelleşme arttı. Artık daha ulaşılabilir kahramanlara ihtiyaç vardı. Gaucho’ların işgal ettiği alan daha sonra futbolcular tarafından doldurulmuştu.

1920’lerde bu kimlik sorunu dönemin etkili futbol dergisi El Grafico’ya taşınmıştı. Uruguaylı genel yayın yönetmeni Borocoto, Anglosakson etkisine karşı Latin futbol ruhunu meydana getiren bireyselliği öne çıkarıyordu. 1928’de, top sürmeyi icat eden isimsiz oyuncu adına bir heykel dikilmesini önermişti: ‘‘Kirli yüzlü, tarağa isyan eden yeleleri, zeki, fıldır fıldır, oyuncu, kandırıcı gözleriyle ve bir gün öncenin bayat ekmeklerini yemekten çürümüş küçük dişlerle dolu ağzına oturtmayı beceremediği serseri gülüşü ima eden ışıltılı bakışıyla bir pibe.”

Arjantinlilerin uzun süre Lionel Messi’nin kimliğini sorgulamasının temelinde bu vardı. Eskiden onu kendilerinden görmüyorlardı çünkü Messi, bir pibe değil. Takım arkadaşlarından Carlos Tevez, arka planıyla ve fakir bir aileden gelişiyle bu kültürü daha çok temsil ediyor. Tevez alt sınıfları temsil ederken Messi, yetiştirilişi gereği hep orta sınıfın üyesi olarak lanse edildi. Ailesi fantastik evlerde oturmuyordu, müthiş arabaları yoktu ama konfor sahibiydiler. Babası bir fabrikada yöneticiydi. Messi’de Maradona ya da Tevez gibi pibe görünüşü de yoktu. 13 yaşında Arjantin’i terk edip Barcelona’ya gitmesi ve maçlarda milli marş söyleme konusu da bu tartışmaları körükledi. Birçokları şunu soruyordu: O bir İspanyol mu, yoksa bizden biri mi? Bir yandan da elbette haksız tartışmalardı bunlar. Çünkü aksanına kulak verdiğinizde evine özgü Rosario aksanını işitebiliyorsunuz; favori yemeği annesinin yaptığı domates ve peynirli milanesas, en sevdiği aktör Ricardo Darin, favori müzikleri, kültürel tercihleri… Hepsi kökenlerinden izler taşıyor. Bana göre asıl ilginç olan şey, İspanya’da geçirdiği yaklaşık yirmi yıldan sonra Messi’nin hâlâ bir Arjantinli gibi yaşaması. Bu yüzden insanlar da sonunda onun ülkesini gerçekten umursadığını, eviyle ilgilendiğini anladı. En sonunda...

Diğer yandan “Messi hiç Dünya Kupası kazanamadı” eleştirileri… Bu çok saçma. Dünya Kupası dört senede bir düzenleniyor, en fazla yedi maç oynuyorsunuz ve şanslıysanız kupaya uzanıyorsunuz. Dört sene önceki finali anımsayın; eğer Gonzalo Higuain o golü kaçırmasa Arjantin dünya şampiyonu olacaktı. O şampiyonluk gelse Messi daha iyi bir oyuncu mu olacaktı? Hayır. Ya da Manuel Neuer, Higuain’e yaptığı sert hareketten ötürü atılsa Messi daha iyi bir oyuncu mu olacaktı? Hayır, hiçbir şey değişmeyecekti. Maradona-Messi kıyaslamalarının anlamlı olmayan birçok yönü var bu yüzden. Ama meseleye iki noktadan bakılabilir. Birincisi, beceri. İkisini yetenek anlamda karşılaştırabilir ve Maradona’nın daha iyi olduğunu söyleyebilirsiniz. Ha, bana göre yetenek bakımından ikisinin hemen hemen farkı yok, muazzam oyuncular, o ayrı. İkinci olarak kupalara bakacaksanız rahatlıkla şunu söyleyebilirsiniz: Messi, Maradona’ya göre çok daha fazla şey kazandı. Maradona, Dünya Kupası aldı ama kulüp kariyerinde çok şey kazanamadı. Messi, 13-14 sezondur Avrupa’da üst düzey performans gösteriyor. Maradona bu kadar uzun soluklu olamadı. Üst düzey oynadığı sezonları azdı.

Öte yandan, Messi’nin hiç kötü alışkanlıkları olmadı, doping cezası almadı, kariyerinin belli kısımlarını harcamadı. Kısacası bu karşılaştırmaya farklı yönlerden bakılabilir ve farklı sonuçlara ulaşılabilir. O yüzden sadece “Messi hiç Dünya Kupası kazanamadı” diyerek bu kıyası yapmak bana çok anlamsız geliyor. Çünkü Maradona’nın da kazanamadığı birçok şey var. Onun da açıkçası birçok yanlışı var...

Bu kıyaslamalarda sarf edilen “1986 takımı bugünkünden çok daha zayıf” fikrine de katılmıyorum. Evet, bugünkü takım hücumda çok daha etkili ayaklara sahip olabilir lakin 1986’daki Arjantin, savunma ve orta saha açısından daha iyiydi. Orta sahaları çok top kazanırdı ve harika pasörleri sayesinde bunu akıllıca dağıtırlardı. Oscar Ruggeri’yi hatırlayın… Nicolas Otamendi’yi ona benzetenler var ama Ruggeri gibisinin olmadığına inanıyorum. Belki bugünkü kadrodan Sergio Agüero’nun Jorge Valdano’dan daha iyi olduğunu öne sürebilirsiniz veya Jorge Burruchaga ile kıyaslayacağınız adamlar olabilir ama genel anlamda o kadronun savunması ve orta sahası bugünkünden milyon kere daha iyiydi. Ya da abartmayayım, on kere daha iyiydi.

Jorge Sampaoli, Messi’nin milli takımda çalıştığı en iyi teknik direktör. Maradona ve Batista her anlamda iyi antrenör değildi. Sabella kötüydü, Martino da öyleydi, Bauza ufak detaylar konusunda maharetliydi ama büyük resimde başarısızdı. Sampoli’nin sorunu ise şu: Güzel, farklı, agresif bir sistemi var ama onun felsefesi hızlı ve akıllı savunmacılara ihtiyaç duyuyor. Arjantin şu an bunlara sahip değil. Kulüp takımlarında işler çok daha farklı işliyor. Mesela Pep Guardiola, Manchester City’de ilk sezonunda böyle bir hamle yaptı. Savunmacıları yaşlı ve yavaştı, yerlerine Danilo, Kyle Walker gibi hızlı yeteneklere yöneldi. Sampaoli bunu yapamaz zira milli takımda elinizdekilerle yetinmek zorundasınız. Diğer yandan, herkes Messi’nin bu takımdaki sessiz liderliğinden bahsediyor. Oysa o kadar da sessiz bir karakter değil. Nijerya’ya kaybedilen hazırlık maçından sonra Sampaoli, basına “Belki de dizilişimizi değiştirmeli, 3-4-3 oynamalıyız” demişti. Messi buna karşı çıktı. Çünkü 3-4-3 formasyonu içerisinde kendisini çok sınırlandırılmış hissediyor.

Aslında insanlar Messi’nin ne kadar büyük taktiksel zekâya sahip olduğunu bazen unutuyor. Mesela bu seneki Chelsea maçına bakın... İlk dakikalarda bir gol attı ve sonra 10 dakika boyunca bir şey yapmadan oyunu seyretti. Onun için futbol, genelde 80 dakikalık bir oyun; başlarda, süresini rakip takımı ve formasyonu inceleyerek geçirebiliyor. Messi’nin dehasının bir kısmı da burada yatıyor. Mesela gençken, 2006’da bir turnuvada onun otel odasına gitme şansı buldum. Televizyonda bir maç açıktı ve onu dikkatle izliyordu. Hangi takımların karşı karşıya geldiğini sordum, “Bilmiyorum” dedi. Ben de “O zaman niye izliyorsun?” diye sordum. Şöyle açıkladı: “İyi oyuncular sadece iyi maçları veya takımları izleyerek kendilerini geliştirebileceklerini sanıyor. Oysa sadece iyi takımları izleyerek bir şeyler öğrenemezsiniz.”

O yüzden Messi, her seviyede futbol maçı izlemeyi tercih ediyor; çünkü bu sayede alan bulmayı, kötü takımların kilidini açmayı, zayıf rakiplere karşı hücum etmeyi öğreniyor. Messi’nin oyunu böylesine etkilemesinin kaynağını da buradan çıkarabilirsiniz. O, oyunu etkileyebiliyor çünkü her şeyden önce oyunu çok iyi anlıyor.

Bir roman kaleme alırken veya senaryo yazarken öykünün temeline bir karakter koyarsınız. Diyelim ki bu karaktere bütün iyi özellikleri yerleştirdiniz. Yine de sıkıcı olabilir, okuyucunun ilgisini çekmeyebilir. O yüzden, anında ona bir zorluk yaratırsınız; güçlüklerle baş etmesini, engellere meydan okumasını istersiniz. Maradona’nın mirasını bu kadar büyüleyici hâle getiren de zorluklar. 1986’da turnuvayı kazanırken sadece rakiplerine meydan okumadı; sakatlığını atlattı, bağımlılıklarla, sorunlarla, başka bir sürü meseleyle uğraştı ve sonunda kazandı.

Messi’nin Barcelona kariyeri ise bambaşka bir öykü. Orada en başından itibaren “Başarı, başarı, başarı” görüyorsunuz. Ve başarı bir noktadan sonra sıkıcıdır. O yüzden 2014 Dünya Kupası Finali’ni kaybetmesi belki de onun açısından iyi olmuştur. Zira finalde performansının zirvesinde değildi. Kazansaydı yine kimileri için çok da tatmin edici olmayabilirdi. Final sonrası en iyi oyuncu seçilse de yüzündeki çökmüş ifade bazı şeyleri anlatıyordu zaten. Lakin son dört yılda çok fazla şey yaşadı, mili takımı bırakıp geri gelmesi gibi… O yüzden eğer şimdi kazanırsa tam bir kahramanın dönüşü öyküsü olacak. Zorlukların üstesinden gelerek şampiyonluğa yürüyecek. Geçmişte böylesine dramatik bir çatı yoktu kariyerinde, artık var.

Socrates Dergi