Kaptan

20 dk

Oğuzhan Özyakup, Beşiktaş’ın kaptanı, 10 numarası ve geleceği; Beşiktaş da Oğuzhan Özyakup’un evi, yuvası ve ailesi… Çok daha eski olansa hikayesi; Hollanda günleri, Arsenal kariyeri, Beşiktaş’la şampiyonlukları… Devamı mı? Kendisine sorduk…

Hollanda gibi, altyapı sisteminde önde gelen ülkelerden birinde yetiştiniz. Yolculuğunuz nasıl başladı ve burayla kıyasladığınızda arada nasıl farklar vardı?

Hollanda’da oyuncu yetiştirmek, oyuncu satın almaktan daha önemli. Amaçları, A takımda faydalanabilecekleri ve sonrasında yüksek bonservis bedelleriyle satabilecekleri oyuncular çıkarmak. Kritik nokta ise bunu nasıl yaptıkları...

Ben AZ Alkmaar altyapısında yetiştim. Kulübün tahsis ettiği bir servis beni sabah 7.30’da evimden alıp okula bırakıyordu. Aynı şekilde, okuldan sonra antrenmana, antrenmandan sonra da eve... 15 yaşına kadar böyle ilerledi. Sonrasında ise bizden, hayatlarımıza birey olarak devam etmemizi istediler. Sabahları bisikletle evden çıkıp istasyona gidiyor, oradan trenle okula geçiyordum. Yol toplam 45 dakikayı buluyordu. Başlarda geç kaldığım çok olmuştur çünkü zaman kazanayım diye son trene binmeye çalışıyordum, o tren gecikince ben de gecikiyordum. Böyle böyle kendi ayaklarımın üstünde durmayı öğrendim.

En zorlandığım ise çift idman olan günlerdi; yanıma bütün malzemelerden ikişer tane almam gerekiyordu. Hollanda, yağmuru bol bir ülkedir, malum. Dönüşte o çanta inanılmaz ağırlaşırdı. 20.30-21.00 gibi istasyona varırdım, önümde 15-20 dakikalık bisiklet yolu olurdu. Yorgunluğun üstüne eziyet gibi gelirdi o yol. Sırf bu yüzden bazen yanıma tek şort, tek tişört ya da tek eşofman üstü aldığım bile olurdu. Sabah idmanından sonra asardım hepsini, kurusunlar diye. Oradaki hayatın da kendine göre zorlukları vardı yani...

Ama Türkiye’de işler biraz daha karışık, farkındayım. Ben burada yetişmedim ama Necip gibi arkadaşlarım var. Onlardan bir şeyler duyuyor, öğreniyorum ve anlattıklarından çıkardığım, Beşiktaş altyapısındaki çocukların çok şanslı olduğu. Bir alt seviyede çok daha temel sorunlar var; antrenman sahası, hatta krampon gibi... Hollanda’da böyle bir durumla karşılaşmazsınız. Biz burada A Takım’da nasıl bir zeminde idman yapıyorsak Hollanda altyapılarındaki çocuklar da aynısında oynuyor ki bu, işin en basit kısmı.

Ben AZ Alkmaar altyapısındayken çift idman yaptığımız günler salı ve perşembeydi mesela. Bu iki günde de sabah antrenmanlarına, normal antrenörümüzden ayrı, özel antrenörler eşlik ederdi. Biri kalecilerle, biri savunmacılarla, biri orta saha oyuncularıyla, biri de hücumcularla çalışırdı. Çarşamba günkü tek idmana ise top tekniğimizi geliştirmemiz için ayrı bir antrenör gelirdi. O da Hollanda’nın isimli eski futbolcularından biri olurdu genelde. Her oyuncuya bir top verir ve antrenman boyunca tek tek bizlerle ilgilenirdi. Bildiğim kadarıyla Ajax’ta da tenis topuyla çok idman yaparlardı. Küçük topa hâkimiyetinizi geliştirdikçe büyüğüne hâkim olmanız kolaylaşır sonuçta. Tabii Ajax’ın altyapısı biraz daha farklıydı ama AZ Alkmaar’ınki de gayet iyiydi.

Tüm bu saydıklarım yüzünden, Hollanda’daki yapının daha sağlıklı olduğunu söyleyebilirim.

Arsenal dışarıdan bir ‘okul’ gibi duruyor. Siz ‘içeriden’ biri olarak, kulübü ve kulüp karakterini nasıl yorumlarsınız?

Arsenal’ın 18 yaş altı takımına katıldığımda 16 yaşımı doldurmamıştım. Birkaç hafta öncesinde Sampdoria’dan da bir teklif gelmişti ama kafam çok netti; Barcelona ya da Arsenal altyapısından çağırmadıkları sürece Hollanda’dan ayrılmam diyordum. Şanslıymışım, üstüne Arsenal geldi... Benim için çok yeni bir tecrübeydi, ilk kez ailemden ayrılmıştım ama pek zorluk yaşamadım çünkü çok güzel bir sistemleri vardı.

A Takım, rezerv takım ve 18 yaş altı takımı... Hepsi aynı binada çalışıyordu. Herkes yemeğini aynı yerde, birlikte yiyor, aynı spor salonuna gidiyordu. A Takım’daki oyuncu nerede ağırlık çalışıyorsa ben de orada çalışma yapıyordum. Yemek sırasına giriyordum mesela, önümde Arsene Wenger oluyordu.

Ayrıca, Arsenal’da üç takım da idmanlarını yan yana sahalarda aynı saatte yapardı. Üst takımın antrenmanında bir sakatlık oldu mu hemen yandan bir oyuncu çağırırlardı. Ben çok gitmişimdir mesela öyle; A Takım’ın yardımcı antrenörü gelip “Orta saha lazım” derdi, bizim hocalar da “Tamam, Ozzie’yi alın” deyip yollardı beni. Gider, orada devam ederdim idmana. Hedefimi, varmak istediğim yeri, her gün kanlı canlı karşımda görüyordum yani. Bu bence çok önemli bir şey.

Bir havuzumuz vardı mesela; iki girişi 15 metrelik cam bir koridorla birbirinden ayrılıyordu. Havuz aynı havuz ama A Takım oyuncuları bir ucundan, biz bir ucundan girerdik. Tek fark buydu. A Takım’la antrenmanlara çıkmaya başladığım dönemlerde bir gün, alt takımdaki hocam yanıma geldi ve “Bu, hayatının en zor 15 metresi olacak Ozzie!” dedi. Düşünsene; sürekli gördüğün bir ortam var ama oraya ulaşmak inanılmaz zor. Başarabilenlerin sayısı da düşüktür zaten. Mesela benim dönemden bir Jack Wilshere çıktı ki sakatlıklarla boğuşuyor uzun süredir; bir Francis Coquelin var ama o da sürekli kiralık gitti geldi, iki senedir biraz biraz oynamaya başladı; bir de Kieran Gibbs işte, o da bu sene WBA’a gönderildi.

Arsene Wenger nasıl bir insan?

Gençlere çok önem verir, öyle lafın gelişi değil, gerçekten. Altyapıdan yetişmiş oyunculara her zaman şans tanır. Bugünkü takımdan Alex Iwobi, Hector Bellerin ve Reiss Nelson falan geliyor aklıma. Bizim zamanımızda da öyleydi. Rezerv takım kadrosundayken A Takım’la antrenmana çıktığım dönemlerde benimle çok ilgilenmiştir mesela; yabancılık çekmememi, takımın bir parçası gibi hissetmemi sağlamıştır. Zaten başta da bahsettiğim, herkesin birlikte çalıştığı o tesis ve sistemin arkasında da Arsene Wenger vardır.

Premier Lig'de Arsenal kadrosuna girme şansı bulduğunuz ilk maç, 8-2'lik Manchester United mağlubiyetiydi. O maça dair anılarınız nedir? Maçın ardından soyunma odası nasıldı?

Çok sayıda sakatımız vardı, Cesc Fabregas da kısa bir süre önce Barcelona’ya transfer olmuştu. Bu yüzden, maçtan önceki hafta her gün A Takım’la antrenmana çıktım. 18 yaşındaydım ve o güne kadar A Takım formasını hiç giymemiştim. Bu kadar eksiği görünce umutlanmaya başladım; idmanda oyuncuları falan sayıyordum, kadroya girip giremeyeceğimi hesaplıyordum. Yokluktan 9’a 9 çalışıyorduk, “Allah Allah, benle birlikte 18 kişi ediyor” diyor, “Tamam ya, galiba kadrodayım” diye sağlama yapıyordum içimden. Ama hâlâ şüphe vardı içimde, Rosicky sakattı mesela o sıralar, takımdan ayrı çalışıyordu, maça yetişip yetişemeyeceğini bilmiyordum.

Maçtan bir gün önce kendi soyunma odamda, tek başıma, kadronun açıklanmasını bekledim. A Takım’ın soyunma odası ayrıydı, onlarla idman yapsam bile kendi takımımın odasında hazırlanıyordum. Neyse, bekledim bekledim, en sonunda açıkladılar ve bir baktım adım yazıyor, kadrodayım! Hemen babamı aradım, “Geleyim mi?” dedi, “Yok baba, zaten oynamam zor” dedim ben de...

Gittik Manchester’a, yolda Robin’le (van Persie) yan yana oturuyorduk, “Offf, çok zor maç! Çok eksiğimiz var, Manchester da çok iyi durumda” gibi bir şeyler söyledi bana. Neyse maç başladı, 1-0 öne geçtiler, ardından biz penaltı kazandık ama Robin kaçırdı penaltıyı, sonra 2-0, 3-0, 3-1 derken ikinci yarı başında Wenger ısınmaya gönderdi beni. Ancak fark açılınca ve üstüne bir de Jenkinson kırmızı kart görünce geri çağırdı.

O gün, her şeye rağmen oyuna girmeyi çok istemiştim, sonuçta Manchester United-Arsenal maçıydı ve 8-2 bile bitse önemli bir deneyim olacaktı benim için.

Arsenal’da kalsanız sizi nasıl bir gelecek bekliyordu? Forma şansı bulmak için ayrılmanız gerekecekti sanki?

Coquelin örneğini verdim mesela, o çok kiralık gitti; Fransa’ya, Almanya’ya, İngiltere’de bir alt lige falan, üç-dört sene gezdi öyle. Ben bunu istemedim ama A Takım’da oynamam da çok zordu. Sakatlıkların patladığı dönemde bile kadroya zar zor giriyordum. Kafamda ise tek bir düşünce vardı: Oynamak.

Hangi takımda olursa olsun, o yaşlardaki bir futbolcunun oynaması gerekiyor. Bana bir kere kiralık teklifi geldi; 18 yaşındaydım, sözleşmemi yeni uzatmıştım, Feyenoord’dan çağırdılar. Başta bir düşünür gibi oldum ama o süreçte benim pozisyonuma başka bir oyuncu daha aldıkları için vazgeçtim. Oynayacağımdan emin olmalıydım. Bir yıl sonra da Beşiktaş’a geldim zaten...

Beşiktaş’a transfer kararını verirken neler düşünmüştünüz ve masada başka hangi teklifler vardı?

Hollanda’dan da teklifler vardı ama ben istemedim. Orayı 15 yaşımda terk etmiştim ve bütün arkadaşlarım orada kalmıştı. Bunu bir tehlike olarak gördüm çünkü dört yıl uzak kaldıktan sonra döndüğümde arkadaşlarımdan çok fazla ilgi görecektim, sürekli onlarla vakit geçirecektim, belki de futbola odaklanmakta zorlanacaktım.

Sonra Beşiktaş geldi... Kulüp o dönemlerde zor günler geçiriyordu, ‘Feda’ sezonu kapıdaydı, maddi şartlar sıkıntılıydı... Hepsinin farkındaydım. Bunun bilincinde geldim zaten. Ben açık bir insanım; o sıralar Türkiye’den başka kulüplerle de görüştüm, hatta bana daha çok para önerdiler ama ben Beşiktaş’ı seçtim çünkü burada şans bulabileceğimi biliyordum.

Guti’li, Quaresma’lı kadro dağılmamış olsa gelmezdim belki, bilmiyorum ama sonuçta dağılmıştı ve kadroda daha genç isimler yer alacaktı, bu da benim için fırsat demekti. Zaten bir kere konuştuk ve “Tamam” dedim, “Kararımı verdim, ben Beşiktaş’a gitmek istiyorum.”

Beşiktaş’a geldiğinizde Samet Aybaba size istediğiniz şansı verdi ama Slaven Bilic döneminde zaman zaman formadan uzak zamanlar geçirdiniz. O süreçte kafanızdan ayrılık fikri geçti mi hiç? Sonuçta, oynamak için gelmiştiniz...

Samet Hoca ile 30 maç oynadım. Bilic’in ilk sezonunda da neredeyse her maç oynadım ama takip eden sezonda biraz sorun yaşadım. Baksan yine 40 küsur maç oynamışımdır ama bunların sadece 23-24’ünde ilk 11’deydim. Bilic’in son üç- dört ayında da iyice zorlanmaya başladım zaten.

Her hocanın kendine göre bir anlayışı var, senin de oyuncu olarak buna saygı duyup adapte olman gerekiyor. Belki de öğrenmem gereken şeyler vardı. Belki de o dönemler beni olgunlaştırdı, bilmiyorum. Ama güçlü durduğumu düşünüyorum. İlla ki kırılma anlarım olmuştur, sonuçta her futbolcu oynamak ister ama pes edip bıraksaydım bir daha hiç oynayamayacaktım. Bu yüzden çalışmaya devam ettim, sabrın ne demek olduğunu da o süreçte öğrendim. Zaten birkaç ay sonra Şenol Hoca geldi ve yeni bir sayfa açıldı. Sadece benim için değil, tüm takım için...

İlk sezonlarınızda ‘geleceğin yıldızı’ olarak gösteriliyordunuz ama o çıkışı bir türlü yapamamıştınız. Hatta “Fiziği yetersiz, güçsüz, zayıf, tüm maçı çıkaramıyor” gibi yorumlar yapılıyordu hakkınızda. Buna karşın, Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Arsenal ile eşleştiğinizde Arsene Wenger’e sizi sormuşlardı ve o da “Sahada tüm gün koşabilir, harika bir dayanıklılığı var” demişti. Siz peki o süreçte, kendinizi kanıtlama gibi bir derdin içine düşmüş müydünüz hiç?

Aerobik koşu kapasitem belli. O dönemki testlerde hep ön sıralarda çıkıyordum, şimdi de farksız, hatta genelde takımın en iyisi oluyorum. Çünkü orta saha oyuncusuyum ve box-to-box oynuyorum, normal yani bu dayanıklılık. Aksi olursa problemdir zaten. Wenger de bunu bilir, o yüzden öyle söylemiştir.

Ama ülkemizde ‘algı’ o kadar önemli bir olgu ki... Bilic döneminde bir ara sürekli 70. dakikada oyundan çıkıyordum. İzleyenler de muhtemelen “90 dakikayı çıkaramıyor herhâlde” diyordu içinden. Oysa öyle bir şey yoktu; hoca sadece, taktik gereği veya farklı bir sebepten ya 70’te çıkarıyor, ya 70’te alıyordu beni. Ama öyle bir algı yaratılmıştı ki sürekli bu soruyla karşılaşıyordum. Bana “Koş!” deseler, 90 dakika koşardım ama algıyı değiştirmek inanılmaz zor bir şey; çok vaktini, çok enerjini alır... Ben de bu yüzden hâkim algıyı değiştirmeye çalışmadım, kendimi değiştirme yolunu seçtim. Bir süre sonra da o algı yok oldu zaten.

Şenol Güneş’in birçok oyuncunun performansını en üst seviyeye çıkarttığı söylenir. Sizdeki etkisi ne oldu?

Bir önceki sezonun son üç-dört ayında forma şansı bulmakta zorlandığım için özgüvenim zarar görmüştü. Şenol Hoca geldi ve bana güven verdi. En önemlisi buydu. Sezon başı kampının ne kadar önemli olduğunu bilmiyordum ben, daha doğrusu farkında değildim diyeyim. Çalışıyordum yine ama söyleneni yapıyordum sadece. O sezon öğrendim ki sezon başı kampını ne kadar iyi geçirirsen o uzun maratonu da o kadar iyi çıkarıyormuşsun. Kamp döneminde hiç antrenman kaçırmadım, çok iyi hissediyordum. Sezon içinde de bunun ekmeğini yedim. O süreçte Şenol Hoca da bana çok yardımcı oldu. Hatta çok iyi hatırlıyorum; o dönem bana teklifler gelmişti ama Şenol Hoca ile konuştuğumda “Senin bir yere gitmeni istemiyorum, bu sezon çok çalışıp şampiyon olacağız” demişti. Öyle de oldu, çok çalıştık ve şampiyonluğa ulaştık.

Teknik oyuncuların daha geniş alanı görebilmeleri için geriye çekilmeleri yaygınlaştı. En önemli örneklerinden biri de Andrea Pirlo’ydu hatta. Siz de Şenol Güneş’le birlikte sahanın biraz daha gerisinde oynadınız. Performansınızın artmasında bunun etkisi var mı?

Elbette etkisi oldu. 10 numara pozisyonundayken topu genelde sırtı dönük alır, dar alanda kora kor mücadele edersiniz, daha çabuk temas alırsınız. Çok daha zor bir pozisyondur yani. O yüzden, Şenol Hoca’nın beni biraz geriye çekmesinin bana özgürlük verdiğini söyleyebilirim.

Ama zaten şimdilerde klasik 10 numaralar pek kalmadı. Bizim takımda kimin 10 numara gibi oynadığını sorsanız Talisca derim ama o da tam 10 numara gibi oynamıyor. İkinci forvet gibi daha çok, her yerde görebilirsiniz onu...

Atiba’nın da katkısından da bahsedebilir miyiz?

O sene Atiba’yla hemen hemen her maç yan yana oynadık. Çok iyi bir performans sergiledi. Sosa vardı önümüzde, o da çok iyi bir sezon geçirdi. Hâliyle ben de iyi oynuyordum, takım deseniz aynı şekilde... Böyle bir ortamda kendi özelliklerinizi öne çıkarmak çok daha kolay tabii.

Sizin de başından itibaren parçası olduğunuz kadro için kırılma anının ilk şampiyonluk olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bilic’in son senesinde dört-beş hafta kala verdik şampiyonluğu. Avrupa Ligi’ndeki Brugge eşleşmesinden sonra tamamen düştük. Ama o sezon bize büyük bir tecrübe kattı. Sonra Şenol Hoca geldi, aramıza yeni oyuncular katıldı, pozitif bir enerji ve inanç vardı içeride. Sezon başı kampından itibaren hissediyordu herkes bunu, Şenol Hoca herkesle bire bir ilgileniyordu. Biz de birbirimizi çok sahiplendik, yerlisi yabancısı...

3-3’lük Akhisarspor maçından Serdar Kurtuluş’un ağladığı görüntüler geliyor aklıma ve ardından takımdaki diğer oyuncuların kendisine desteği...

Çok üzüldük çünkü ondan önceki sene de Akhisar’da puan kaybetmiştik. Buna rağmen, maç sonunda herkeste o inanç vardı. Kırılmadık, birbirimize destek olduk. Serdar Abi’nin duygularını açıkça göstermesi de bence güzel bir şeydi. Kulübü, takımı ve arkadaşlarını ne kadar önemsediğini gösteriyordu. Biz o gün, birbirimiz için ağlayabildiğimizi gördük. Orada umursamayan biri olsaydı, onun negatif enerjisi bütün takıma yayılabilirdi belki. O sezon benim için çok farklıdır. Bana çok soruldu, “İlk şampiyonluk mu, üçüncü yıldız mı?” diye. Yıldız takmak elbette özel bir şey ama o senenin enerjisi çok başkaydı.

O kadronun iki önemli ismi; Mario Gomez ve Jose Sosa, sezon sonunda takımdan ayrılmıştı. Yerlerine Vincent Aboubakar ve Anderson Talisca geldi. Yine şampiyon oldunuz. Bu değişimi nasıl atlatmıştınız? İlk şampiyonluğun getirdiği özgüven, buna katkı sağlamış mıydı?

Evet, takımda iyi bir ortam vardı ve gelenler de buna ayak uydurmakta zorlanmadı. Biz zaten yeni gelenleri çok çabuk sahipleniriz. Aile gibiyiz.

Ben takım arkadaşlarımı annemden babamdan fazla görüyorum. Haftada iki maç oynuyoruz ki bu dört kamp günü demek ve o süreçte sürekli beraberiz. Bunun bir de sezon başı ve devre arası kampı var...

Yeni sezon öncesinde de Pepe, Alvaro Negredo, Jeremain Lens, Gary Medel gibi isimler geldi. Takımın bu seneki gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Takım, tecrübe anlamında gelişti. Bu kesin. Marcelo gitti, Pepe geldi. Negredo deseniz, çok büyük bir isim; sahadaki sakinliği, duruşu, idmanlardaki katkısı çok önemli.

Biz iki sene üst üste şampiyon olduk, hedefimiz yine aynı ama bunun yanında Avrupa’da da başarılı olmak istiyoruz. Porto maçında gerçek bir Şampiyonlar Ligi takımı gibi oynadık. Daha önceki dönemde Avrupa maçlarında bazı hatalar yapıyorduk, bu kez aynı yanlışlara düşmedik. Kendimizden emindik, rakibi çok iyi analiz ettik ve o maç neyi gerektiriyorsa ona göre oynadık. Umarım böyle devam ederiz.

Beşiktaş, sinerjisi en yüksek dönemlerinden birini yaşıyor, üstelik daha büyük başarılarla dolu yılların da sinyalini veriyor. Uyum içindeki bireylerden oluşan bir ekip görüyoruz sahada. Takım futbol oynamak istiyor, taraftar da o takımı izlemek... Böyle bir dönemde kaptanlık bandını koluna takıp o sahaya çıkmak nasıl bir his?

Ben altyapılarda da kaptanlık yaptım, Hollanda alt yaş milli takımlarında da... Ama Beşiktaş camiasının kaptanı olmak farklı bir şey.

“90 dakikayı çıkaramıyor” diyorlardı bana, sonra oynamaya başladım. İlk şampiyonluğu kazandıktan sonra “Kaptanlık ağır gelir” dediler, kupayı ikinci kez kaldırdım. Hislerimi anlayabilmeniz için Beşiktaş kaptanlığını yaşamanız gerekiyor. Dışarıdan bakıp “Bu çok büyük bir şey” diyebilirsiniz belki ama yaşadığım için söylüyorum; evet, çok büyük ve ağır bir sorumluluk fakat aynı zamanda bir o kadar zevk ve gurur veren bir şey.

Bir yere gidiyorum, yemek yemeye çıkıyorum mesela, göğsüm dik. “Kaptan hoş geldin!” dediklerinde bile içim bir hoş oluyor. Çünkü ben orada arkadaşlarımı, camiayı, taraftarı, herkesi temsil ediyorum. Sorumluluk istiyor mu? İstiyor ama ben hiçbir zaman sorumluluktan kaçmadım ve üstelik bu hoşuma gidiyor.

Olur da yurtdışına giderseniz kariyerinizin sonunda yine Beşiktaş’a dönecek bir aidiyet geliştirdiniz mi?

Burası benim evim gibi. Ben bazen evde uyku tutmadığında tesislere gelirim uyumak için. İdman ertesi gün akşam saatlerinde bile olsa tesiste kalırım. Buradaki odam, yatağım... Evdekinden farkı yok.

Bazen Lens bana takılır, “Yine mi buradasın?” der. Antrenmandan sonra herkes çıkmış olur, en sona ben kalırım. Beşiktaş benim ailem oldu; tesis çalışanları, teknik ekip, takım arkadaşlarım, taraftarlar... Hepsi benim abim, kardeşim gibi... Gerçekten böyle hissediyorum ki özellikle son iki sezonda başarılı olmamın bir nedeni de bu bence.

Yine de yurtdışı planı var mı?

Ben bunu hiçbir zaman saklamadım. Yurtdışı hedeflerim var ama doğru bir yer, doğru bir zaman, attığıma değecek doğru bir adım olması lazım. Kendimden ve kararımdan emin olmalıyım.

Mesela bu sezon başında teklifler geldi ama hiçbiri içimi rahat hissettirecek seçenekler değildi. Sonuçta burada bir sorumluluğum var; takımın kaptanıyım ve iki sene üst üste şampiyon oldum. Bu kulübe çok katkım var ama ben de bazı noktalara bu kulüp sayesinde ulaştım. Ne kadar teşekkür etsem yetmez. Zaten her gün bunun karşılığını verebilmek için çalışıyorum. O yüzden, Avrupa’ya gitme hedefim olsa da kafamda soru işareti yaratabilecek ihtimallerle ilgilenmiyorum.

Emin olmak istiyorum, kararsız kalmak istemiyorum, keşke demek istemiyorum. Emin olduğumda, o adımı atabilirim. Hayırlısı, kısmet... Olacağı varsa olur ama ben kendimi hiçbir zaman şartlandırmadım, şartlandırmayacağım da...

Türkiye’de bugünlerde yabancı sınırı üzerine tartışmalar dönüyor. Siz bu tartışmanın neresindesiniz?

Ben bu tartışmaya hep uzak kaldım çünkü yapacağım herhangi bir açıklama farklı yerlere çekilebilir. Kendini iyi ifade edemeyebiliyorsun bazen. An geliyor, normalde düşündüğün cevabı veremiyorsun. Ayrıca, söylediklerin de içeriğinden bağımsız birçok parametre ile birlikte değerlendiriliyor. O gün makul karşılansa bile kötü bir sonuçtan sonra başka türlü yorumlanabiliyor.

Benim tek bildiğim, yerli futbolcular olarak çok çalışmamız gerektiği. Sınır olsa da, olmasa da... Çok çalışmamız lazım. Ama dediğim gibi; bu çok hassas bir konu, elbette benim de kendime göre fikirlerim var ama saydığım sebeplerden ötürü, paylaşmayı doğru bulmuyorum.

Şöyle sorayım; bu konu Cenk Tosun üzerinden çok tartışıldı ve ikiniz de altyapı eğitimini yurt dışında almış futbolcularsınız. Sizdeki dirayetin bir sebebi de bu olabilir mi?

Hep söylemişimdir; Beşiktaş’ta, Galatasaray’da, Fenerbahçe’de, Trabzonspor’da forvet olarak tutunmak çok zordur çünkü sürekli yabancı forvetler gelir. İki hafta gol atmasanız hemen üzerinize binerler. Ama Cenk’in belki de en büyük avantajı Mario’nun takıma katılmasıydı. Onun arkasında olmak, Cenk’e bir özgüven sağladı. Mario ilk 11 başlayıp gol atıyordu, atamadığında ve maç zora girdiğinde de Cenk oyuna giriyor, skora etki ediyordu. Cenk o sezon birinci forvetimiz olsaydı, üstündeki baskı nedeniyle çok zor bir sezon geçirebilirdi. Ama bu sayede kendini yavaş yavaş kabul ettirebilme şansı yakaladı ve bunu çok iyi değerlendirdi. O da istemezdi sonradan oyuna girmeyi ama bundan dolayı da asla yüzünü düşürmedi ve surat asmadı. Çalışmaya devam etti, sonucunu da aldı.

Bu sizin için de geçerli, siz de benzer bir sabrı göstermek zorunda kaldınız...

Öyle olması gerekiyor çünkü pes edersen zaten kaybedersin. Ben Bilic döneminde oynamadığım zamanlarda bile çok iyi idman yapıyordum. Hem de formayı hak ettiğimi düşünmeme rağmen oynayamazken... O zaman yüzümü assaydım böyle olmazdı. Ha, zaman zaman yüzüm düşmüyor muydu? Düşüyordu ama evde, kendi kendime. Kimseye yansıtmadım bunu. Üzülebilirsiniz ama bunun performansınızı etkilememesi gerekir. Ben de kendimi geliştirmeye çalıştım ve sabırla bekledim.

Bilic dönemiydi yine, deplasmanda Bursapor’la oynuyorduk ve 43. dakika oyundan çıkarıldım. Düşün; takımın performansı kötü ve kenara çağrılan tek isim sensin, hem de ilk yarının bitimine iki dakika kala... Mental açıdan çok yıpratıcı bir durumdu ama çalışmaya devam ettim. Arada oynadım, oynamadım ama tam bir sene sonra, yine Bursaspor deplasmanında, 90. dakikada skoru 1-0 yapan golü attım. Bir yıl önce pes edip bıraksaydım o şansı yakalayamazdım.

Milli takıma geçelim... Euro 2016’da yanlış giden neydi?

Futbol dışı olaylar takımı çok etkiledi. Şampiyonaya gitmeden önce, Hollanda ve İzlanda maçlarında ortam çok iyiydi aslında. Takımdaki arkadaşlık, abi-kardeş ilişkisi falan üst düzeydeydi. Zaten o ortam sayesinde katıldık şampiyonaya. Ama sonra çok kötü bir turnuva geçirdik.

Ben çok üzüldüm çünkü milli takımla böyle bir turnuvaya katılmak, çocukluk hayalimdi. Oradayken dışarda neler olup bittiğini tam anlayamıyorsunuz ama şunu söyleyebilirim; ben pozitif ya da negatif enerjiye inanan biriyim ve o dönemde takımın etrafında büyük bir negatif enerji vardı. Sosyal medyayı takip etmesek bile fark ediyorduk. Mesela basına açık idmanlar oluyordu, hissediyorduk o gerginliği. Hâlbuki bir bütün olduğumuzda neler yapabileceğimizi biliyoruz, yaşadık. En son Hırvatistan maçı işte... Ukrayna’ya yenildik ama takım olarak bunun üstesinden gelmeyi bildik. Hırvatistan’ı mağlup ettik ve bir anda her şey değişti.

Hırvatistan maçı demişken... Ukrayna ve Hırvatistan maçları için açıklanan ilk kadroya alınmamıştınız ve bu da tartışmalara neden olmuştu. Mircea Lucescu’nun size “Görüşürüz” dediğini söylemiş ve kararı anlamadığınızı belirtmiştiniz. Sonra bir anda kadroya çağrıldınız ve özellikle Hırvatistan galibiyetinde kritik bir rol oynadınız. O süreçte neler yaşandı?

Bir gün kitap yazarsam o 12 günlük süreci kesinlikle anlatacağım...

Ama o zaman da söyledim; kadro açıklandı, adımı görmedim fakat buna rağmen kimseye kırılmadım. Böyle bir hakkım da yoktu zaten. Üzgün müydüm? Evet, üzgündüm çünkü arkadaşlarımın yanında olmayı hak ettiğimi düşünüyordum. Oranın bir parçası olduğuma inanıyordum. Anlatılabilecek bir his değil.

Sonra bir sabah telefonum çaldı, hocamız bizzat aradı hatta, “Akşam kampa bekliyorum” dedi. Ben de düşünmeden kabul ettim tabii, milli görev sonuçta. O formayı giymek çok gurur verici...

Bu kadar kısa özetlediğinize göre, detayları kitaba saklıyorsunuz sanırım...

Öyle diyelim...

Son dönemde Beşiktaş taraftarları arasında, özellikle de sosyal medyada, sizin kaç milyon edeceğinize dair tartışmalar var ve en son 150 milyon Euro’da konsensüs sağlanmış gibi...

Sosyal medyanın gücü gerçekten inanılmaz. Biri hiç düşünmeden bir şey yazıyor, sonra bir bakmışsın patlamış, herkes onu konuşuyor.

Bahsettiğiniz mevzuyu ben de gördüm, hatta arkadaşlarım caps’ler falan da yolluyor arada. Güzel bir şey. En son Cenk için de aynı muhabbet döndü, onda da 150’ye kadar çıkıldı galiba. İkimiz 300 milyon Euro ediyoruz yani! (Gülüyor) Bir yandan komik ama biraz da gerçekçi olmak lazım.

Siz kendinize nasıl bir fiyat biçiyorsunuz peki?

Kendime fiyat biçmem. Bahsettiğiniz transfer gerçekleşirse o gün birlikte görürüz zaten.

Futbola başladığınız dönemdeki idolünüz kimdi?

Zinedine Zidane ve Juan Roman Riquelme... O zamanlar 10 numara pozisyonunda oynuyordum ve ikisini çok seviyordum. Özellikle de Riquelme’yi... Her videosunu izliyordum. Sonra Arsenal’a gittiğimde Fabregas’ı örnek almaya başladım, onun videolarını, yaptığı hareketleri takip eder oldum ama Riquelme başkadır benim için.

Robin van Persie ile ta Arsenal günlerinden arkadaşsınız ama geçen yıl derbide tartışma yaşadınız. Görüşmeye devam ediyor musunuz?

Yok, o günden beri hiç konuşmadık. Normalde sahada olan sahada kalır ama orada öyle olmadı. Belki bir gün yine bir yerde karşılaşırız ama eskisi gibi olmaz herhâlde. Bu konuyla ilgili çok da konuşmak istemiyorum aslında ama o dönem medyada, yapmadığım şeyleri yapmışım gibi gösterdiler. Buna çok üzüldüm. Ben yalan konuşacak biri değilim, konuşmam da... Gerek de yok zaten. Bir şey yaptıysam yaptım der, özür dilerim. Ancak bu konuda hiçbir yanlışım yoktu diye düşünüyorum. Varsa bir yanlışım, o maçta Robin’e ayak uydurmaktı. O kadar...

Socrates Dergi