Karanlık Sular

17 dk

Milorad Cavid’in hayatı, Michael Phleps’e 0.1 saniyeyle geçildiği yarışla hatırlanıyor. Oysa eski yüzücünün anlatacak daha çok şeyi var. Kendisinden dinleyelim.

Milorad Cavic için sorular ve cevaplar hep önemli oldu. Bu röportajın sorularından bahsetmiyorum; bunlar, eski yüzücünün uzun bir otobüs yolculuğunda ve ertesi gün otel odasında yapacağı telefon konuşmalarında cevaplayabileceği, en fazla iki gününü alacak sıradan şeyler. Cavic için asıl mühim olan, hayatına dair sorular oldu daima. 2008 Beijing Olimpiyat Oyunları’nda Michael Phelps’i yenemeyen (ve biraz da yenen) isim olarak tanınan Cavic’le hayatını, kariyerini, babasını, kendisiyle aynı adı taşıyan ve intiharla yaşamına son veren dedesini konuştuk. Bir de elbette Phelps’i...

Şu an Louisiana State Üniversitesi’nde asistan koçluk yapıyorsunuz. Neden yüzme dünyasına dönmeye karar verdiniz?

Emeklilikten sonra iki yıl otomobil satışı yaptım. Satış yapmaya dair sevdiğim şeylerden biri de spora benzemesiydi. Bu bir süreç, anında hiçbir şey kazanamıyorsunuz. Başarılı olmanın ya da başarısız olmanın milyonlarca farklı yolu var. Güzel işti, geliri iyiydi. Ama şunu düşünüyordum: Hayatımı böyle mi sürdüreceğim? Yaşamımın geri kalanında beni bu mu tanımlayacak?

Şimdilerde koçluk yapıyorum, haftada iki ya da üç kez yüzüyorum. Hayatımda hep bir rutinim oldu. Ne zaman bir karar vermem gerekse suya girdim. Kendimi her şeyden arınmış, tamamen tek başına hissettiğim tek yer orası. Yüzdüğüm esnada, yaşamda hangi yola girdiğimi anlamaya çalışıyorum. Su bana her zaman cevaplar veriyor. Bu yüzdendir ki yüzmeyle kurduğum, hayatımdaki en dürüst ve en samimi ilişki. Su benim ilk aşkımdı ve -muhtemel ki- son aşkım olacak.

Kariyerinizden devam edeceğiz ama öncelikle hayatınızın çok bilinmeyen bir tarafına gidelim. Bir Sırp olarak Kaliforniya’da büyümek nasıldı?

Harika bir yerde büyüdüm ama bir yandan da çarpıcı sosyal problemler vardı. Babam sosyalist bir ülkeden geliyordu ve babasını neredeyse hiç görmemişti. Ama buraya geldiğinde çocuklarını farklı bir tarzda büyütmeye karar vermişti. Dolayısıyla çok büyük zorluklarla karşılaştım ama bugün bakınca o zorlukların beni daha güçlü bir insan yaptığına kanaat getiriyorum.

Akranlarımla bir farkım vardı; beraber yüzdüğüm birçok sporcu arkadaşımın anlayışlı ebeveynleri vardı. Çocuklarına şunu söylüyorlardı: “Ne sonuç alırsan al, arkandayız.” Ben tam tersine inanan bir baba tarafından büyütüldüm. Eğer rekabet edemez ya da kazanamazsam benimle haftalarca konuşmazdı. Böyle bir tavır çocukken sizi ya paramparça eder ya güçlendirir. Belki de o öfkeyi kullanmak, başka bir şeye dönüştürmek ve dayanabilmek, sizi başarılı bir rekabetçi yapıyor.

Peki o dönem bahsettiğiniz sosyal problemler nelerdi?

Birinci sorun paraydı. Güney Kaliforniya’daki birçok bölgede aşırı zenginler oturuyor. Böyle ailelerde büyüyenler özellikle üniversite ve sonrasında aynı refah düzeyini sürdüremeyeceğini fark ediyor. Yaşamları boyunca her şeyi çok kolay elde ettikleri için de sıkı çalışmanın ne demek olduğunu bilmiyor ve hayatın yaratıcılıktan para kazanılan diğer yakasını tanımıyorlar. Çoğu uyuşturucu işine giriyor çünkü hızlı yoldan o hayat tarzını sürdürmeyi amaçlıyor. Bu yüzden de etrafta çok fazla uyuşturucu ve silah vardı, mafyalar yaygındı. Gergin bir ortamdı ve bunu benim lisemde de yakından görebilirdiniz. Bir de elbette ırkçılık vardı..

Sırbistan ve ABD arasında bir kimlik sorununuz var mıydı?

Ne olduğumu sorarsanız “Sırp” cevabını veririm. Kim olduğumu sorarsanız “Amerikalı” derim. Ne yanlış, ne doğru? Bu noktaları hep Amerikan bakış açısıyla değerlendiriyorum. Fakat bir yandan da geçmişim, ailem, halkım var ve Sırp tarihini kendi tarihim olarak görüyorum.

Çocukluğunuzda Yugoslavya Savaşı vardı. Savaşla ve geçmişinizle ilişkiniz nasıldı?

1990’lar boyunca iki kez sadece Belgrad’a gidebildik, 1995 ve 1996’da... Her şeyi CNN’den izliyorduk; haberleri, gelişmeleri... Bir yandan da çok garip bir dönemdi benim adıma. Oraya gittiğimde 15 doların, devasa çoklukta dinar ettiğini görmüştüm. Nasıl bir para dönüşümü olduğunu ve aradaki farkın büyüklüğünü küçük bir çocuk olarak anlamak mümkün değildi. Savaşı ve nefreti o dönemlerde anlamaya başladım. Kaliforniya’da hiç kimse savaşla ya da benzeri meselelerle ilgilenmiyordu. ABD’nin girdiği savaşlarla bile...

Ama siz farklı olmak zorundaydınız...

15 yaşında 2000 Olimpiyat Oyunları’na gittim. Kaliforniya’da yarıştığımız dünyada “Eğer iyi yüzebiliyorsan hayat güzeldir” tarzı bir bakış vardı. Fakat Sidney’de Hırvat yüzücülerle karşılaştım ve farklı bir öfkeyle, nefretle tanıştım. Sadece bir mayo ya da bayrak yüzünden, daha önce birbirleriyle karşılaşmamış insanlar nasıl birbirlerine karşı böyle nefret dolabilir, anlayamamıştım. Sonra 19 yaşında, Atina 2004’e gittim. Orada da aynı şey Arnavutlar ile aramızda oldu. Bütün bunlar gözümü açtı ve bu yüzden de ekonomi-politik okumaya karar verdim. Zamanla şunu gördüm. Tarihteki birçok savaşın ve tanrı ya da din yüzünden başladığı sanılan birçok mücadelenin kökeninde ekonomik çıkarlar vardı. Her şey parayla ilgiliydi... Yugoslavya Savaşı’nda da bu geçerliydi. Hırvatistan’da deniz, limanlar, turizm vardı. Slovenya ise dağlara hâkimdi. Ve Yugoslavya’nın o dönemki gayrisafi milli hasılasının yüzde 45’i onlardan geliyordu. Ama ülkenin yönetiminde yüzde 45 oranında güç sahibi değillerdi. Yani dinî ayrımlarla birlikte ekonomik çıkarlar da savaşın kökenindeydi.

İlk olimpiyat deneyimlerinizden bahsettiniz. O dönemden itibaren Avrupa ve dünya şampiyonalarında birçok başarı elde ettiniz ama olimpiyatta hiç altın alamadınız. En önemli hedefiniz de buydu, öyle değil mi?

Tek bir olimpiyat altını... Bir yüzücü için bundan daha büyük bir hedef olamaz. Hatta öyle ki bunu başardıktan sonra kariyerini bitiren yüzücüler vardır; çünkü motivasyonlarını kaybederler. Dağın tepesine bir kez çıktığınızda, artık görülecek başka şey, çıkılacak başka zirve kalmamıştır.

Ryan Lochte Vakası

Yüzme dünyasından sadece dört-beş gerçek arkadaşı olduğunu söyleyen Cavic, “Birçok yüzücü hayatın kadınlar, arabalar ve paradan ibaret olmadığını anlayamıyor” diyor. Ben de Rio Olimpiyat Oyunları’nda arkadaşlarıyla birlikte silahlı soygun sonucu parasını kaybettiğini söyleyen, sonra yalanları ortaya çıkınca herkes tarafından eleştirilen Ryan Lochte’yi ona soruyorum. İşte Cavic’in, ABD’li eski meslektaşı hakkındaki düşünceleri:

“Ryan muhteşem yetenekli bir sporcu ama zeki biri değil. Herhangi bir anlamda değil. Güçlü ve zengin olmayan sözcük dağarcığından, konuşma biçiminden bunu anlayabilirsiniz. Ama onun da hayatı eğlenceden ibaret değil; içme biçimi, bu noktada ipuçları verebilir size. Çünkü içmenin ya da bir şeyler kullanmanın temelinde sadece keyif almak yoktur. Aynı zamanda bir şeylerden de kaçarsınız. Onun için hem üzülüyor hem de şunu düşünüyorum: Artık 30’lu yaşlarını geçtin, büyüme zamanı."

Birçok meslektaşınızın aksine siz çok uzun süre devam ettiniz. Bunun sebebi bir türlü olimpiyat altını alamamak mı?

Yüzücüler için fiziksel zirve 24-28 yaşları arasıdır. Ondan sonra bedeniniz en iyilerle mücadele için gereken gücü kaybeder. Bir zamanlar İtalya’da yaşıyordum ve Juventus’ta oynayan bir futbolcu arkadaşımla karşılaşmıştım. Kaç saat antrenman yaptıklarını sordum, “Kimi günde iki, kimi de beş saat çalışıyor” dedi ve iki saat çalışanların tecrübeli oyuncular olduğunu belirtti. Hatta kontratlarında “İdmanlarda kalp ritimleri 180’i geçemez” gibi bir madde varmış. Andrea Pirlo gibi oyunculardan bahsettiğini sanıyorum. Bunun sebebi, daha az yorularak kariyerlerini uzatmak istemeleriymiş. Yüzmede ise tam tersi. Vücutlarımız erken yaşta hızlı bir şekilde yaşlanıyor. 28 yaşına geldiğimizde sonu görüyoruz.

Yaşadığımız tek şey yorgunluk da değil. Hayatımız değişiyor, önceliklerimiz değişiyor, yeni bir ailemiz oluyor. Özellikle o noktada zorlanıyorsunuz. Çünkü profesyonel sporcuyken ön planda olan sizsiniz. Vücudunuz, dinlenmeniz, yarışınız, toparlanmanız, antrenmanınız... Hayatla, sevgilinizle, arkadaşlarınızla kurduğunuz ilişkilere de yansıyor bu. İşin temelinde bencillik var. Başarılı olmak istiyorsanız bencil olmak zorundasınız.

Şimdi ‘o yarış’a gelelim. Beijing 2008’deki 100 metre kelebek finalini nasıl hatırlıyorsunuz? Michael Phelps’e saniyenin 100’de 1’iyle kaybetmiştiniz...

Eğer bir altın kazansaydım, yüzmeyi bırakacaktım. O yüzden, başıma gelenlere bir yandan da hediye olarak bakıyorum çünkü bu sayede yarışmaya ve yüzmeye devam etmek için bir sebebim oldu. İçimdeki ateş, arzu sönmedi...

Ama o dönemler bununla yaşamak zordu, değil mi? Çünkü bitişe önce siz gelmiştiniz ama o, duvara sizden daha sert dokunduğu için inanılması zor bir zafer kazanmıştı...

Orada yaşadıklarım bana hayatın her zaman adil olmadığını gösterdi. Oscar Wilde’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Hayatın iki trajedisi vardır. Birincisi, istediğini elde edememek. İkincisi de istediğini elde etmektir.” İstediğinizi elde edemediğinizde hayat bir trajediye dönüşür. Fakat bunun güzel yanı, mücadele etmek için bir nedeniniz kalır. Ancak istediğinizi aldığınızda da bir anda hedefsiz kalma tehlikeniz olur.

Phelps bu anlamda bir istisna mı?

Onun da bir noktada başaracak hiçbir şeyi kalmamıştı ama devam edecek kadar yetenekliydi. Parası, ünü, başarısı vardı. Lakin birçok sporcunun yaşadığı sorunla o da cebelleşiyordu: Rekabet etmeyi bırakırsan senden geriye kim kalır? Nasıl bir insansın, ne yapacaksın? Phelps’inki de bir kimlik kriziydi. Yüzmeye devam etti çünkü hayatta başka ne yapılabileceğini bilmiyordu.

ABD’de buna ‘Astronot Sendromu’ deniyor sanırım. Bir astronot Ay’dan döndüğünde biliyor ki bir daha oraya gidemeyecek. NASA’da eski astronotları kontrol merkezine koyuyorlar ve başka astronotların maceralarını izletiyorlar. Bütün hayatınızı üzerine kurduğunuz şeye bir daha ulaşma şansınız kalmıyor. Nasıl başa çıkarsınız bununla? Birçok sporcu için de aynısı geçerli. Emekli olunca yaptığınız hiçbir şey size aynı keyfi, aynı heyecanı vermiyor ve çoğu sporcu da depresyona giriyor.

Türkiye Neden Başaramıyor?

Cavic, Türk yüzmesini de yakından tanıyan bir isim. “Neden bu işte bir türlü başarılı olamıyoruz?” sorusunu ona da yönelttik...

"Tanıdığım birçok Balkan kökenli koç Türkiye’de çalıştı. Bence sizdeki sorun, motivasyon ve antrenman koşulları. Bu, yüzücü çocukların ailelerinin ekonomik durumlarıyla da ilgili olabilir tabii. Çünkü bu sporda başarılı olmak için B planının olmadığı bir noktada bulunmalısın, yüzmede ancak B planın yoksa başarılı olursun. En büyük Türk yüzücü Derya Büyükuncu ile uzun seneler boyu çalışma şansım oldu. Türk yüzmesi için harika şeyler yaptı, birçok olimpiyata katıldı. Ama bazı nedenlerden ötürü antrenmanlarda sergilediği müthiş performansı asla büyük yarışlara yansıtamadı. Belki de üniversiteyi ABD’de okuduktan sonra Türkiye’ye dönmesi bunun nedenidir. Dünya çapında yıldızlarla her gün çalışmaya devam etmedi. Eğer büyük şeyler yapmak istiyorsanız, etrafınızı benzer hedeflerle dolu insanlarla çevrelemelisiniz."

Siz de aynısını yaşadınız mı?

Evet, emekli olduktan sonra dört yıl kadar bunu yaşadım maaesef.

Nasıl yendiniz? Din mi yardımcı oldu? Başka bir şey mi?

Hayatımda üç kez dua ettim. Tanrı ile aramda sadece bir kez gerçek bir iletişim oldu, o da 2012 Olimpiyat Oyunları’nda. O yarıştan iki sene önce sırtımdan ameliyat olmuş ve altı ay boyunca hiç yüzememiştim. Karşılaştığım bütün doktorlar aynı şeyi söylüyordu: “Bir daha asla yüzemeyeceksin.” Sadece Almanya’da göründüğüm bir doktor aksini söylemişti. Bense hep aynı rüyayı görüyordum; spora yeniden dönmüşüm, kendimi bir kez daha kanıtlamışım.... Ama kalktığımda ağrılarım oluyordu. Kalbim “Go”, aklımsa “No” diyordu. Altı ay sonra idman yapmaya hazırdım. Ancak olimpiyata bir yılım vardı. Bir seneyi boşa geçirmiştim ve yüzde 80’imle çalışabiliyordum. Sonunda Londra’ya geldiğimde yarı finali gördüm, arkasından final....

Finalden bir gece önce hastaydım. Ve bütün dertlerin arasında, Tanrı’yı yanı başımda hissettim. Hiçbir gücüm ya da kontrolüm yoktu. O an dua etmeye başladım: “Tanrım, şu an neden böyle hissettiğimi bilmiyorum. Bu yarış için neden çalıştığımı veya neden kendimi kanıtlamak istediğimi bilmiyorum. Ama lütfen, madalya kazanayım ya da kazanmayayım, bana hayatıma devam edecek gücü ver. Bir kez daha yarışmak ve bunu sürdürmek istemiyorum.” Sonra uyudum ve ertesi gün yarışa katıldım. Final bittiğinde sonuçlara baktım ve birinci sıranın yanında Phelps’in adını gördüm. İkinci sırada Chad Le Clos vardı. Üçüncü yazmıyordu ama benim adımın yanında dördüncü yazıyordu. Çünkü bir başka ikinci vardı. Rus Yevgeny Korotyshkin.

Havuzdan çıktım. Normalde, bir yarış bittiğinde ya çok canlı ve neşeli olursunuz ya da öfkeli ve kızgın... Ben hiçbir şey hissetmiyordum. Hiçbir şey. Yürüdüğümü biliyordum ama vücudumu hissetmiyordum. Bedenimi kontrol edemiyor, bacaklarımı hissetmiyordum. Röportajlar veriyordum ama ne dediğimi bilmiyordum. Kaybolmuştum. İki şeye şok olmuştum; ilki hiçbir şey hissetmememe, ikincisi de her şeyin bitişine... “Wow!” demiştim kendi kendime. 19 yıl boyunca bu spordaydım ve her şey bir anda bitmişti, “Şak!” diye. Bugün sporcuyum. Yarın değilim. Bir daha asla bu fırsatı bulamayacağım, bir daha asla yarışamayacağım.

Sonraki haftalarda çok içtim çünkü bir şey hissetmek istiyordum. Herhangi bir duyguyu hissetmek bile yeterdi bana ama hayır, yapamıyordum. Bir terapiste gittim ve bunları anlattım. Biliyorsunuz, psikologlar çoğu zaman ateistir. Asla dinin veya tanrının yeri hakkında konuşmazlar. Ama bu seferki şunu sordu: “Tanrı ile ne konuşmuştun?” Duamı aktardım. Şöyle devam etti:

— Yüzmeye devam etmek istiyor musun?

— Hayır. Yarışmak istemiyorum.

— Kendini kanıtlamak istediğin biri var mı?

— Hayır.

— İdman yapmak istiyor musun?

— Hayır.

Bütün bunlardan sonra bana dedi ki: “Bence Tanrı, dileğine cevap vermiş.” Çünkü istediğim buydu. Kazanmayı dilememiştim. Elbette bunu isterdim ama o an bunun duasını etmemiştim. Tek isteğim şuydu: “Hayatıma devam etmeme yardım et.” Ve bu da hayatımda aldığım en kesin cevaptı aslında.

Bu anlamda babanızdan aldığınız katı eğitim sizi nasıl etkiledi?

Şu an ben de babayım. Ve asla babamın bana yaptıklarını çocuklarıma yapmayacağım. Lakin bir yandan da onun bana yaptıkları olmasa bu kadar başarı kazanır mıydım, emin değilim. Ama yaşaması korkunçtu. İlk dünya rekorumu 19 yaşımda kırmıştım. İnsanlar beni tebrik ediyordu. Babam da beni tebrik edenlere soğuk bir şekilde bakıyor ve şunu diyordu: “Neden onu tebrik ediyorsunuz ki? Başarılı olmak için bütün imkânlara sahipti. Bu beklenen bir sonuçtu.”

Bu bakışı beni çok etkilemişti. Aynı şekilde, çocukken bana hayal kırıklığı olduğumu söylerdi. Tüm bunlar beni öfkeli biri yaptı. 30 yaşıma geldiğimde ise artık kurban rolünden çıkmaya karar verdim. Babamın yıllar boyunca beni bir kurban hâline getirmesine izin vermiştim. Her yerim öfke ve nefretle doluydu. Nefret öyle bir şey ki pençesine düştüğünüzde sizi hayat boyu takip eder. Ama artık kurban olamazdım. Babam değişmeyecekti, anlamıştım. Zira o da çok zor bir hayat geçirmişti. Hiç babası olmamıştı mesela. Örnek alabileceği, sevmeyi ve ebeveyn olmayı öğreneceği biriyle karşılaşmamıştı. Ben, adım Milorad’ı dedemden almışım. Dedemse babam üç yaşındayken silahla canına kıymış...

Açıkçası yaşamımın acılı çok sayfası oldu ama bütün bunlar beni şimdi olduğum insana dönüştürdü. Bu yüzden de kendimle gurur duyuyorum. Ve sık sık kendime şunu soruyorum: Eğer destekleyici, sevecen bir babam olsaydı şimdi ben kim olurdum? Yüzücü mü olurdum, başka bir şey mi? Bilmiyorum. Cevabım yok. Çılgın bir soru bu. Ama şunu biliyorum; bulunduğum noktaya gelebilmek için bu tuhaf, çılgın yollardan geçmem gerekliydi.

Neden intihar etmişti dedeniz?

Depresyondaydı. 1950’lerin Yugoslavya’sında, depresyon gerçek bir hastalık olarak görülmüyordu. O dönem bir erkek olarak bunu yaşıyorsan iki yolun vardı; ya bir bara giderdin ya da bir geneleve. Benzer sorunları ben de yaşadım, 10 yıl boyunca depresyonla mücadele ettim. Ama bu da başka, büyük bir hikâye...

Son dönemde Avustralyalı efsane yüzücü Grant Hackett’ın depresyonu basında çok konuşuluyor. Benzer yollardan geçen arkadaşı Phelps’ten yardım alıyormuş hatta. Her sporda depresyon vardır muhakkak ama neden yüzücülere dair bu haberleri daha çok görüyoruz?

Hackett’in uyku ilacı bağımlılığı var. İkimiz de biliyoruz ki eğer uyuyamazsan çılgına dönersin. Bu da Hackett’ın yaşadığı sorunların temelindeki şey. Depresyon öyle bir şey ki kendinizi bir tünelde hissediyorsunuz. Bir arabada gidiyorsunuz ve önünüzde sadece tek bir yol var, sağ ya da sol yok. Çözümleri değil, sadece dertleri görüyorsunuz. Aynı şekilde Phelps’in de çok zorlu bir çocukluğu oldu. Asla babasıyla tanışmadı, çok zor şartlarda büyütüldü. Sonra da hep bağımlılıkları oldu: Kumar, alkol, uyuşturucu...

İnsanlar bu sporcuları gördüklerinde her şeyin harika olduğunu düşünüyorlar. Para, başarı, madalyalar, güzel eşler... Ama asla o insanın ayakkabılarında olmanın nasıl bir his olduğunu tahayyül edemiyorlar. Onun yerinde olmak nasıl bir şey? Babasız büyümek nasıl? Mesela Hackett yıllardır spordan uzak. Sırbistan’da emekli olunca sporcular politikaya girer çünkü bu sayede ünlerini korur, para kazanmaya devam eder ve önemli biri olmayı sürdürürler. Hackett artık önemli biri değil. Uzun zamandır değil. O şimdi geçmişte ona yalvaran insanlardan bir şeyler rica etmek zorunda. Çok önemli birinden sıradan birine dönüşmek çok ağırdır. Zira yüzme dışında gerçek bir bilginiz, iş deneyiminiz yok. Artık önemli biri değilsiniz. Bunlarla yaşamak bazıları için dayanılmaz...

Socrates Dergi