Kalabalıkta Tek Başına

2 dk

John Frusciante, Kobe Bryant'ı andırıyor mu? Flea öyle olduğunu düşünüyor. Kulak kabartmakta fayda var.

“Birine karşı öfkeyle dolduğum ilk an, spor yaptığım son âna denk geliyor. Dokuz yaşındaydım, beyzbol oynuyordum. Antrenmandaydık ve karşımdaki insan gerçek bir aptaldı. Sahadan uzaklaşıp bir şeyler karaladım ve o insanın nasıl da ölmesi gerektiğini yazdım. Ardından eve dönüp 45 dakikalık bir kaset doldurdum.”

John Frusciante müziğe ve yazmaya böyle başladı. Dokuz yaşındaydı, her çocuk gibi sporla ilgiliydi, beyzbol oynuyordu. Nispeten küçük ve zayıf olduğu için diğer çocuklar tarafından hor görülüyordu. Bu yüzden onlardan uzaklaştı ve bir köşede ilk mektubunu kaleme aldı, başlığı ‘F.ck You To Jose’ idi. Takımın antrenörü, ilk satırlarının hedefi olmuştu.

Frusciante’nin spordan koptuğu an aşağı yukarı böyle. İlerleyen yıllarda, grup arkadaşları Flea ve Anthony Kiedis’in zorlamalarıyla gelişen Los Angeles Lakers taraftarlığını saymazsak tabii. Oysa hakkında kaleme alınmış bir yazıda, kendisi şöyle tanımlanıyor: “John Frusciante öyle kuvvetli reflekslere sahip ve öyle hünerli ki pekala büyük bir tenisçi olabilirdi. İçinde karşılıklı ve dinamik bir alışveriş barındıran her spor, onun için uygun bir alan gibi gözüküyor.”

Doğru ve eksik... Eklenmesi gereken şey ise tam olarak şu; o, bir grup içinde kendini var ederken bir o kadar yalnız ve başına buyruk ki hangi spora uygun olduğunu düşünürken aklınıza hemen bireysel olanlar geliyor, takım sporları değil. Evet, böylesi daha doğru olurdu.

John Frusciante harika bir takım arkadaşı; sadık, özverili, kendini geri plana koymayı dert etmeyen bir grup üyesi. Bunlar, yola çıktığından beri sahip olduğu özelliklerdi ama aynı zamanda özgür, başına buyruk ve kontrolü çabuk kaybedebilen bir ‘çocuk’tu. Hayatının bu denli iniş ve çıkışa sahne olmasının nedeni de tam olarak buydu. Sıfırdan başlayan bir hayatta önce şöhreti ve parayı, devamında uyuşturucuyu, neredeyse ölümü ve takiben dirilişi yaşadı, kolay değil... Çıkmasını bildiği çukurlara düşme sebebi ise basitti.

“Ben bir RHCP hayranıydım, onların müziği benim için büyük anlamlar ifade ediyordu. Ve kendimi bir anda, aniden grubun içinde buldum. Onlara uyum sağlamak için böyle bir yola girmiş olabilirim. Gruptakilerin çok çok uzun vadede edindikleri deneyimi, çok kısa bir zaman dilimine sığdırmaya çalıştım. Belki de hatam bu oldu.”

Muhtemelen... Halbuki tüm bu şöhret, onun için koca bir ‘hiç’ten ibaretti. Gözü döndüğünden değil de... Sadece, baş edememişti işte.

“Bu ‘rockstar’ işlerinden nefret ediyorum; imza vermekten, yüz kişilik bir kalabalığı yarıp sahneye çıkmaktan… İnsanların seni umursadığına inanmıyorum. Onların umursadığı; senin fotoğrafların, posterlerin ve imajın” diyordu.

Flea de bir röportajında, John’un belli yönleriyle kendisine Kobe Bryant’ı andırdığını söyleyecekti. Çıkış noktası neydi, bilmiyorum. Ama şu olabilir; Kobe de sıfırdan zirveye çıkmış, şöhreti taşımakta ilk etapta zorlanmış, tecavüz davalarından takım içi kavgalara uzanan kabarık bir dosya edinmiş ve devamında bir şekilde kendini basketbola vererek hayata dönmüş, nihayetinde de oyunun en iyilerinden birine dönüşmüştü. Bire bir değil ama birbirini andıran yollar aslında; biri basketbola, biri müziğe sarılan ve bu sayede hak ettiği yere ulaşan iki insan... Belki Frusciante’nin şöhretle ilişkisini Kobe’ye nazaran daha zayıf bulabilirsiniz ama Flea’nin buna da bir cevabı var:

“Evet, ancak ben Kobe’nin de şöhretle ilişkisini asla tam anlamıyla ‘konforlu’ bulmadım. Sosyal becerileri ile ün yapmayan biri olabilir ama asla kibirli ve soğuk değil. Bu daha çok, kendini rahat hissetmemekle alakalı. Politik doğruculuktan şaşmayan, mikrofona ne söylemesi gerektiğini bilen ve size kendinizi iyi hissettiren birçok oyuncu var ve büyük bölümü benim için ‘çöp’ değerinde, tıpkı politikacılar gibi. Hepsi bir yana, ben sosyal becerileri umursayan biri değilim. İşini ciddiye alan ve bunu layıkıyla yapan bir insan, benim için yeterince saygıyı hak ediyor.”

Haksız değil, hiç değil.

Socrates Dergi