
Kaybolan Sırlar
17 dk
Şampiyonlar Ligi'nin gizemi ve büyüsü ellerimizden kayıp gitti mi? Sürpriz takımların tarihini ünlü gazeteci Rory Smith'ten dinledik.
New York Times futbol şefi Rory Smith, aynı zamanda bir seyyah. Sık sık Avrupa'yı ve Balkan kentlerini dolaşarak oradaki kulüpleri inceleyen İngiliz gazeteci, küreselleşen futbolun karanlık taraflarını da yakından biliyor.
Şampiyonlar Ligi'nde sürpriz takım algısı değişti. Ajax geçen yıl herkes tarafından 'büyük sürpriz' olarak kabul görmüştü. Halbuki Avrupa futbolunun son elli yılının en ikonik takımlarından birinden bahsediyoruz. Sürpriz takım hikâyesinden bahsetmek istersek bu yılki Atalanta'dan ya da 2012'de çeyrek finalde Real Madrid karşısına çıkan APOEL'den söz etmek lazım. Ha, geçen sezon gerçekten de ilgi çekiciydi. Ajax-Tottenham yarı finali ve Liverpool'un Barcelona karşısında geri dönüşü eşine zor rastlanır durumlardı. Normalde yarı finalde Barcelona ile beraber Bayern Münih ve Real Madrid gibi takımların olmasına alışmıştık. Bayern, Barcelona, Real Madrid, bir Premier Lig takımı, belki Atletico Madrid ve Juventus. Tahmin edilebilirlik her şeyi sıkıcı hale getiriyor. On tane yüksek kalite maç izliyorsun ama bu kez de "Bu filmi daha önce görmüştüm" hissi oluşuyor. Oysaki bu kupanın cazip özelliklerinden biri de pek karşılaşamayan takımların maç yapabilmeleridir. Şimdilerde bu gizem hissini arar olduk.
Futbolda 'gelenekselciler' ve ileri istatistik bilimine kapılarını açan modern futbol analitiği sevdalıları yani 'modernistler' arasındaki çekişme üzerine bir yazı yazmıştım yıllar evvel. O günden bugüne modernistlerin savaşı kazandığını söyleyebilirim. Zira neredeyse her kulübün futbol analitiği üzerine uzmanlaşmış departmanları var. Artık savaş, bu veriyi en iyi kim yorumlayıp kullanacak eksenine kaydı. Fikirlerin yine kısa sürede yayılmasına bağlanıyor konu. Liverpool, Michael Edwards yönetiminde bir ekiple uzun yıllardır sürekli gelişerek ve Klopp ile de koordineli çalışarak harika bir takım kurdu. Zaten artık düşük bütçeli kulübün veri analizi ekibinde algoritma geliştiren bir uzmansanız Manchester City sizi ve algoritmanızı alıyor. Tüm o para ve futbolcuların yanında en iyi algoritma da zengin kulüplerin elinde. O yüzden de futbolda pek sır kalmadı. Geçmişte keşifler daha sık olurdu. Dinamo Tiflis, Steaua Bükreş, Kızılyıldız, Dinamo Kiev, Hajduk Split, Spartak Moskova, CSKA Sofya, Sparta Prag... Heysel'den sonra İngiliz kulüplerinin aldığı ceza esnasında bu takımları daha fazla izleme şansımız olmuştu. Kendi liglerinde neler yaptıklarını sadece okuyabiliyorduk ancak maçları televizyon ekranına yansıdığında, "Vay canına!" denirdi.
O gizemi yaratan takımlardan biri 1980'lerdeki Steaua Bükreş'ti. İnsan haklarını hiçe sayan Çavuşesku ölmeseydi de Steaua sadece 1986'da değil sonrasında da kazansaydı demek doğru değil ama o takımlara da yazık oldu. 1989'da Nikolay Çavuşesku ve eşi Elena kurşuna dizilerek öldürüldüğünde bir Demir Perde ülkesinin de kaderi değişmişti. Rejim yıkılırken bazı futbolcular da ilk defa yurtdışına transfer olma fırsatı yakalıyordu. 1989 Şampiyon Kulüpler Kupası Finali'nde Milan karşısına çıkan Steaua on birinden dokuz futbolcu iki yıl içinde Batı Avrupa takımlarına transfer olmuştu. Devlet destekli spor sisteminin zayıflaması ve serbest piyasa ekonomisinin agresif etkisi eski Doğu Bloku takımlarının rekabet şansını yok etti. Demir Perde kültüründen izler taşıyan son takım Lobanovski'nin çalıştırdığı ve 1999'da yarı finale çıkan Dinamo Kiev'di. Shevchenko Milan'a, Rebrov Tottenham'a giderken o kültürün son kırıntılarını da beraberlerinde götürmüşlerdi.
Biz Batı'da "Kızılyıldız o muhteşem takımı tutabilseydi neler olabilirdi?" şeklinde romantik varsayımlarda bulunurduk. Halbuki o takım farklı etnik kökenden, farklı baskılara maruz kalan futbolculardan oluşuyordu. Yurtdışı transferlerine de kolay izin verilmiyordu. Robert Prosinecki bugün oynasa 17-18 yaşında transfer yapacak bir yeteneğe sahipken ancak 23 yaşında Real Madrid'e gidebilmişti. Dragan Stojkovic ancak 25 yaşında Marsilya'ya gidebilmişti. Bu belki de iyi bir şeydi. Yıllar sonra hâlâ Prosinecki, Pancev, Savicevic, Jugovic, Mihajlovic gibi yeteneklerden oluşan o efsane takımın 1991'de Marsilya'yı yenip şampiyonluğu kazanmasından hayranlıkla söz ediyoruz. Kızılyıldız-Marsilya bugünlerde yinelenmesi imkânsız bir final.
Bazı takımlar kaybolan sırlar misali, sürpriz takımlar tarihinde yerlerini aldılar ve kayboldular. Mesela Liverpool'u 1979-80 Şampiyon Kulüpler Kupası ilk turunda bozguna uğratan Dinamo Tiflis'in bugün esamesi okunmuyor. Bir başka Steaua, Kızılyıldız, Gornik Zabrze veya Partizan olmayacak artık. Günümüzde Romanya, Sırbistan, Hırvatistan, Polonya gibi ülkelerden çıkan yetenekler daha kendi A takımlarında forma giyemeden Avrupa'nın devleri tarafından kapışılıyorlar. Resmen yağmalanıyorlar. Bir çiftlik gibi kullanılıyorlar. Artık çiftçi rolünü benimseyen Fransa Ligi hatta Ajax, Feyenoord, Borussia Dortmund bile bu muameleye maruz kalırken Legia Varşova ya da Kızılyıldız bununla nasıl baş edebilir ki? Rejim değişiklikleri, savaşlar ile dağılan ülkeler, yetenekli futbolcuların erken gidişi, yolsuzluklar, Bosman kuralları ve ekonomik sorunlar derken Doğu Avrupa futbol kültürüne 1990'larda format atıldı. Bir büyük perde kapandı.
Soccernomics kitabında bir teoriden söz edilir. Futbolun eskiden iki merkezi ağı vardı: Batı Avrupa ve Güney Amerika. Fakat artık her şey Batı Avrupa'ya kaymış durumda. Güney Amerika artık bir güç olmaktan çıktı çünkü en iyi oyuncular 17-18 yaşında kıtayı terk ediyorlar. Herkes Avrupa'ya geliyor, futbol fikri artık Avrupa'da başlıyor. Batı Avrupa'dan da dünyaya inanılmaz bir hızda yayılıyor fikir dalgaları. Örneğin Portekizli Jorge Jesus, Flamengo'ya gitti ve başarılı oldu. Batı Avrupa artık Güney Amerika'ya futbol öğretiyor. Bugün Bundesliga'da yeni bir taktik kullandınız diyelim. Aralık ayına kadar İngiltere'de, İspanya'da, Fransa'da kullanılmaya başlanır. Sonra da dünyada... Bu hızlı aktarımın iki negatif ölçüsü var: Birincisi, özgün düşünmeyi öldürüyor. Rusya'daki takımlar Alman takımlarının taktiklerini kopyalıyor. İkincisi, diyelim ki Spartak Moskova'nın başına geçtiniz ve Alman futbolu oynatmaya çalışacaksınız. Bunu düşük kalitedeki futbolcularla ve dar bir bütçeyle deniyorsunuz. Aynı şeyi sizden daha iyi bütçe ve futbolcularla yapan takımlardan iyi olamayacaksınız.
Fikret Orman, yeni stadyum yapılırken planlarından bahsetmişti. Beşiktaş o dönem Tottenham ile Avrupa Ligi'nde oynamıştı ve onunla İstanbul'da röportaj yapmıştım. Orman, Beşiktaş'ı Türkiye'nin yeni gücü yapmak istediğini belirtirken şöyle demişti: "Denizde iki farklı tekne olduğunu düşünün. Arkadaki tekne öndeki ile aynı hızda giderse onu hiçbir zaman geçemez. Önündeki o tekneyi geçebilmek için hem hızlı gitmeli hem de farklı bir rota kullanmalısın." Her ne kadar Beşiktaş'ta işler sonrasında istenildiği gibi gitmese de bu doğru bir bakış açısıydı. Ama maalesef kimse başka bir yol kullanmayı denemiyor.
Bu sene tarihte ilk kez son 16 turundaki takımlar, Avrupa'nın büyük beş liginden çıkma. Bir tek Atalanta, Serie A'dan olmasına rağmen diğerlerinden ayrılıyor. Marten de Roon, teknik direktör Gian Piero Gasperini'nin anlayışıyla ilgili güzel bir söz söylemişti: "Topu ileri atıp kaybedecek misiniz? Umurumda değil. Dikine oynamaya devam edin. Sonuçta baskıyla topu hemen geri kazanabilirsiniz." Bu anlayışı Avrupa'da şu an benimseyen başka bir takım yok. Liverpool dahil. Atalanta'nın kadro mühendisliği de farklı. Pazarda kimsenin ilgilenmediği ya da talebin yüksek olmadığı oyuncularla bu takımı kurdular. Moneyball mu Atalantaball mu desek? Her şeyiyle risk alabilen bir kulüpten bahsediyoruz. Yarı finale yükselmeleri de olası. PSG'yi iki ayaklı bir maçta elemeleri zor olabilirdi fakat tek maçta bunu yapabilirler. Aynı zamanda şunu gösteriyorlar: İyi bir fikre sahipseniz ve bu fikirde ısrarcı olup doğru uygularsanız başarılı olabilirsiniz.
2004 yılında Jose Mourinho'nun Porto'sunun yaptıkları beklenmedikti. Porto'nun şampiyonluğu, Avrupa kupalarındaki geçişin simgesiydi. 2000'li yıllarda iki senede bir bu tarz takımların etkisini görebilirdik. Valencia'nın iki finali, Porto-Monaco eşleşmesi, Deportivo'nun Milan'ı eleyişi, o derme çatma kadroyla 2005'te Şampiyonlar Ligi'ni kazanan Liverpool... Hem de muhteşem Milan kadrosuna karşı. Akabinde İtalyan takımlarının sonunu, İspanyol ve İngiliz takımlarının yükselişini izledik. 2010'larıysa süper takımların hegemonyası olarak nitelendirebiliriz. Artık Şampiyonlar Ligi bir millet ile özdeşleştirilemez. İngiliz takımları, İtalyan takımları diye ayırmak yerine bu turnuvada olan ve olamayan takımlar diye sınıflandırılabilir. Zaten bu turnuvada oldukça elde ettiğiniz para ve güçle süper takım hüviyetine geçebilirsiniz.

"2004 yılında Jose Mourinho'nun Porto'sunun yaptıkları beklenmedikti."
Lyon da Atalanta kadar olmasa da Lizbon'a gelen takımlar arasında sürpriz bir yere sahip. Juventus'u eleme şansları var. Jean-Michel Aulas'ın iyi yönetimiyle harika bir yeni stadyuma ve antrenman tesislerine sahip oldular. Gelişmiş her Fransız takımında olduğu gibi çok iyi bir oyuncu gözlem ağına sahipler. Fransa kâğıt üzerinde hâlâ dünyanın en iyi beş liginden biri ama PSG dışındaki kulüpler daha ziyade diğer liglere yetenek yetiştiren bir roldeler. 1993 Marsilya'dan bu yana bir Şampiyonlar Ligi zaferi çıkaramadılar. Onda da takım sahibi Bernard Tapie'nin yatırımı etkiliydi. Lyon vaktiyle çok uğraştı ama olmadı. Şimdi PSG bunu deniyor. Elbette Lyon'un bütçesi PSG ile rekabet etmeye müsait değil. Artık onlar da Ajax gibi Avrupa futbolunun sunduğu sürpriz takım profiline uyuyorlar. Hatta listeye RB Leipzig'i de ekleyebiliriz. Ancak Leipzig büyük bir şirketin sahipliğinde sıfırdan yaratılan bir proje takımı. Genç yetenekleri parlatarak güzel bir hikâye yarattılar. Projenin başından itibaren yer alan Ralf Rangnick çok özel bir futbol beyni. Nagelsmann harika bir hamle. Kulübün oluşturmaya çalıştığı kimliğe uyuyor. Hepsi güzel. Ancak gerçek bir sürpriz takım profiline uyduklarını söyleyemem. Çünkü takım sahibi kaynaklı bir güce sahipler. Leipzig de eski bir Doğu Alman kenti ama bir Dinamo Dresden tarzı Doğu Almanya gizemiyle de yarışmıyorlar kupada.
Son senelerde yayılan fikirleri düşününce, on yarı finalistin yedisi aynı ya da benzer oyunu oynuyor. Elbette farklı dokunuşlar var ama temel aynı. Çoğu baskı yapıyor, oyun kuruyor ve topa sahip olmaya çalışıyor. Dizilişler üzerinden baktığımızda 4-2-3-1 ya da 4-3-3 ekseninde Avrupa neredeyse homojen bir oyuna sahip. Üçlü defans tercih eden bazı teknik adamlar ya da 1990'lara özenip Oasis'in altın yıllarını ararcasına klasik 4-4-2 oynatan bazı İngiliz takımları olsa da genel akım o yönde değil. Kimlik, özgünlük, farklılık, çeşitlilik gibi kavramlar yok olmaya yüz tuttu. Küreselleşmenin karanlık tarafı bu. Futbol, Roma İmparatorluğu gibi yapılanıyor bir süredir. Fethettiği ülkelerin unsurlarını alıp parçası olan her yerde görebileceğiniz bir sentez kültür oluşturuyor. Futbol oynamanın ve başarmanın tek yolu varmış gibi hissettiren bir yanılsama.
Diego Simeone'nin Atletico Madrid'ini burada ayırabiliriz. Defansif bir yapı ile oynamak aslında seçebileceğin farklı rotalardan en verimli olanı. Süper takımlarla mücadele etmek için en efektif yollardan biri... Geçiş hücumunu iyi yapmak da aradaki yetenek farkını kapatmak için iyi bir seçim. İngiliz efsane Jack Charlton ile ilgili geçenlerde harika bir söz söylenmişti: "Futbolcu ve teknik adam olarak yeteneği futbol oynamak değil, futbol oynamaya çalışan başkalarını durdurmaktı." Artık bu yeteneğe yeteri kadar değer vermiyoruz. Böylesine dev bir eğlence sektörü için de bu gayet olağan. Ama küçük bir kulüpseniz, sizden büyük takımlarla rekabet edebilmenin en güvenilir yolu onların futbol oynamasını engellemektir. Eğer Atletico bu sene kupayı kazanırsa bence çok iyi olur çünkü diğer takımlara başarının başka bir yolunun da olduğunu gösterirler. Sürpriz olmaz belki ama farklılık olur.
1996 Şampiyonlar Ligi'ni hatırlıyorum, Panathinaikos yarı finale kalmıştı. Ya da Türkiye, önemli bir futbol ülkesi ama son Şampiyonlar Ligi çeyrek finalini 2013'te Galatasaray oynadı. Öncesinde de 2008'de Zico'nun çalıştırdığı Fenerbahçe çeyrek final görmüştü. Mesela Olimpiakos her yıl gruplarda mücadele ediyor ama neredeyse hiç ileriye geçemedi. Peki ya Belçika? Eski formatta Anderlecht, Brugge, Standard Liege, Mechelen gibi takımlar etkiliydi. İsveç'ten Göteborg ve Malmö, Hollanda'dan PSV, Portekiz'den Benfica ve Sporting. Matrix'teki gibi büyük liglerin besin ve enerji kaynağını teşkil eden yetenek tarlalarına dönüştüler. Avrupa futbolu herkes için eşit şekilde davrandığını söylese de işler öyle yürümüyor. Mesela UEFA gelecek yıl Konferans Lig diye bir kupa başlatmayı planlıyor. Üçüncü kademe takımların ve Şampiyonlar Ligi fırsatı bulamayan üye federasyon ekiplerinin katılabileceği bir organizasyon. Bir sınıfsal ayrım kabulü âdeta.
Aklıma Arsene Wenger'in bir sözü geldi: "İngiliz takımları bol miktarda petrole sahip. Ama Kıta Avrupası'nın daha iyi fikirleri var." Wenger'in burada kastettiği petrol, bütçe. Kıtada ise işin taktiksel tarafına ağırlık veren teknik adam profili daha yaygın. İngiliz takımları da bu fikirleri Premier Lig'e ithal etmeye başladılar. Guardiola'nın Barcelona'sı, Mourinho'nun Porto ve Inter'i, Klopp'un karşı pres oyunu… Hepsi farklı fikirlerdi. Ama işte petrol, belli kulüplerin elinde. İngiltere'den altı, İspanya'dan üç, Almanya'dan bir, İtalya'dan bir ve Fransa'dan bir takım… Tüm güç musluğu onların kontrolünde. Avrupa futbolunun güncel hikâyesi bu. Yine de petrol, bazen yeterli olmuyor. Manchester City, Pep Guardiola'nın kapısını çaldı, parayı daha bilinçli harcadılar. PSG de şimdi Thomas Tuchel ile benzer bir yola girdi. Parayla entelektüel yapıyı sentezlemek istiyorlar. Eskiden çok zengin ama aptaldılar. Artık hem çok zenginler hem de daha akıllıca davranıyorlar. Bu da süper takımları daha da rekabet edilemez bir güce kavuşturuyor.
PSG ve City harika oynayan takımlar ama bu iki takım bana Liverpool'a nazaran yapay geliyor. Çünkü arkalarında bir hikâye ana teması yok. Açıkçası ben City'den hiçbir duygusal reaksiyon alamıyorum, daha çok entelektüel bir karşılık alıyorum. City'nin kazanması bir şey hissettirmiyor. Çin bir konsorsiyum ile Barnsley'i satın alıp bir futbol felsefesini ithal etse belki onlar da Premier Lig ve Şampiyonlar Ligi kazanabilirler. Tarihe kaydı geçer ama kim gerçekten umursar ki? Bu yıl keşke format sayesinde gerçek bir sürprize tanık olsak ve Atalanta kazansa ama tarihin en berbat yıllarından birini geçirirken hak ettiğimiz şey sanırım PSG-City finali. Gerçek bir çarpık düzen metaforu ne de olsa...