Kara Perşembe
25 dk
3 Nisan 1997 Perşembe günü, İstanbul'da Final Four'a, Bursa'da Koraç Kupası'na garanti gözüyle bakılıyordu. Rakipler Asvel ve Aris'ti. Çifte zafer için kutlamalar dahi hazırlanmıştı. Olmadı... Nedenini, nasılını o günün tanıklarına sorduk.
1 | Bekleyiş
"Herkes kazanacağımızı düşünüyordu"
Aydın Örs - Efes Pilsen Antrenörü: Formumuzun zirvesindeydik o dönem. Grupta harika maçlar çıkartmış, eleme turunda da Maccabi Tel Aviv’i geçmiştik. Sonra ASVEL çıktı karşımıza. Onlara karşı da ilk maçta çok iyi oynadık, 16 sayıyla kazandık. Fransa’daki ikinci maçta ise gidişat son 6-7 dakikada tersine döndü. Seriyi orada da bitirebilir, İstanbul’a bırakmayabilirdik.
Ufuk Sarıca - Efes Pilsen: Sahaya çıktığınızda rakip sizi yeneceğine inanmıyorsa zaten oyunun yarısını çözmüş oluyorsunuz. Seride saha avantajına sahiptik. Fransa’daki maçı da neredeyse kazanacaktık. Deplasmanda oyunu ortaya getirişimiz ASVEL’de tedirginlik yaratmıştı, hissediyorduk bunu. Bizi favori görüyorlardı. Hiçbir zaman geri adım atmayan, her zaman oyuna ortak olabilen bir takımdık. Limoges, ASVEL’e oranla hem Fransa’da hem de Avrupa’da daha ön plandaydı. Fakat biz her rakibe gösterdiğimiz saygıyı ASVEL’e de gösterdik. İyi oyunculara sahip olduklarını biliyorduk.
Alain Digbeu - ASVEL: Efes’in o dönem Avrupa Şampiyonu olması gerekiyordu. Herkes Efes’ten korkardı o yıllarda. Abdi İpekçi çok zor bir salondu ve biz orada oynamak için yeterli tecrübeye sahip değildik. Bir şampiyonluğumuz bile yoktu. Finallerde, kritik maçlarda hep kaybetmiştik. Sadece Fransa Kupası’nı alabiliyorduk.
Gregor Beugnot - ASVEL Antrenörü: Oyuncularım daha serinin ilk maçında Abdi İpekçi’deki ambiyanstan çok etkilenmişti. Ben biliyordum o sıcak atmosferi ama genç takımım bunun ayırdına biraz geç vardı. Farklı kaybettiğimiz o maçta ne oyun planını uygulayabilmiştik, ne de oyuncularım taktiksel yapıya konsantre olabilmişti. Korkuyorlardı. Daha ilk maçtan takıma hâkim olan o korkuyu dağıtmak zor oldu. İstanbul’a ikinci gelişimizde, oyuncularıma sürekli “Ambiyansı ve skoru önemsemeyin, sadece stratejimize konsantre olun” telkininde bulundum.
Alain Digbeu - ASVEL: Maçtan önce antrenörümüz Beugnot bir toplantı yaptı. Koç gelmeden şaşkın şaşkın etrafa bakıp, Abdi İpekçi’de acayip gürültü çıkaran 12 bin taraftarı dinliyorduk. Beugnot bizi topladı ve o atmosferde oksijen almamızı sağlayacak cümleleri sarf etti: “Bazen rüyaları gerçekleştirmek için hayal etmeniz lazım.”
Efe Aydan - Tofaş Genel Menajeri: Selanik’teki maçın başında skorbord arıza yapmıştı. Seyirci de o ana kadar devredeydi. Bağırdılar, tansiyon yükseldi, tam oyuncular hazır hâle gelirken… Hop, skorbord gitti. Herifler bir anda dibe vurdu. Pilleri bitti. Maç da gecikmeli, bir saat sonra başladı. Adamlar soğumuş, biz oynuyoruz. Ama biz de yani öyle bir oynuyoruz ki, görmeniz lazım; rezalet bir basketbol! Aris de hiç oynamıyor. Biz en azından konsantreyiz. Yunanistan’dayız, yaparız, kazanırız, aslan Türk erkekleri falan diyoruz. 11 sayı farkla kazandık Selanik’te. Bursa’ya geldiğimizde sağ olsun başta Levent Topsakal olmak üzere, “Abi, 11 fark var. Biz bu kupayı alırız. Aris ne ya?” minvalinde konuşmalar vardı. O maçı kazandıktan sonra da tabii hayaller kurmaya başladık.
Panos Kapazoğlu - Aris Genel Menajeri: Koraç yarı finalinde Mike D’Antoni’nin çalıştırdığı Benetton’ı elemiştik. Glenn Sekunda, Zeljko Rebreca ve Henry Williams gibi oyuncular vardı onlarda. Benetton’ın yanında Tofaş çok zayıftı. Her türlü şampiyon oluruz diye düşünüyorduk. İlk maçtaki 11 sayılık fark bizim için problem değildi.
Slobodan Subotic - Aris Antrenörü: Oyuncularım hiçbir şey kazanmamıştı. Ne bir lig kupası ne bir Avrupa şampiyonluğu… Tamam bu bizi tecrübesiz yapabilirdi ama bir anlamda başarıya aç kılıyordu.
Tolga Öngören - Tofaş: Çelik Palas’ta kamp yapıyoruz. Hollanda ile oynanacak milli maç için bütün futbolcular da orada. Konuşmalar hep, “Biz Hollanda’yı geçeriz, siz zaten Yunanları yenmişsiniz” şeklinde. Herkes birbirini rahatlatıyor. Aslında öyle olmaması gerekiyordu.
Atilla Çakmak - Tofaş Antrenörü: Bence de hatalarımızdan biri oteli değiştirmemekti. Yani öyle bir ortam vardı ki, bir bakıyorsunuz bizim Levent Topsakal, Hakan Şükür’le yan yana. “Gelin beraber fotoğrafınızı çekelim” diyorlar. Beş-on dakika sonra milli takımdan başkasını yakalayıp, “Amerikalılarla seni çekelim” diye garip işler yapıyorlar. Hatta o milli maçın başında bizim takımı rica minnet Bursa Atatürk Stadı’na çıkardılar, “Tofaş kazandı” diye… Çok kötüydü. Bizim de biraz tecrübesizliğimize geldi.
Efe Aydan: Cinlik ediyoruz, diyoruz ki, iki maçı aynı güne koymayalım. Salon dolmaz. Şampiyonluk maçı bu, Aris üzerinde baskı kurmak şart diyerek maçın gününü değiştiriyoruz. Aslında çarşamba günü oynasak, seyirci gelsin gelmesin biz maça daha çok odaklanacağız çünkü en azından İstanbul basınıyla, bizi gaza getirecek olan o, “Aferin, aslansın, kaplansın” kitlesiyle aynı otelde kalmayacağız.
Şemsettin Baş - Tofaş: Dönüşte Efe Abi’yle yan yana oturduk. Efe Abi, “Aman oğlum, bu sayı farkı bizi yanıltmasın” diyordu sürekli. Esasen, otelde o milli takımla yapılan kamp bizi çok etkiledi. “Biz bugün kazandık, siz de yarın şampiyonsunuz” konuşmaları bizi gevşetti. Yunanistan’da çok sert bir maç oynamıştık aslında. Yalan yok, o bizi kenetlendirmişti. Bursa’da ise tam tersi oldu.
2 | Acaba?
"Ya kaybedersek?"
Ufuk Sarıca: Yani, küçümseme diyemem. Ama son maça çok gereksiz bir stresle çıktık. Bahsettiğimiz seviyelerde rakibi küçük görme gibi durumlar pek olmuyor. Ama kendi salonunda oynarken ‘acaba’ soruları kafana girdiği an, gidişat tamamen rakip takımın lehine dönmeye başlıyor.
Alain Digbeu: Koç Beugnot’un o söylediğim konuşması elektroşok etkisi yarattı bizde. Ne zaman korksak o cümleyi hatırlayarak ekstra enerji ürettik. 12 bin kişinin önünde ısınmaya çıktık, takımda herkes, “Hadi gidelim, hadi kazanalım” diye bağırıyordu. Muhteşemdi.
Aydın Örs: ASVEL, belki spektaküler oyunculara sahip değildi ama çok atletiktiler. Özellikle takım savunmasını müthiş yapıyorlardı. Brian Howard, Jim Bilba ve Alain Digbeu bu alanda öne çıkan isimlerdi. Ayrıca, Delaney Rudd gibi çok iyi bir oyun kurucuya sahip olmaları onları rahatlatmıştı. Ama ne olursa olsun biz yine de daha iyi bir takım görüntüsündeydik. Abdi İpekçi’deki son maça da kendimize çok güvenerek çıktık.
Tamer Oyguç - Efes Pilsen: Şöyle bir durum var, kendi sahanda vurup gitmek istersin seyircinin de gazıyla; ama biz vuramadık. Güven eksikliğinden “Ya kaybedersek” diyorduk hep. ASVEL’den değil de kendimizden korkarak çıktık sahaya.
Panos Kapazoğlu: Bursa’da hiç baskı hissetmedik. Salon tıklım tıklımdı ama takımlarını itmediler. Salondaki seyirci sanki bir ‘sevinç yumağı’ gibiydi. Taraftar gibi davranmıyorlardı.
Tolga Öngören: Bizim kadrodaki tecrübeli oyuncu eksikliği aşikârdı. Rogers ilk kez oynuyor. Griffith öyle. Belki Alanovic ve Samir Avdic o hususta yardımcı olabilirdi ama sonuçta onların tecrübesi de sınırlı. Bunun dezavantajını yaşadık
3 | Maç Başlıyor
“Formasını yanağına sildiğinde beni uyutmaya çalışıyordu"
Gregor Beugnot: Serideki stratejimizi özetlemeye çalışayım. İlk maç 40 dakika boyunca bire bir savunma yaptık. Efes Pilsen hem takım, hem de bireysel anlamda bizden çok daha güçlü olduğu için, her alanda üstün geldi. Lyon’da oynanan ikinci maçta ise, bir 10 dakika kadar match-up zone, yani eşleşmeli alan savunması uyguladık. Bu Efes’te şok etkisi yarattı ve hücum etkinlikleri sınırlandı. Seriyi ancak böyle 1-1’e getirdik. Oyuncularım ikinci maçtaki zaferden güç alarak, serinin finalini tamamen eşleşmeli alan savunması yaparak geçmek istedi. Bense karşı çıktım. Zira oyunun tamamında bu tip bir alan savunması yapmak, Efes’in kolayca adapte olmasını ve bu önemli savunma silahını bertaraf etmesini sağlayabilirdi.
Aydın Örs: Üçüncü maçın baskısını hissedeceğimizi tahmin ediyorduk. Düşünsenize, salonda 12 bin kişi var, dışarıda da tonlarca insan içeriye girmeyi bekliyor. Herkesin gözünde biz Final Four’a gitmişiz. Müthiş bir sezon geçiriyoruz, ASVEL’e elenmemiz için hiçbir sebep yok.
Alain Digbeu: O maçta Naumoski’yi 20 dakika tuttum. Görevim buydu. O kadar çok video izledim, analiz yaptım ki… Oturup saatlerce “Naumoski ne seviyor, ne zaman şut atıyor?” diye izledim. Formasının askısını yanağına sildiğinde beni uyutmaya çalışıyordu, bunu biliyordum. Ama işin en acı veren yanı, bunun farkında olsanız bile Naumoski’nin o şutu atmasını engelleyemezdiniz. Ben sadece onu biraz yavaşlatmaya çalıştım. Hepsi bu.
Tamer Oyguç: Naumoski formayı yanağına sildiği zaman perdelemeye giderdim, o da perde üstünden şut kullanırdı. Bir takım seti değildi ama ikimiz bunu kanıksamıştık. Petar’la aramızdaki özel bir şeydi.
Jim Bilba - ASVEL: Son maçtan önce ekipte herkes daha doğru işleri yapmaya odaklandı. Hem savunmada hem hücumda çözüm odaklı ilerledik. Psikolojik olarak durumumuz, diğer iki maçla kıyas kabul etmezdi. Hiç geri adım atmadık. Baskıyı hep Efes’e ittik. Bu da dakikalar geçtikçe özgüvenimizin artmasına sebep oldu.
Alain Digbeu: Genel olarak oyun planımız şu şekildeydi:
-Savunmada yardımları unutma.
-Mirsad’ı box-out et.
-Hücumda Derrick Alston üstünden ikili oyun oyna.
-Naumoski’ye kolay şut imkânı verme.
Ufuk Sarıca: O dönem birinin çıkıp 30 attığında takımına maçı kazandırdığı yıllardı. Skorerleriniz iyi durumda olmadığında ise işiniz zordu. Biz ASVEL’e karşı bu tehditten yoksunduk. Ne Naumoski ne de Karasev’in performansları, maçı kazanmamız için yeterli olabildi. Zaten Karasev çok kaliteli bir oyuncu olsa da Efes Pilsen performansı hep beklenilenin altında kalmıştı.
ASVEL baskıyı omuzladı. Delaney Rudd ve Brian Howard gibi oyuncuların iyi performanslarıyla, gerginliği minimize ettiler. İşler özellikle ikinci yarı iyi gitmeyince bizim gerginliğimiz artmaya başladı. Aslında o Efes kadrosunun en iyi yaptığı şey, oyunu kontrol edip istediğimizi aldıktan sonra tempoyu düşürmekti. ASVEL’e karşı bunu yapamadık. Demoralize olduk.
Alain Digbeu: Temelde, değişen savunma felsefemiz bize seriyi kazandırdı. Alan savunmamız Efes’i çok rahatsız etmişti. Zaman zaman tek uzun, dışarıda dört oyuncuyla sahada yer aldığımız da oldu. Kusursuz bir maç planıydı.
Gregor Beugnot: Maçın son bölümüne yakın ya da bir yerde çift hanelerle geriye düşersek alan savunmasına geçeriz diye düşündüm. Takıma da bunu net bir şekilde söyledim. Nitekim ilk üç çeyrekte çok iyi savunma yaparak güven depoladık. Son periyotta da eşleşmeli alan savunmasını uygulayarak Efes’i şaşırttık. Kritik husus buydu. Stratejiyi doğru zamanlamayla uygulamak mühimdi.
Aydın Örs: Vasili Karasev’in kaçırdığı o iki üçlüğü hâlâ unutamıyorum. Naumoski’nin penetrelerinden iki boş pozisyon yaratmıştık ona. Her zaman çok kolay sayıya çevirdiği atışlar. Belki bir tanesini soksa maçın kaderi değişebilirdi. Ama olmadı işte. Sonunu getiremedik.
Tamer Oyguç: Karasev’in çemberden çıkan şutunu hatırlıyorum. Bir anlamda Efes kariyerinin özetiydi. Ondan takımın şutörü olduğu için beklentimiz hep büyüktü. Ama bir türlü o beklenilen seviyeye gelemedi. Güven eksikliği her an hissediliyordu. Naumoski’nin takım lideri oluşu da performansını çok etkilemişti. Efes’e gelene kadar çok başarılı bir oyuncuydu. Bizde ise tamamen Petar’ın gölgesinde kaldı.
"O Efes kadrosunun en iyi yaptığı şey, oyunu kontrol edip istediğimizi aldıktan sonra tempoyu düşürmekti. ASVEL’e karşı bunu yapamadık." -Ufuk Sarıca
Jim Bilba: Biz oyunu kendi lehimize çevirince Efes’in saha avantajı da bir anda dezavantaja dönüştü. Tribünleri bir endişe hâli sardı, şüpheye düşmüşlerdi. Biz bunu hissettik ve kendimize güvenimiz tavan yaptı. Maçın son beş dakikasında Efes belki de tam olarak ilk kez “Acaba gerçekten bu maçı kaybediyor muyuz?” korkusuna kapılmıştı. ASVEL için olabilecek en iyi senaryoydu.
Slobodan Subotic: Oyun planımız, içeriden oynayarak Tofaş’ı zorlamaktı. Maç başında Samir Avdic’in sakatlanması bu anlamda işimize geldi. Onun iyi bir oyuncu olduğunu, eşleşme problem yaratabileceğini biliyordum. Ayrıca savunma yönünde, Tofaş oyun kurucularına baskı yaptık. Bu durum da fark yarattı.
Atilla Çakmak: Devreye üç sayı geride girdik. Soyunma odasında bile farkı önemsemedik. Konuşmalar hep, “Biz bu maçı kazanacağız. Orada kazandık, burada da kazanırız” şeklindeydi. Ama Selanik’te bize maçı getiren Rashard’ın bu kadar kötü durumda olduğunu tahmin edemedik. Zaten kader anı demeyeyim de, daha 4. dakikada Samir Avdic’in sakatlanması çok büyük şanssızlıktı.
Efe Aydan: Bir basketbol maçı izlerken hiçbir zaman kim girdi, kim çıktı falan onlarla ilgilenmedim. Genelde şu soruları yöneltirim kendime:
-Maçtan düşen oyuncum var mı?
-Konsantrasyonları nasıl?
-Bu maçı ne kadar istiyorlar?
Evet, sahada bir mücadele vardı ama Samir’in sakatlığından sonra “Eyvah” dediğimi hatırlıyorum. Rashard çok etkisizdi zira. Hiçbir topu tutamıyordu. Hatta dönemiyordu. Steven’ın (Rogers) ilk devre mücadelesi vardı bir tek. Epey candan oynuyordu çocuk. İkinci yarı başları Tofaş tarihinde hep problem olmuştur. O maçta da yine benzer bir senaryo vardı. Neden olduğunu bilmiyorum ama öyle bir derdimiz var bizim. Soyunma odasına girince gevşiyoruz.
Samir Avdic - Tofaş: Bursa’daki maçta ayağıma Mario Boni bastı ve sakatlandım. Maçı da bu yüzden izleyemedim. Direkt hastaneye götürdüler beni. Salonda olmadığım için hâlâ pişmanlık duyarım.
"Sahada bir mücadele vardı ama Samir’in sakatlığından sonra 'Eyvah' dediğimi hatırlıyorum." -Efe Aydan
Atilla Çakmak: Samir çıktıktan sonra Shackleford ve Ortiz eşleşmeleri Murat (Konuk) ve Serdar’a (Çağlan) kaldı. Murat’ın boyu 2.00, ha keza Serdar da öyle. Gerçekten pota altında bizi çok ezdiler. Beni en çok rahatsız eden durum da bu oldu. Bir ara alan savunmasına döndük, hatta iyi savunur gibi de olduk ama yetmedi. Shackleford ve Ortiz belki o dönem Avrupa’nın en önemli iki uzunuydu.
Efe Aydan: Bir de Yunanistan’dan sürekli gelen telefonlar vardı. Samir, Rashard ve Alanovic’in telefonları isteniyordu. Israrlı olarak, durmak bilmiyordu bu talepler. Ben de bu röportaj taleplerinden hep rahatsızlık duydum. Oyuncularımızla bire bir görüşülme fikri beni çok tedirgin ediyordu. Ne tekliflerle geldiler, ne söylendi, bunu bilemezsin. Önlem almak için epey mesai harcıyorduk.
Tolga Öngören: Biz kadrodaki herkese kendimiz kadar güveniriz, çünkü Tofaş oyuncusudur. Mesela ben de bir detay biliyorum. Charles Shackleford’un özel primi vardı bu final maçında. Bir adam görmüştüm, para çantasıyla gelip koçun arkasına oturmuştu. Maç bittiğinde de Shackleford’a parayı verip gitti. Bu bir şehir efsanesi falan değil, gözümün önünde oldu. Ama ortada bir basketbol maçı vardı ve adamlar onu bizden daha iyi oynadı.
4 | Hastane Koridorlarında
"Jim, ne yaptın? Jim!"
Alain Digbeu: Bitime 45 saniye, en fazla bir dakika kalmış. Artık biliyoruz ki kazanacağız. Koç Beugnot da bunun farkında. Bir mola aldı. Dedi ki: “Maç bittikten sonra, sakın koşmayın. Yavaş yavaş, sakin sakin tünele doğru gidin.” Mola çıkışında bütün takım “Tamam koç” diye yanıtladı. Maçı aldık. Ama sonrasında ne göreyim, Jim Bilba tünele doğru koşuyor. Takımın en tecrübelisi. Düşünebiliyor musun? Brian Howard da hemen onun önünde. Ben de onlara katıldım. Üçümüz koşarak soyunma odasına gittik.
Gregor Beugnot: Ben oyuncularıma saygı göstermeleri gerektiğini söyledim ve nazik bir şekilde salondan çıkmalarını rica ettim. Bu tip yoğun atmosfere sahip salonlardan çıkarken seyirciye karşı makul olmalısınız. Saygı göstermeniz gerek. Oyuncularım ise söylenileni yapmadı.
Alain Digbeu: Zaten esas olay o koşudan sonra meydana geldi. Bilba, heyecanından bir cam kapıya vurdu ve bileğini kesti. Korku filmleri gibi, felaket bir görüntüydü. Kan fışkırdı ve hemen bayıldı zaten. Ben onun arkasındayım, bağırıyorum: “Jim, ne yaptın? Jim!” Final Four sevincimiz bir dakika bile sürmedi. Onu da suçlamadık, sadece ne yapacağımızı düşünüyorduk.
Gregor Beugnot: Maçtan sonra oyuncular soyunma odasına girmeye çalışıyor, kapı kapalı. Bir pencere var kapının üst bölümünde; kapıyla aynı renk. Kapı mı yoksa pencere mi, farkı pek anlaşılmıyor. Jim o sırada adrenalin yüklü. Heyecan ve sevinçle karışık, kapıyı açmak için yumrukla kapıya vurunca cam kırılıyor. Halbuki onun isteği cama vurmak değil. Sadece içeri girmek. Bu olay sonucunda da ne yazık ki bileğindeki tendonlar kesiliyor.
Alain Digbeu: Daha sonra el cerrahisi uzmanı bulmak için bir hastaneye gittik. Şans eseri biz oraya vardığımızda, doktor da tam çıkmak üzere. Tercümanımız “Lütfen kalın, çok acil bir durum var” diye durumu anlattı. Jim’i sonra hemen ameliyata aldılar. Bir grup otele döndü, ben hastanede bekledim. Doktorlar sürekli “Otele geç sen de, çok uzun bir ameliyat olacak” diyordu. Bütün gece Jim’den gelecek haberi bekledik. O haber de ancak sabaha karşı gelebildi. Jim’in hastanede biraz istirahat etmesi gerekiyordu. Biz Lyon’a döndük, o ancak bir-iki gün sonra Fransa’ya uçtu.
Jim Bilba: Korkunçtu. Her şey çok kötüydü. Hastaneye gitmek zorunda kalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum. Hayatımdaki en büyük meydan okumalardan biriydi o sakatlıktan dönüş süreci. Kariyerime çok etkisi oldu. Her düşüşte bir çıkış yolu bulamazsanız hayata devam edemezsiniz.
Gregor Beugnot: Bilba yaralanınca hemen Efes yöneticilerini aradık. Onlara durumu anlattık ve bir ambulans talep ettik. Aslında salon çevresinde çok yoğun bir trafik olduğundan, ambulansın gelmesi pek mümkün gözükmüyordu. Sağ olsunlar, tüm zorluklara rağmen bize bir ambulans tahsis edildi.
Aydın Örs: Ben sonradan öğrendim Bilba mevzusunu. Soyunma odaları ayrı yerlerdeydi ve üzüntüden bitmiş vaziyetteydik. Duyma ihtimalimiz yoktu. Ancak evlere gittikten sonra “Ya duydunuz mu, böyle bir şey yaşanmış” diye haber verdiler. Çok üzücü bir olay elbette. Bildiğim kadarıyla kariyerine biraz da ara verdi bu yüzden.
Gregor Beugnot: Ambulanstayken şoför, “Hangi hastane? Amerikan mı yoksa Türk hastanesi mi?” diye sordu. Efes’ten bize yardımcı olan kişi de “Türk hastanesine gidelim” diyerek fikrini söyledi. “Tamam” dedik ve iyi ki de oraya gittik. Bizimle olağanüstü bir cerrah ilgilendi. Bilba çok şanslıydı. Cerrah, hastanenin bütün imkanlarını kullanma hakkına sahipti ve ameliyat süreci tepeden tırnağa kusursuz ilerledi. Hatta, Fransa’ya döndüğümüzde ülkenin en iyi cerrahlarından birine gittik. Fransız doktor, Türkiye’de yapılan bu ciddi ameliyatın ‘fantastik’ olduğunu söyledi. Eğer o kararı vermeseydik, Bilba’yı o mükemmel cerrah ameliyat etmeseydi belki de oyuncumun kariyeri bitecekti. Elini bile kullanamayacak noktaya gelebilirdi. Ucuz atlattık.
Efe Aydan: Selanik’teki ilk karşılaşmanın öncesinde Griffith hastaneye kaldırıldı. Zatürre teşhisi tam anlamıyla konulmamıştı ama belirtiler o yöndeydi. Uludağ Üniversitesi’ne yatırdık onu. Ağır bir antibiyotik tedavisi uygulandı ve Griffith, ancak o şekilde Yunanistan’daki maçtan bir gün önce ayağa kalkabildi. Tetkikler yapılıyor, vücutta mikrop falan yok. Sadece, “Çok halsiz olur, dikkat edin. Maçtan önce mutlaka serum verin” dediler. Selanik’teki maçta o şekilde sahaya çıktı. Sıfır antrenmanla, bir gün önce ayağa kalkmışken mükemmel top oynadı. 19 sayı attı, 14 ribaund aldı. Shackleford’u bitirdi. Yunanistan’da kazandık, döndük ülkeye Telekom maçı var. Adam bize sürekli, “Abi ben çok yorgunum. Bacaklarım ağrıyor” diyor. Biz de hastaneye götürüyoruz. Tetkikler yapılıyor, bakıyoruz bir şey yok. “Yok lan işte bir şeyin, bak bir şey çıkmadı” diye söylüyoruz Griffith’e. Onu maça çıkartmadık, Telekom da yendi bizi. Ama Avrupa Kupası finalimiz var, oynaması gerekiyor. Biz buna hâlâ antrenman yaptırıyoruz. Gel gör ki Rashard koşamıyor, yürüyemiyor ve gidip gelemiyor. Üç dakika koşuyor, beş dakika oturuyor. “Allah allah, ne oluyor bu adama?” diyoruz. Çok aradayız o anda dinlendirsek mi dinlendirmesek mi diye tartışıyoruz. Nitekim oynattık ama Griffith ikinci maçta batırdı. Sonradan öğreniyoruz; sebebi vücuda verilen ağır antibiyotiklermiş. Şimdi tam tıbbi tabirini bilmiyorum, vücutta bilmem ne birikimi yapıyormuş o antibiyotikler. O birikimin vücuttan atılması için hastanede dinlenmesi gerekiyormuş Rashard’ın. Bizse yedik bitirdik adamı. Bu da doktorlardan gelen hatalı bilgi yüzünden oldu.
Atilla Çakmak: Bursa’daki maçtan sonra Rashard yerde yatıyordu. Bir süre de kalkamadı, baygın vaziyetteydi. Defalarca doktora gittik ama bize hep “Onun bir şeyi yok, merak etmeyin” dediler. Çok üzgünüm bu yüzden.
Rashard Griffith - Tofaş: İlk maçtan önce iki hafta boyunca hastanede kalmıştım. Sonra taburcu oldum, Selanik deplasmanında iyi oynadım. Bursa’da bir maç daha vardı ama kaybetsek bile 12 sayıyla bitmeyeceğinden emindik. Ben rövanşta biraz kötü hissettim, kendimde değildim pek. Maç başlayana da kadar bunun farkına varamamıştım.
5 | Tükeniş
"Peki başarılı mıyız? Bilmiyorum"
Aydın Örs: Çok müthiş bir maç kazansak da kaybetsek de benim tarzım değişmez. Antrenörlük kariyerimde en çok 2002 Indianapolis’teki Brezilya ve ASVEL maçlarına üzüldüm. Sonrasında hayat devam etti. Yine olsa, yine edecek. O gün tribünde olan oğlum hüngür hüngür ağlamıştı. Eşimden bunu duyunca kendi üzüntümü unuttum bir anda. Yani o çocuk... Çok yaşamak istiyordu Final Four’u. Oraya kadar domine ederek gelmiştik. Her şey yolunda giderken... Tak diye bitti.
"Oraya kadar domine ederek gelmiştik. Her şey yolunda giderken... Tak diye bitti." -Aydın Örs
Gregor Beugnot: Jim Bilba o sakatlığı yaşamayıp takımla beraber Final Four’a gelebilseydi Barcelona’yı yenerdik. Jimenez’i tutamamıştık o gün. Takımın lideri ve en iyi savunmacısı bizimle beraber olsa, her şey farklı gelişirdi.
Tamer Oyguç: Türkiye’nin maksimumu bizdik. Türkiye basketboluna Koraç Kupası’nın yanı sıra, günde çift idmanı da Efes Pilsen getirmiştir. “Biz çift idmandan yeni çıktık” dediğimizde, “Siz manyak mısınız?” cevabını alırdık. Aydın Abi bizi lig sonuncusuna karşı oynarken bile aynı şekilde hazırlardı. Maç seçmezdik. O yüzden asla “ASVEL’i kesin eleriz” diye bir düşünceye kapılmamıştık. Maçtan sonra arabaya atladım. Sürüyorum öyle. Bir yandan bağırıyorum, küfür ediyorum. Nerede yanlış yaptığımızı anlamaya çalışıyorum. Otobandan basıp giderken kafayı bir kaldırdım, ‘Edirne il sınırı’ yazıyor. Tekirdağ’ı falan nasıl geçtim inanın hiç hatırlamıyorum. Anca benzin ışığı yanınca kendime geldim.
Alain Digbeu: O takımla, o küçük salonda neredeyse her şeyi tecrübe ettik. Parasızlık çektik. Malzeme bulamadık. Ama aile gibiydik. Ego problemi yoktu. ASVEL kadrosu da o dönem çok az değişti. Birbirimize bağlanmamız açısından da önemi büyüktür. Final Four’a biraz boşu boşuna gittik. Çok düşünüyorduk Jim olmadan ne yaparız diye. Barcelona zaten kuvvetli, biz de eksik ve üzgündük. 1998 Fransa’dan Lillian Thuram’ı al, savunma nasıl olur? Thuram neyse Bilba da o işte.
Efe Aydan: Son maç öncesi bize gelen Koraç Kupası’nı cam ekrana koyup duvara asmıştık. Sonra alamadılar kupayı oradan. Camın içinde ısındığından kimse tutamadı kupayı. Eli değen yanıyor, kimse kupayı alamıyor. Çok büyük bombaydı ya. Havluyla falan tuttular sonra da öyle verdiler Aris’e. O akşam Bursa’da bir zafer yemeği de planlamıştık. Koç Holding’in bütün yöneticileri davetliydi. Athena da gelecekti kutlamalara. Gerçi yine geldiler ama kutlanan bir şey yoktu.
Atilla Çakmak: Ben maçlardan sonra çok kötü hissettiğim zaman kendimi odaya kilitlerim. O zaman kızlarım da küçüktü. Hemen kendime gelmeye çalışırdım. Bunun için de mahremiyete, yalnızlığa ihtiyacım olurdu. Aris maçında bundan farklı olarak, eşime bir şeyler demişim. “Dünü başa almak, tekrardan yaşamak isterim” sözünü neden sarf ettim hâlâ bilmiyorum.
Efe Aydan: Maç bitti. Salondan çıktım. Arabaya atladım bastım gaza gidiyorum. Ulan nereye gitsem derken Pembe Çarşı diye bir alışveriş merkezi gördüm, daldım oraya. Girdim bir hamburger yedim. Sonra geçtim kenara, düşünmeye başladım. Düşündüm; biz başarısız mı, yoksa başarılı mıyız diye. Lan final oynayıp da “Yuh Allah kahretsin sizi” denilen ilk takım mı olmuştuk yoksa? Derken basın sözcümüz Murat Güzen çıktı karşıma. O da benim gibi boş boş dolanıyordu. Sinemaya girmeye çalışmış ama bilet vermemişler.
— Ne yapacağız Murat?
— Baba ben üst kata çıktım, bilet istedim sinema için. Vermediler.
— Ne filmi ya?
— Böyle adamlar arabadan insana dönüşüyor, insandan tek bir şey oluyor sonra.
— Transformers mı? Voltran mı? Ne o?
— Voltran, Voltran. Voltran’ı oluşturuyorlar.
Neyse sonra çıktık yukarı. Baktık kimse gelmemiş filme. Murat gişeyle konuştu. “İçeri girmek için en az beş bilet almanız gerekiyor” cevabını aldı. Aldık beş bileti, kapattık sinemayı. Sonra ben en arkada bir köşeye oturdum, o da diğer köşeye geçti. Yalnızız, Voltran seyrediyoruz. O an boşluktayım. Ayaklarımı hissetmiyorum. Sezon bitmiş, ilk dörde girmişiz. Şampiyon olamamışız ama Koraç’ta final oynamışız. Peki başarılı mıyız? Bilmiyorum.
Tolga Öngören: FIBA kurallarına göre kupa üç kez kazanılınca ancak kulüpte kalabiliyordu. Son şampiyon sadece bir sene tutabiliyordu kupayı. Biz de birbirimize takılıyorduk, “Koraç sende mi kalacak, yoksa bende mi?” diye. Maç öncesindeki konsantrasyon kaybımız burada başlamıştı. Fener alayları falan planlandığını biliyorduk.
Şemsettin Baş: Bir de Tofaş bayrakları verilmişti seyirciye. Maçın sonuna doğru, o bayrakların plastik sopalarını çıkarıp sahaya attılar. Dikkatimiz iyice dağıldı. Yahu maç devam ediyor, fark 18 tamam da biz iki üçlük atsak ne olacak? Her şey bitmemişti ki. Daha iki dakika vardı en azından.
Panos Kapazoğlu: Ben hayatımda öyle bir maç sonu görmedim. Ki Yunanistan’da da atmosfer başkadır, biliyorsunuz. Bursa’daki maçın son periyodunda sahaya jeton, bayrak ve sopa yağdı. Sadece bir dakika içinde ortalığı yabancı madde kaplamıştı. Korkutucuydu.
"Bursa’daki maçın son periyodunda sahaya jeton, bayrak ve sopa yağdı. Korkutucuydu." -Panos Kapazoğlu
6 | Bozgun mu, Milat mı?
"O aşamalardan geçmemiz gerekiyordu"
Aydın Örs: Tofaş’ın 11 sayılık avantajdan sonra böyle mağlup olması üzücü. Kolay kolay yaşanabilecek bir şey değil. Belki onlar kazansaydı, ‘Kara Perşembe’ olmayacaktı. Benim felsefeme göre, her karanlık gecenin sonunda aydınlık bir sabah vardır. Ertesi gün derhal çalışmaya başlamak lazım. Biz öyle yaptık.
Ufuk Sarıca: Tofaş-Aris maçının skoru beni çok şaşırtmıştı. Açıkçası Aris’e karşı onları büyük favori olarak görüyordum. Bence erken kutlama yapmak Tofaş’a kupayı kaybettirdi. Havai fişekleri, kupanın nereye koyulacağı gibi konuları biraz yadırgadığımı söylemem gerek. Kendi tarafımızdan bakacak olursam, Türk basketbolunda Avrupa‘daki düşünce tarzını etkileyen, hedeflerini yükselten takım o dönemki Efes Pilsen. ASVEL maçında neyi yanlış yaptık diye bakmaktan ziyade oraların kolay olmayacağını anlamak lazım. O seviyenin takımı olsak da bu kolay olmuyor. İlla bir şeyi eksik yapmana gerek yok, karar maçında işler ters gidebiliyor. Oralar hep tecrübe gerektiren yerler. Bugün Karşıyaka’da da bunları söylüyorum.
Tamer Oyguç: Koraç üçüncü kupaydı ve daha önce kazanılmıştı. Bu yüzden Tofaş’ta onun baskısı olduğunu düşünmüyorum. Bilakis, “Onlar yaptı, biz de yaparız” düşüncesi hâkim olabilir. İnsanlar bizden sonra ‘bir yerleri’ hedeflemeye başladı. “Efes bunu başardıysa, birkaç senelik yatırımla biz de yapabiliriz” denildi. Türkiye basketbolu için ‘Kara Perşembe’ olarak anılan gün, aslında bir milat oldu bu açıdan. Efes, Real Madrid’i yenemeyince hesap soracak duruma geldik.
Atilla Çakmak: Efes maçını oyuncular seyretmemişti. İstanbul’da maç bittiğinde, bizimkiler sahaya çıkmıştı. Ben de soyunma odasındaki televizyondan görmüştüm sonucu. Tabii ki üzülmüştüm ama bizim maça, en azından benim açımdan, herhangi bir etkisi olmadı.
Şemsettin Baş: Efes’in yenildiği haberini alınca, “Artık Türk basketbolunu biz temsil ediyoruz” minvalinde bir konuşma yapmıştık. En nihayetinde biz de başaramadık ama o gün bir eşik atladığımıza inanıyorum. Kaybettik ama aslında kazanarak çıktık.
Tolga Öngören: Yedi aylık emeğin, 3 Nisan gecesinde yok olduğu yaklaşımına katılmıyorum. Bu çok duygusal bir perspektif. Hiçbir kulübün yedi ayda, hatta yıllar içinde biriktirdiği emek heba olmaz. Zira şampiyon olduğunuzda da dünyanın tepesine oturmuyorsunuz. Evet, Tofaş ‘Kara Perşembe’nin bir parçası oldu ama o gece acemiliğinden kaybetti. Bir maç bitmemişse, bitmemiştir. O seri de henüz bitmemişti. Şu anda hiçbir Türk takımı o konumdayken kupayı vermez.
"Fransa’da kesinlikle Türkiye'deki gibi melankolik bir hava oluşmazdı. Kaybetsek kimse ‘Kara Perşembe’ demezdi." -Alain Digbeu
Slobodan Subotic: Selanik’te 10 bin kişi bizi bekliyordu. Havalimanından ancak üç saatte çıkabildik. İnanılmazdı. Oradan şehir meydanına gidene kadar peşimizden geldi Aris taraftarı. Kutlamalar sabah 3’e kadar devam etti. Koraç şampiyonluğu tabii ki kariyerimi etkiledi. Panathinaikos finalden sonra teklifte bulundu. Ben de Avrupa’nın en büyük kulüplerinden birine giderek iki yılda iki lig zaferi yaşadım. Hayatım değişti.
Alain Digbeu: Efes galibiyetinin etkisiyle bizim takım o kadar popüler oldu ki hep manşetlerdeydik. Herkes, “ASVEL nasıl şampiyon olamadı?” diye üzülüyordu. Ama favori Efes değil de biz olsaydık ve seriyi kaybetseydik, Fransa’da kesinlikle Türkiye'deki gibi melankolik bir hava oluşmazdı. Kaybetsek kimse ‘Kara Perşembe’ demezdi.