
Kelebek Etkisi
12 dk
Marcus Brown’ın NBA’de başlayan kariyer yolu, Avrupa’ya ve EuroLeague efsaneliğine uzandı. Nerede olduğunun önemi yoktu, zaten basketbolla evliydi.
NBA’in büyük efsanelerinden Dominique Wilkins, 1995-1996 sezonunu Panathinaikos’ta geçirmeye karar verdiğinde bunun Avrupa basketboluna etkisinin ne denli büyük olacağına dair sayfalarca yazıldı, günlerce konuşuldu. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Jordan’la aşık atan, NBA’de bile lakabı olan bir süper yıldız, emsalsiz bir kontratla Avrupa’nın yolunu tutuyordu. Wilkins ile Panathinaikos -daha doğrusu koç Maljkovic- ilişkisi iyi başlamadı; hatta kendisine iki kez, kampı izinsiz terk edip Amerika’ya döndüğü için 50 bin dolar ceza kesildi. Hatırlı kişilerin müdahaleleriyle disiplin timsali Maljkovic ile Wilkins’in arasındaki gerginlik giderildi, bahara doğru Wilkins kendini bulmaya başladı. Paris’te yapılan Final Four’da Vrankovic’in Montero’ya yaptığı, 20 sene sonra bile hâlâ basket olup olmadığı tartışılan tarihi blok ile Panathinaikos şampiyon oldu. Wilkins yarı finalde attığı 35 sayı ve finaldeki double-double’ı ile MVP ödülünü aldı. Lig finalinde Olimpiakos’a kaybetmek bile çok sorun edilmedi. Ne de olsa kontratının ikinci senesinde, Wilkins o kupayı da kazanırdı. Bu sırada beklenmedik bir şey oldu; Wilkins, kontratının ikinci senesinin ona garanti ettiği 3.5 milyon doları elinin tersiyle itti ve altıncı adam olarak San Antonio Spurs ile anlaştı. Avrupa basketbolunun tüm çehresini değiştirecek, yıllanan NBA yıldızlarının Atlantik’in öteki yakasına sıkça gelmelerini sağlayacak macera kısa sürdü. Herkes evine döndü, araba balkabağına dönüştü, hoş bir anı olarak yerini aldı.
Avrupa’da bol yeşilli Wilkins fırtınası eserken, Kentucky’nin isimsiz Murray State Üniversitesi’nde bir son sınıf öğrencisi, okul ve konferansının çok sayıda rekorunu paramparça ediyordu. Aslında Marcus Brown’ın hayali, kendi şehri Memphis Üniversitesi’ne gitmekti. Fakat lise son sınıftayken onu izlemekle görevli Arkansas Üniversitesi’nin asistan koçu Edgar Scott ile tanıştı. Tam o sırada Scott, Murray State’ten başantrenörlük teklifi aldı ve kabul etti. Brown da bu gelişmenin üzerine Memphis, Arkansas, Kansas gibi prestijli okulların teklifini reddetti; Scott’u takiben Murray State’e gitti. Kendi deyimiyle ona “Ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu söylemeyen ve NBA sözü vermeyen” dürüst bir koç ile çalışmayı tercih etti.
“Şut, birçok günahı affettirir"
Marcus Brown, Murray State’te geçirdiği dört başarılı sezonun ardından 1996 NBA Draft’ına katılmaya karar verdi. Onun şansını değerlendirenler, doğal pozisyonu olan şutör guard için fiziksel olarak kısa ve ufak kalacağını iddia ediyorlardı. Zaten Brown’a gelene kadar o pozisyonda alınacak çok oyuncu vardı: Allen Iverson, Kobe Bryant, Ray Allen, Derek Fisher. Yine de Portland Trail Blazers, 2. tur 17. sırada Marcus Brown’u draft ettiğinde, yılların NBA koçu ve o sezon ESPN’in draft yorumcusu Hubie Brown şaşkınlığını gizleyemedi: “Bu delikanlı çok iyi bir şutör ve bu meslekte şut, birçok günahı affettirir."
Modern nesil NBA koçlarının Avrupalı meslektaşları kadar mesai harcamadıkları konuların başında, oyuncuların defolarının sahanın içinde gizlenmesi geliyor. Aslında bunun nedeni son derece basit: Avrupalı koçların malzemeleri daha kısıtlı. O yüzden cevherin daha iyi kullanılması, daha çok sahada kalması gerekiyor. Bir bakıma “Bodiroga, Avrupa’nın en iyi oyuncusuyken nasıl oldu da bir türlü NBA’e gitmedi?” sorusu tam da bu konuyu işaret ediyor. Bodiroga’nın istisnai oyun görüşü, çok pozisyonu oynayabilme becerisi, sorumluluk anlayışı o kadar istisnaiydi ki bütün oyunun onun düşük temposunda oynanması asla sorun edilmedi. Muhtemelen NBA’de Bodiroga’nın düşük temposu her zaman sıkıntı olurdu.
Defolu Kahraman
Marcus Brown, ilk sezonundaki içeriksiz Portland ve Memphis deneyimlerinin ardından Avrupa’ya gelmeye karar verdi. İlk durağı Pau-Orthez oldu, sahaya çıktığı andan itibaren hiç yabancılık çekmedi. Daha ilk maçında 20 sayı attı. Avrupa’daki oyun ve yaklaşım, sanki ona daha uygundu. Pau-Orthez o sezon Fransa şampiyonu oldu, Brown da MVP seçildi. Tek sorun, final maçının son anlarında bir pozisyonda ön çapraz bağlarının kopmasıydı. Tam yıldızı parlamak üzereyken bir sonraki sezonun tamamını Amerika’da tedavi olarak geçirdi. İyileşme sonrası, birkaç aylık başarısız Detroit Pistons deneyiminden sonra eşine “Biraz benimle biraz da basketbol ile evlisin, senin adına çok üzgünüm” deyip bir kez daha Fransa’nın yolunu tuttu. Parlak Pau Orthez sezonuna rağmen 15 ayı aşkın süredir resmi bir basketbol maçına çıkmamış bir yabancı oyuncunun transferi epey riskli gözüküyordu. Daha sonra Baskonia’da kıta basketbolunun en elit koçları arasında yer alacak Dusko Ivanovic yönetimindeki Limoges, bu riski almayı uygun gördü. Hem koç hem de oyuncu için bu karar, hayatlarının dönüm noktası oldu. Limoges o sezon lig, kupa ve Koraç şampiyonu oldu. Brown, 22 Mart 2000 günü Koraç Kupası Finali ilk maçında Malaga’ya 31 sayı attı, takımını 22 sayı farkla galibiyete taşıdı, rövanş maçını beyhudeleştirdi. Hem de bunu, tüm antrenörlük hayatı boyunca kimseyi 25 dakikadan fazla oynatmamakla nam salan Ivanovic’in takımında, hiç oyundan çıkmadan gerçekleştirdi. Zaten daha sonraki sayısız durağında hiçbir koç Marcus Brown’ı oyundan pek çıkarmadı. 37 yaşına kadar aralıksız 11 sezon oynadığı EuroLeague’de maç başına ortalama 31 dakika sahada kaldı.
Ivkovic, Mahmuti, Gershon, Scariolo başta olmak üzere çok sayıda elit antrenör Marcus Brown ile çalışmayı tercih etti. Çok büyük bir isabetçi ve topsuz perdelemeleri muazzam kullanan bir şutördü. Fakat top elindeyken o denli becerikli değildi. Modern çağın gereklerinden pick’n’roll’u oynayamıyor, karşındaki yerleşik defansı bire bir eksitemiyordu. Bunlar point guard oynamasına engeldi, zaten çok kısıtlı dakikalar haricinde bahsi geçen koçlar onu oyun kurucu olarak kullanmadı. Avrupa basketbolunun taktik dehaları bu defoları gizledi. Fiziğinin küçüklüğü değil, oyun karakterinin büyüklüğü ön plana çıktı. Efes Pilsen’deki ilk sezonunda yaklaşık üç ay kaval kemiğinde stres kırığı ile maç kaçırmadı. Yanındaki oyuncuların ciddiyetini artırdı, büyümelerini sağladı.
Gururlu ve Mağrur
Marcus Brown, basketbolu bilerek ama sezgilerine de güvenerek oynadı. Bunun güzel tecellisi faul yaptırma becerisiydi. Bağımlı yaşadığı perdeleme yardımıyla savunma oyuncusuyla arasında mesafe yaratır, dengesiz defansın ters ayağına hücum eder, düdüğü alırdı. Faul çizgisinin en büyük ekmek kapılarından biri olduğunun farkındaydı. EuroLeague kariyeri boyunca yüzde 86 gibi inanılmaz bir yüzdeyle attı. 2007 yılında Aralık ayının MVP’si seçildiğinde bir ay boyunca hiç faul atışı kaçırmadı. Yüzde 79 ile üçlük attığı bir ay için çok da olağan dışı olmasa gerek.
Büyük şutör ve skorerlerin bir kısmında bulunan savunma becerilerindeki eksiklik, Marcus Brown’ın hiçbir zaman anlayamadığı bir şey oldu. Onun gözünde oyun, iki yarı sahaya eşit önemde dağılmıştı. Bullock’u, Maciauskas’ı, Rakocevic’i savunmak onun hayatının bir parçası, bir gurur vesilesi oldu. Kendisinin de işine yaramasına rağmen kolay faul çalan hakemleri hiç sevemedi. 28 Şubat 2002’de İstanbul’da oynanan Efes Pilsen-Kinder Bologna maçında Ginobili’yi tam 14 kez çizgiye gönderen hakemleri hiç unutmadı. Üç sayı farkla kaybettikleri maçtan sonra uyuyamadı, gece boyu Yeşilköy’deki evinin etrafında sokakları arşınladı.
Kelebeğin Kanadı
Gittiği takımlarda çoğunlukla iki yıllık kontratını tamamladı. Hep iyi olup asla kazanamayan Malaga ile bile şampiyonluk yaşadı. Bir tane bile kötü sezon geçirmedi. Oynadığı takımlarda konuk değil ev sahibi gibi davrandığı için hep sevildi, saygı gördü. 2011 yılında Zalgiris formasıyla emekli olmaya karar verdiğinde EuroLeague tarihinin en skorer oyuncusuydu. An itibarıyla Juan Carlos Navarro ve Vassilis Spanoulis’in ardında üçüncü sırada yer alıyor. 15.3 sayı ortalaması, halen bu listede yer alan ilk yirmi oyuncu arasında ilk sırada. Zalgiris, Marcus Brown için kariyerine yakışır bir veda töreni düzenledi. 15 bin kişinin büyük tezahüratları arasında kendisine ödülünü takdim eden isim, efsane Arvydas Sabonis’ti. Zaten Marcus Brown’ın Kaunas’a gelmesi için en çok ısrar eden de o olmuştu. Zira tam on beş sene önce Brown’ın potansiyelini birlikte çıktıkları ilk Portland Trail Blazers idmanında fark etmişti.
Marcus Brown, yedi haneli ilk kontratına Avrupa’daki beşinci, kariyerindeki sekizinci takımı olan CSKA Moskova’da imza attı. Fakat belki de Avrupa basketboluna etkisi en büyük Amerikalı oyuncu oldu. Avrupa’da herhangi bir ligde şampiyon olmanın yolu yıllar boyunca kadroya Brown’ı katmaktan geçti. 13 sezonun 11’inde lig şampiyonluğu, toplamda 21 kupa ve 16 MVP ödülü, bu tezi oldukça kuvvetlendiriyor. Yakın vadede bir eşinin mümkünü de gözükmüyor. Başkaları için inanması güç olabilir ama bu kıtada Marcus Brown, Dominique Wilkins’ten daha büyük bir oyuncu.
Avrupa’yı on yılı aşkın süre etkisi altına alan Marcus Brown kasırgasının hikâyesi, kariyerinin başındaki rastlantılara dayanıyor. Kolej koçu Edgar Scott Murray State’in teklifini kabul etmeseydi ya da Dusko Ivanovic çapraz bağ sakatlığından endişe edip onu ikinci kere Fransa’ya getirmeseydi birçok Avrupa ülkesinde başka takımlar şampiyon olabilir, başka koçlar büyüyebilirdi. Kelebek etkisi, böyle bir şey olsa gerek.