socratesXreflect_alt

Kaptan

16 dk

Eda Erdem Dündar, Fenerbahçe’nin hem en önemli voleybolcularından hem de en büyük taraftarlarından… Sarı-Lacivertlilerin saha içindeki lideriyle konuştuk.

Genelde bunun aksini görürüz ama siz tesadüf eseri, özel bir ilgi duymadan voleybolla tanışmıştınız değil mi?

Hep uzun boylu bir çocuktum ama hiçbir zaman aklımda voleybolcu olmak yoktu. Kuzenlerim basketbolcuydu, ben de küçükken kendime en yakın spor olarak onu görüyordum. Amcam da Yıldırım Bosna Basketbol Kulübü’nün başkanını tanıyordu ve beni oraya götürecekti. Fakat idmana gideceğim ilk gün inanılmaz hastalandım. Annem de “Seni bu hâlde hayatta bırakmam!” dedi. O yüzden o gün basketbola gidemedim ama kısmet bambaşkaymış.

Bir gün dersteyken beden eğitimi öğretmenim beni çağırdı. Korktum, “Acaba ne yaptım?” diye düşündüm. Orada bir adam gördüm. O kişi benim ilk antrenörüm olacak, beni voleybolla tanıştıracak İsmail Şahin’di... Benim boyum o dönem 1.78’di, İsmail Abi ise benden kısaydı. İçimden “Bir voleybol antrenörü nasıl benden kısa olabilir?” diye geçiriyordum. Sonra o günün ardından voleybola başladım. Genç takım kariyerim esnasında da bunu bir mesleğe dönüştürebileceğimin fakına vardım çünkü birçok kişi gelecekte milli takım seviyesinde bir oyuncu olabileceğimi söylüyordu.

Tabii o dönem Beşiktaş'tasınız...

Evet, voleybola Beşiktaş’ta başladım ve bana kattıkları çok fazladır. Ancak bir noktada voleybol kariyerim için doğru olanı yapıp oradan ayrılmam gerekiyordu. Ben daha Beşiktaş’ta oynarken milli takım kampında röportaj veriyorduk. Orada tuttuğum takımı sorduklarında bile cevabım, “Ölümüne Fenerbahçe!” oluyordu. Kendimi bildim bileli taraftarı olduğum kulüpten teklif gelince de karar vermekte hiç zorlanmadım, zaten dünden hazır olduğum bir transferdi. Tabii sonrasında Beşiktaş taraftarı bana biraz isyan etti ama olması gereken buydu. Ben yıllardır kendimi evimde hissediyorum.

Peki taraftarı olduğunuz takımda, yıldız bir voleybolcudan ziyade kulüp için sembol bir isim hâline gelmek nasıl hissettiriyor?

Kulübün kapısından girdiğimde bir çocuktum, burada büyüdüm. Fenerbahçe’ye gelişim, kariyerimi şekillendiren şey oldu. Türkiye şampiyonlukları, CEV Şampiyonlar Ligi, Dünya Kulüpler Kupası, Türkiye Kupası... Kazanılabilecek her şeyi kazandık. Küçük bir çocuktan, madalyaları ve birincilikleri olan bir sporcuya dönüştüm. Kulübümün, taraftarımızın bunda etkisi çok fazla. Onlar da benim sahada akıttığım teri, mücadeleyi ve performansı görüyorlar ki hep iyi geri dönüşler aldım. Ne mutlu bana, eğer dediğiniz gibi bir sembol isim olabildiysem... Mesela şu anda, takımımla birlikte kariyerimin altın çağlarını yaşadığımı hissediyorum.

Kulübün kapısından girdiğiniz dönemin Fenerbahçe’nin voleyboldaki altın çağının başladığı günlere denk geldiğini söyleyebilir miyiz?

Transferim gerçekleştiğinde kulüp de müthiş bir ivmelenme içine giriyordu. Zaten Fenerbahçe, Galatasaray gibi taraftarı çok olan kulüplerden bahsederken dikkate almamız gereken bir şey var; başarı olduğu zaman ilgi de artar. Benden bir sene sonra dünyanın en iyilerinden biri, Ekaterina Gamova takıma katıldı. Sonra Ze Roberto bizi çalıştırmaya başladı. Avrupa’da, dünyada en iyi kimler varsa onlar transfer ediliyordu. Hepsi bir projenin parçasıydı. Basketbolun şimdilerde yaşadığı gibi bir şey düşünün; zirveye çıkıyorduk. O sıralar takımın bir parçası olmak harika bir deneyimdi. Taraftar, başarı, popülarite... Örnek aldığımız isimlerle de aynı takımda oynadık. Daha ne olsun!

Fenerbahçe’nin o yıllarda başlattığı yüksek bütçe trendi Türkiye’deki diğer büyük voleybol kulüplerini etkiledi mi?

Kesinlikle! Eczacıbaşı VitrA ve VakıfBank gibi rakiplerimizin yatırımları öyle yükseldi ki... Tabii biz aradan geçen yıllarda bütçeden ziyade takım olgusunun kazandığını da gösterme şansı bulduk. Mesela bu seneye bakalım; Eczacıbaşı’nın bütçesi bizden çok daha yüksekti ama şampiyon olmalarına yetmedi.

Eczacıbaşı demişken... İsterseniz geride kalan sezonu konuşmaya hayal kırıklığından başlayalım?

CEV Şampiyonlar Ligi çeyrek final ikinci maçından bahsedeceğiz değil mi? Onu hiç sorma, hâlâ çok buruğum. Şunu inanarak söylüyorum ki eğer Final Four’a biz gitseydik, kesinlikle şampiyon olurduk. Maalesef olmadı. Eczacıbaşı karşısında ilk maçı 3-2 kazanmıştık, ikinci maç da çok gitti geldi. Mesela dördüncü sette set sayısı bulduk, değerlendirmedik. Yine öne geçmek için birçok fırsat bulduk ama bunları teptik. Sanıyorum ki sebebi, tamam ya da devam maçını oynamanın stresiydi. Çünkü kimse gerekli performansı veremedi. Tabii rakibimizin hakkını da teslim edelim. Maja (Ognjenovic) takımını çok iyi oynattı o gün. Sonuç olarak ikinci maçı 3-1 kaybettik ve Avrupa defterini kapattık. Çok üzüldük ama neyse ki bir tesellimiz daha vardı.

“Cengiz Göllü en iyisiydi"

Çok büyük isimlerle çalıştım ama çalıştığım en iyi hocayı sorarsanız cevabım Cengiz Göllü olur. Allah rahmet eylesin, Cengiz Abi benim için bir tanedir. 2004 yazı, 16-17 yaşındaydım; Ankara’da milli takım bir turnuva oynuyordu, biz de onları izlemeye gittik. Cengiz Abi, aynı şu an sizle oturduğumuz gibi, otelde beni karşısında aldı. “Edacığım, bu sene seni A takımda ilk altı oynatacağım; sen ne kadar hata yaparsan yap, iyi oyna, kötü oyna fark etmez. Seni hiçbir zaman oyundan almayacağım. Ve sen de voleybolunu geliştirip sene sonu A milli olacaksın” dedi. Ben o sene çok iyi voleybol oynadım. Çok genç yaşımda sezonun en iyi blokörü seçildim ve akabinde A milli oldum. Şu zamanda bunları söyleyip faaliyete geçirebilecek seviyede bir antrenör göremiyorum. Artık kimsenin oyuncu yetiştirmek gibi bir derdi yok. Herkes, günü kurtarmanın peşinde.

Türkiye Ligi yarı finalindeki Eczacıbaşı VitrA maçlarına da zor bir psikoloji içinde çıkmış olmalısınız...

Aynı sezon içindeki ikinci Eczacıbaşı eşleşmesiydi. İlk maçta 3-0 yenildik, herkes “Nasıl olur?” diyordu. Zaten kısa süre önce Avrupa’da, yine aynı rakip karşısında havlu atmışız. Moraller iyi değildi yani. Kulüp, taraftarlar, bize inananlar... Üzerimizde baskı var, elenmemiz durumunda büyük üzüntü olacak. Şampiyonlar Ligi’ndeki maçta bizi en çok üzen şey, yapabileceğimizi bilirken yapamamış olmaktı. Peki bunun üstüne biz ne yaptık? İlk maçı kaybettikten sonra ertesi gün toparlandık, konuştuk. “Biz bu değiliz, bundan daha iyisiyiz” dedik. Birbirimize daha çok yardım etmeli, daha çok konuşmalı, hatalarımızı kapatmalı ve daha sıkı idman yapmalıydık. İkinci maçı kazanmak sadece bu yolla mümkün olurdu. Nitekim öyle de oldu. Sezonun ikinci tamam ya da devam maçına çıktık ve 3-1 aldık. Tabii daha bitmemişti çünkü altın set vardı.

O altın sete kariyerinizin en unutulmaz performansı diyebilir miyiz?

Aslında hatalar, hatalar ve hatalarla başladık. Benim turum çabuk döndü, dışarıdaydım. O esnada da Eczacıbaşı öne geçti. İçimden, “Bir an önce oyuna gireyim de takımıma yardımcı olayım” diyordum. Yoksa sezon bitecekti. O an yaşadığım duyguların karmaşıklığını anlatamam. En son baktığımda skor 13-7 olmuştu. Bizim sekiz, onların ise sadece iki sayıya ihtiyacı kalmıştı. Bu, gerçekten çok zor bir şeydir ama imkânsız değildir. Girdim sahaya, Allah da yardım etti. Orada blok, burada blok... Sonra defans yaptık, Ezgi iyi servis attı, Kim de topları öldürdü. O sekansta oynanan dokuz sayının sekiz tanesini aldık ve maç bizim oldu.

İnanılmaz bir geri dönüştü. Takım arkadaşlarıma da sorabilirsiniz bunu ama... Ben ilk kez böylesini gördüm. Umuyorum son olur, çünkü böyle bir stres ve gerginliği bir daha kaldıramam. Maç sonu duygularıma hâkim olamayıp hüngür hüngür ağlamışım. Sonra kendimi de izledim televizyondan. Kazanmak istiyorum, kazanmamız gerekiyor, altın set elden gitti gidecek! Orada maçı almak, o sevinç... Sonrasında da öyle güzel geri dönüşler aldım ki... Sokaktaki insanların, sosyal medyadakilerin destekleri çok fazlaydı. Mutlu ve gururluyum. İşimi severek ve Fenerbahçe için yaptığımı demek ki insanlar görüyor ve biliyor. Soruya gelecek olursak da o sete kesinlikle kariyerimin en özel performansı diyebilirim. Kaybetseydik, belki şu an bu röportajı bile yapmayacaktık.

Lig finalindeki rakibinizin VakıfBank’ı eleyen Galatasaray olacağını bilmek de ekstra bir baskı yarattı mı?

Yalan yok, Galatasaray’ın gelmesi bizi daha çok mutlu etti. Eğer voleybol anlamında bakarsak, VakıfBank’la final daha zorlu olabilirdi. Yıllardır büyük maçlarda karşılaştığımız bir takım ve onlar elenince epey şaşırdık. Final beş maç üzerinden oynanıyor, üç maçı kazanan şampiyon olacak! Galatasaray’a karşı maçları 3-0, 3-0, 3-0 aldık ama Vakıfbank gelse böyle olmazdı. O maçlar 3-2, 3-1 bitebilir ve çok yorucu bir hal alırdı.

Ancak bundan ötesi de var tabii. Bizden önce Galatasaray’ın finale çıkacağı zaten kesinleşmişti. O zaman dedik ki: “Fenerbahçe - Galatasaray finali olur mu? Yapar mıyız bunu?” Onun hayalini kurduk yani. Maç bitti, finale çıktık ve inanılmaz bir şey oldu. 59 yıl sonra ilk kez olan bir şey Fenerbahçe - Galatasaray finali. Hangi branşta oynanırsa oynasın, Türkiye’nin en büyük derbisi. İnanılmaz bir seyirci oluyor, hem televizyon başında hem de salonlarda. VakıfBank ve Eczacıbaşı ne olursa olsun size o atmosferi yaratamaz. Derbi heyecanı, keyfi başkadır. Şampiyon olmak ve bunu Galatasaray’ı yenerek yapmak... Çok keyifliydi.

"2020 için henüz plan yapmıyorum"

2012 Londra’da ilk defa olimpiyat oynadık, çok güzel günlerdi. Ankara’da beş maç üst üste galip gelmiş, inanılmaz bir şekilde Londra’ya gitmeye hak kazanmıştık. Kimleri yenmedik ki! Rusya, Hollanda, Polonya... Tabii biz orada, “Önümüzden Usain Bolt, Michael Phelps geçecek” diye düşünüyoruz. Dünyanın en iyileriyle, aynı köyde üç hafta. Mesela 2016 Rio’ya giden arkadaşlarım yemeklerin kötü olmasından, kaldıkları yerlerin temizliğinden çok yakındılar. Salon ve köy de çok uzakmış falan...

Londra hem organizasyon hem de voleybol anlamında kusursuzdu. Çok güçlü rakiplerle karşılaştık ama biz de çok güçlüydük. Grand Prix’de, Avrupa’da üçüncü olmuştuk. Biz olimpiyatlara kaldığımızda da insanlar zaten bunu bekliyordu. Orada da sanırım üçüncü maçtı, ayak bileğimi burkup sakatlandım ve iki maç oynayamadım. Ama bir Güney Kore maçımız vardı ki unutmam; 3-1 kazanmamıza rağmen gruptan çıkamamıştık. Ben de oynamıyordum, kenarda çok üzülmüştüm. Dört yıl sonra, Rio’ya gidememek de beni çok üzdü.

Artık önümüzde 2020 Tokyo var. Şimdi 30 yaşındayım, orada 33 yaşında oluyorum. O zaman voleybola devam ediyor olur muyum? Oynarsam da performansım nasıl olacak? İlerisi için bir şey söylemek çok zor, özel bir plan yapmıyorum. Şimdi Giovanni Guidetti milli takımın başına geldi. Takımı 2020’ye götürmek için hazırladığı bir proje var. Ben olur muyum bilmem ama ülke olarak orada olacağımızı düşünüyorum.

Maç sonu Galatasaraylı oyuncularla hep birlikte verdiğiniz fotoğrafa istinaden soruyorum... Voleybol, futbol ve basketbolun yanında ezeli rekabetin daha ‘sakin’ yaşandığı bir branş mı?

Kesinlikle öyle. Futbol ve basketboldan biraz daha farklı bizim durumumuz. Az önce dediğimiz gibi, yıllar sonra ilk kez finalde karşılaştık. Yani Galatasaray ile çok büyük bir voleybol mazimiz yok. O yüzden biz de hep beraber bir fotoğraf verdik maçlar bitince. Hepimiz için güzel bir anı olarak kaldı. Ben de ertesi gün sağda solda görünce memnun oldum. Sporun temelde kardeşlik ve dostluk olduğunu göstermişiz bence.

Kısa süre önce şampiyon bitirdiğiniz ligimizi, dünyadaki diğer rakipleri arasında nasıl konumlandırırsınız? Sizce en iyisi mi?

Bence en iyisi. Neden mi? Çünkü Avrupa ve Türkiye’nin en iyi oyuncuları Türkiye’de mücadele ediyor. Sadece Fenerbahçe, VakıfBank ve Eczacıbaşı değil... Galatasaray da yatırım yapıyor, Bursa Büyükşehir Belediye de yatırım yapmaya çalışıyor. İtalya, daha düşük bütçelerin ama yüksek mücadelenin olduğu bir lig. Savunma ve ralli sayısı çok fazla olduğu için de göze hoş gelebilir. Brezilya’da sadece iki-üç takım kuvvetli ve ligi de onlar domine ediyor. Rusya da aynı şekilde, zaten en iyi oyuncuları yurt dışında oynuyor. Türkiye’ye baktığımıza hem dünyanın hem de Türkiye’nin en iyi oyuncuları bir arada oynuyor. Zaten bizim yerel voleybol seviyemiz de çok iyi, yetenekli bir kadın voleybolu ekolüyüz. Bu iyi karışım sebebiyle, bizi ilk sıraya koyarım.

Tabii siz de yıllar içinde çok önemli yıldızlara kaptanlık yapma şansı buldunuz... Beşiktaş yıllarınızdan, yani çok genç yaştan beri bu payeyi taşımak nasıl bir durum? Çok sık karşımıza çıkan ‘takım kaptanı’ olgusunu yaratan, size göre hangi meziyetlerdir?

Oyuncunun içinde o liderlik ruhu kesinlikle olmalı. Aksi mümkün değil. Hırslı olmalı, gerektiğinde takımı ateşlemeli ve insanlarla iyi iletişim kurmalı. Ayrıca kaptanın sahada takımıyla olması ve oynaması da çok önemli. Bence oynayan oyuncu kaptan olmalı ki takımına sahip olsun. Kenardayken aynı iletişimi sağlayamayabilir.

Kaptanlık görevinizi dışarıda tutarsak son yıllarda takımdaki rolünüzün daha da arttığını düşünüyor musunuz?

Aslında benim takımdaki rolüm artmadı, olan şu; Türkiye’de artık orta oyuncuyla oynamadan maç kazanılmayacağı öğrenildi. Yavaş yavaş orta oyuncuları da oyun içine sokmaya başladılar. Ben kendimi hep şöyle ifade ederim; Arap atı vardır ya, koştukça açılır, ben de topumu, pasımı aldıkça açılan ve voleybolumu oynamaya başlayan bir oyuncuyum. Tabii oynadığım takımlara, çalıştığım hocalara bunu anlatmam biraz zaman aldı. Ancak mesela bu sene, pasımı aldığım zaman iyi performanslarım arttı. Nihayet öğrendiler diyebilirim.

İyilerin Seçimi: 14

A takıma çıkacağım dönemde antrenörüm İsmail Şahin bana forma numarası falan sormadı. Orada bir hiyerarşi vardır çünkü; önce kaptan, sonra yaşı daha büyük olanlar… Ben de o dönem numara kalmadığı için mecburen 14’ü aldım. Sonra şuna dikkat ettim ki 14’ü giyen sporcular hep çok başarılı olmuş: Thierry Henry, Johan Cruyff, Eleonora Lo Bianco… Örnek aldığım sporcuların taşıdığı bir numara. Kendime de yakıştırıyorum, daha ne olsun! Şimdi bana, “Başka bir numara giyer misin?” diye sormuyorlar bile. Artık 14 = Eda Erdem…

Peki sahada yapmayı en çok sevdiğiniz şey nedir?

Mesela bir oyuncu düştü, bunu anlarım. Sonuçta takım kaptanıyım ve bütün takımı idare etmem gerekiyor. Hele maçtaysak bunun önemi birkaç kat daha artar. Benim görevim düşen oyuncuyu canlandırmak ve oyuna yeniden sokmak. Bunu yapmaya bayılıyorum. Ona kim olduğunu hatırlatmak, enerji vermek... Takım arkadaşlarımın böyle yükseldiğini görünce de çok mutlu oluyorum. Hatta bazen maç sonunda bana gelip teşekkür ediyorlar. Başarıyı getiren de bu zaten, takım oyunu.

O zaman sık sık kazandığınız ‘en iyi servis’, ‘en iyi blokör’ gibi bireysel ödüller sizin için fazla bir şey ifade etmiyor olsa gerek?

Geçen sene Şampiyonlar Ligi’nde ‘en iyi blokör’ seçilmiştim. Üçüncü olduğumuz için çok üzgündüm, kürsüye çıkıp ödülü almak bile istememiştim. Benim için bireysel ödüller çok önemli değildir. Takım kazandığı zaman her şey daha güzel olur. Kazanmadığınız takdirde ödüllerin anlamı yoktur. Bireysel ödül nedir? Performansınızla takımınıza yardımcı olmuşsunuzdur, iyi oynamışsınızdır... Ben her zaman bireysel ödülü şampiyon olmuşken almayı tercih ederim. Şampiyonluk kaybettikten sonra gelen bir ödül, maalesef teselli değil.

Neslihan Demir bir röportajında Avrupa’da oynamanın kendisi için çok özel ve eğitici bir tecrübe olduğunu söylemişti. Siz hiç yurt dışında oynamayı düşündünüz mü? Teklifler aldınız mı?

Hem İtalya’dan hem de İspanya’dan aldım. Ancak ilk teklif geldiğinde 19 yaşındaydım, çok gençtim ve biraz korktum. Sonrasında Fenerbahçe’ye geldim; zaten hedefleri büyük ve zirvede bir takımda olduğumu hissettim. Gitmeye ihtiyaç duymadım. Arada eşimle konuşurken “Gitseydim nasıl olurdu?” diye düşündüğüm oluyor tabii. Ama şu an öyle bir planım yok açıkçası. Zaten Fenerbahçe gibi, tüm hayatım boyunca gönül verdiğim bir camiadayım. Başka takımda olsam belki o tekliflerden birini kabul edip çoktan Avrupa'ya gitmiştim. Kimbilir...

Socrates Dergi