
Kelebek Etkisi
16 dk
Avrupa'da sezonun flaş takımı Frutti Extra Bursaspor, nasıl fark yarattı? Üçüncü ligden EuroCup finaline uzanan büyük başarı hikâyesini, kahramanları anlatıyor…
Çekirge'yi bilenler bilir. Seksenlerin başında faaliyete geçen Bursa'nın efsane spor salonu, bugüne kadar sayısız basketbol ve voleybol maçına ev sahipliği yapmış, ahşap çatısıyla hafızalarda yer etmiş tarihi bir yapıdır. Alt yaş kategorilerinde sahaya çıkmışlığınız varsa; o sarı duvarlar, merdiven altına yerleştirilmişçesine gömülmüş bench ve tam karşısındaki ufak tribün, mutlaka hafızanızda yer etmiştir. Bursaspor Basketbol'un hikâyesi de bu küçük salonda, 19 Ekim 2014 tarihinde başladı. O gün 3. Lig'deki ilk maçında Bostanlı'ya 23 sayı farkla kaybeden Bursaspor, iki yıl içinde bir üst lige, yani 2. Lig'e yükseldi. 2019'da 2. Lig'i şampiyon tamamlayarak BSL vizesi aldı. Kısacası, sekiz yıllık süre zarfında sıfırdan başlayıp EuroLeague'in kapısına dayandı Bursaspor. Tepetaklak giden futbol takımının tam aksine; hatalarından ders çıkararak, hatalarını halı altına süpürmeyerek… Kapatılmak üzereyken basketbol şubesini şirketleştiren, futboldan ayrılmasını sağlayan Sezer Sezgin'den bu çetrefilli günleri ve 'Kelebek Etkisi'ni dinledik. Başarılı genel menajer Nedim Yücel, kadro kurulumunu ve kulüp politikalarını anlattı. Ve elbette EuroCup'ta Yılın Koçu Dusan Alimpijevic, Türk basketbolunun bu yıl belki de en çok aşama kaydeden oyuncusu Onuralp Bitim, John Holland ve Derek Needham, hepsi söz aldılar… Yolculuğa ilk olarak koç Alimpijevic'le başlıyoruz. Keyifli okumalar.
Dusan Alimpijevic
Sırbistan'daki birçok çocuk gibi benim de hayalim basketbol oynamaktı. Doğduğum yer, Lazarevac, başkent Belgrad'a yaklaşık bir buçuk saat uzaklıkta bir kasaba... 14-15 yaşlarındayken oradan ayrıldım; kuzeye, yani Belgrad'a taşındım liseyi okumak için. Aklımda tabii ki sadece basketbol vardı. Profesyonel olabilir miydim? Bilmiyorum ama 16-19 yaş aralığındaki sürede arka arkaya iki kez dizimden ön çapraz bağ ameliyatı geçirdim. Üst seviyede oynama hayali kuramayacaktım ama antrenörlük yapmamak için hiçbir sebebim yoktu. 22 yaşında Novi Sad'da asistan koçluğa başladım.
Antrenörlüğümün üçüncü yılında, hayatımı çok derinden etkileyen bir trajediyle karşı karşıyaydım. Rol modelim, başantrenörüm Nemanja Danilovic, benim de içinde olduğum bir minibüste hayata gözlerini yumdu. 7 Mart 2010'da, doğum günümden iki gün önce, bir deplasman galibiyetinin ardından Novi Sad'a dönerken trafik kazası geçirdik. Gece yarısıydı, araçta uzun süre sıkıştık kaldık. Hastanede tedavi süremiz haftalarca sürecekti ama maalesef koç Danilovic ve 19 yaşındaki oyuncumuz Nenad Grozdanic çok ciddi yaralanmışlardı. Aylarca hastanede komada kaldılar. Maalesef onları kurtaramadık. Bu konuyu ne zaman konuşsam gözlerim doluyor. Nemanja ve Nenad'ın aileleri çok büyük acılar yaşadılar. Nemanja, çok değerli bir antrenör ve benim basketbola âşık olmamı sağlayan kişiydi. Onu kaybettiğim zaman benim için başka bir hayat başladı. Kısa süre içinde Sırbistan 1. Ligi'nde başantrenör oldum. 27 yaşındaydım bu görevi üstlendiğimde ve Nemanja hep aklımdaydı. 2017'de Kızılyıldız'ın kardeş takımı FMP'ye gittim. Sırbistan Ligi'nde yarı finalde Partizan'ı 2-0'la geçtik, finale kaldık. Partizan, 15 yıl sonra ilk kez ligde finale kalamamıştı. O gün kariyerim değişti. Birkaç ay sonra başkan Nebojsa Covic'ten teklif alacaktım. Öğrendim ki, Kızılyıldız'a gidiyordum…
Dusan Alimpijevic
Hikâyenin buradan sonraki kısmı sanırım daha tanıdık. Kızılyıldız, Avtodor, Bursa… 31 yaşında EuroLeague'de başantrenörlük yapmak çılgın bir deneyimdi. Dejan Davidovac, Ognjen Dobric başta olmak üzere, genç oyuncularla ve çok düşük bir bütçeyle sezona başlamıştık. Sezon öncesi yapılan planlar, "Sıfır çekmeyelim de yeter" tonundaydı. Dört maçın ikisini kazanarak başlayınca hava değişti. Takımdan beklenti yükseldi; sezon içinde Real Madrid, Barcelona, Maccabi, Olimpiakos gibi takımları mağlup ettik, 30 maçın 11'ini kazandık ama yetmedi. ABA'de normal sezonu ilk sırada bitirmemize karşın, final serisinde Buducnost'a kaybedince yolları ayırdık. Taraftardan inanılmaz baskı görmüştüm. Evet, Kızılyıldız her sezona iddialı başlar ama o yıl gençlerin oynatıldığı, bütçenin düştüğü bir yıldı. Doğru kelimeleri seçmeye çalışıyorum Buducnost final serisi hakkında. Merak edenler YouTube'u açıp o serideki hakem performansına göz atabilir.
Hayatta sıkı çalışma ve disiplinin başarıyı getirdiğine inananlardanım. Basketbolda da bir antrenörün, çalıştığı ülkenin oyuncularıyla başarılı olması gerektiğini düşünürüm. Lokal oyuncular, takımın ruhudur. Nerede olduğunuzun bir önemi yok; çünkü ülkenin, kulübün, toplumun dinamiklerini ancak onlar bilirler. DNA'yı onlar belirler. Sırbistan, Rusya ve bugün Türkiye'de hep lokal oyuncuları oynatmaya çalıştım. Rotasyon 10 kişiye kadar çıkabilir ama içinde mutlaka ana veya yan rollerde iki-üç oyuncu olmalıdır. Bugün sahip olduğum takım, hayatımda gördüğüm en karakterli takım. İnanılmaz bir çalışma ahlakına sahipler. Bir daha hayatım boyunca böyle bir takımın antrenörlüğünü yapma şansı bulur muyum, bilmiyorum. Antrenmandan iki saat önce salona gelirler, bireysel çalışırlar. Günde dört-beş saatleri salonda geçer… İçlerinde tam anlamıyla bir 'hayvan içgüdüsü' vardı. Sezon öncesinde onlara uyguladığım baskıdan hiç gocunmadılar. Şikâyet etmediler. Tabii, dönüm noktası Allerik Freeman'ın takımdan ayrılışı oldu. Onun harika bir skorer, çok keskin bir hücum silahı olduğunu söyleyebilirim. Fakat iyi oyuncular, her zaman sistemler için doğru oyuncular olmayabilirler. Bir sistem, oyuncudan farklı bir şey talep eder ve bazen oyuncu buna karşılık veremez.
Sezon başlayalı bir-iki ay olmuşken, kimin bireysel yaklaşıma sahip olduğu açıktı. Çok fazla sayı atmak için çok fazla şut deniyordu ve takım için oynamaya başladığında da arkadaşları çoktan fişi çekmiş oluyordu. Soğumuş, maça olan ilgisini kaybetmiş oyuncular da katkı veremiyordu haliyle. Allerik'in ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu söylememe gerek yok. Öyle olmasa CSKA'ya gidemezdi. Bize uymadı ve kulüp onun satışından maddi gelir elde ederek harika bir iş çıkarttı. Hem para kazandık hem de ilerleyen haftalarda John Holland'ın aramıza katılışıyla birlikte daha iyi bir takım olduk. Mesela tam Allerik'in CSKA'yla sözleşme imzaladığı dönemlerde bir Cedevita maçımız vardı. Andrew Andrews da Covid-19 teşhisiyle takımdan uzaktı, sadece altı oyuncumuz kalmıştı. Deplasmanda 17 sayı farkla kaybettik ama o gün takımın esas potansiyelini ortaya çıkarttığı günlerden biriydi. Herkes, yanındaki için oynuyordu... Sezon ortası transferimiz John Holland, takıma çok büyük bir karizma getirdi. Seviyemizi artırdı. Alan kaygısı olmadan skor üretebilmesi bizim için çok değerli oldu. Derek, Andrew ve Onuralp, üçü aynı anda sahada olduğunda üç farklı ikili oyun tehdidi yaratıyorduk. Ama burada Onuralp'e bir parantez açmak istiyorum… Onun gelecek sene de burada olacak olması belki de EuroCup finalinden daha büyük bir başarı. Türkiye'de transfer piyasasının en çok ilgi gören oyuncusuydu, istediği her yere gidebilirdi ama alabileceği tekliflerden çok daha düşük paralara bizimle kaldı. Bugünlere ulaşması da kolay olmadı. Çok kavga ettik, çok tartıştık. Hatta bir itirafta bulunayım, ben de onun neler yapabileceğini, kapasitesini belki ilk günlerde anlamakta zorlandım. Sezonun ilk aylarında, "Neden bana daha çok top vermiyorsun koç? Neden şut atmama izin vermiyorsun?" gibi çılgın sorular soruyordu. Bir gün yine ofisime uğradı, benzer konulardan şikâyet etti ve ona "S.ktiğim topuyla al istediğin kadar oyna. Topu eline aldığında henüz hiçbir şey yapmaya hazır olmadığını göreceksin" demiştim. Tanrıya şükür, ben haksız çıktım. Çok çalıştı, ona bazen 'Sırp Stili'ni gösterdiğim anlar da oldu ama burada olmayı sonuna kadar hak etti. Harika bir çocuk.
Deplasmanda Partizan ve Cedevita galibiyetlerini içeren, Bologna'da EuroCup finali oynadığımız bu unutulmaz sezondan iki hikâye anlatmak istiyorum. İlki komik bir hikâye, Virtus Bologna'ya karşı oynadığımız şampiyonluk maçından. Biliyorsunuz ben agresif bir antrenörüm, kenardan takımımla birlikte ileri geri koştuğum, savunma yaptığım da oluyor. Sağ olsun, sürekli bu konuyla alay eden bir teknik ekibim var. "Koç, bir gün o pantolonu patlatacaksın" diyorlar sürekli. "**** çocukları, neden bahsediyorsunuz, ben gayet fitim. Olmaz öyle şey" diye cevap veriyordum. Her neyse, final maçı, ilk çeyrek. Bir pozisyonda o kadar sert şekilde 'stance'e oturmuştum ki CAAAAART diye bir ses geldi. Önce bir şeyler hissettim, sonra bir şeyler duydum… "Tamam, çok büyük bir olay değildir, birazdan kontrol ederim" derken arka tarafımı ellemeye çalışıyordum. Popomu değil, yanlış anlamayın, sırtımın alt tarafı gibi düşünün. Eller ellemez arka tarafın tamamen patladığını hissettim. "Neyse, bir de bacak kısmına bakayım. Eğer bacaklar iyiyse devam ederiz" diye düşündüm. Ama bacak tarafı da tamamen patlamıştı. Ceketi arka tarafa bağladım, molayı sandalyede otururken aldım ve o sandalyeye yapışık bir şekilde soyunma odası tüneline doğru gittim. Orada kulüpten iki-üç kişi vardı. Teker teker pantolonlarını denedim, "Şunu ver, bu olmadı. Yok, bu da olmadı" diye tünelde altım çıplak geziyordum. En sonunda biri oldu, moladan koşarak sahaya döndüm.
Diğer hikâye Partizan maçından. 20 bin kişiye karşı inanılmaz mücadele ettik. Partizan ve koç Zeljko Obradovic'e çok ağır bir yenilgi tattırdık… Elbette bunu kutlamak istiyorduk. Ama yapmadık. Maçın bitimiyle birlikte yanıma biri geldi ve "Bak, burası Partizan. Çok büyük bir kulüp. Lütfen bu kulübe ve Avrupa tarihinin en büyük koçuna saygı duyun" demişti. Biz mesajı almıştık ki sevinmedik bile. Soyunma odasına doğru ilerlerken tribünlerden büyük bir alkış tufanı koptu. Sert oynamıştık ama sportmendik. Gerçek delikanlılar gibiydik. Onlardan korkmadık, sakin kaldık, hakemlerle tartışmadık. Onlar da eski bir Kızılyıldız antrenörünün, cesur Bursa oyuncularının haklarını teslim ettiler. 20 bin kişinin, Zeljko'nun önünde galip gelip soyunma odasına giderken bizi alkışladıkları ânı hiç unutmayacağım. Oyuncularıma bu ânı bana yaşattıkları için teşekkür ederim. Torunlarıma anlatacağım bir anı bu.
Onuralp Bitim
Kariyerimin en iyi sezonu geride kaldı. Buraya nasıl geldim? Erken mi çıkış yaptım, yoksa geç mi? Bilmiyorum… Efes'te çok küçük yaşlarda A Takım'a yükselmiştim, Jordan Brand'e gittim, gözler hep üzerimdeydi. Genç oyuncular için Türkiye'de kalıplaşmış bir rota var: Üst seviyedeki takımlarda oynama şansı bulamazsınız, diğer takımlara gidin. Geçmişte de anlamadım, bugün de anlamıyorum neden Real Madrid ya da Barcelona'da oranın çocukları oynayıp takımları bir yandan kazanırken, bizim mutlaka alt seviyeye gitmemiz gerekiyor… Bugün EuroCup finalindeki rakibimiz Virtus Bologna'da benim jenerasyonumdan, 1999 doğumlu Alessandro Pajola bu şansı bulabiliyor mesela. Bu yüzden Bursa'ya çok teşekkür ediyorum. Hem üst seviyede basketbol oynamamı hem de kendimi geliştirmemi sağladılar. Efes, Ergin Hoca'nın da gelişiyle farklı bir yöne doğru gitti, bunu da anlayabiliyorum ama geçen sene Karşıyaka'daki yaklaşımı kabul edemiyorum. Taraftarını çok sevdiğim, neredeyse benim şehrim dediğim yerde umduğumu ve hak ettiğimi alamadım. Koç Alimpijevic'in bir sözü var, "Parayı kovalarsan, para sana gelmez. Kariyeri kovalarsan, para zaten elbet bir gün gelir" diye. Ben de hep benzer şekilde düşünmeye çalıştım. Yine büyük takımlara gidebilecek durumdayken, Bursa'yla anlaştım. İyi ki de öyle yapmışım... Türk basketbolunun gerçeği, ülkenin sizi yönlendirdiği yer, her zaman EuroLeague'den uzakta bir yerde gelişim gösterebileceğiniz. Bunu yapmazsanız kenarda oturuyorsunuz. Elbette bizim de hatalarımız oluyor ama insanların çoğunlukla bizim basketbolu ne kadar sevdiğimizi, işimize olan saygımızı bilmediğini düşünüyorum. Kendi adıma konuşayım, insanların beklediği yere erken yaşlarda gelemediğim için hep benim basketbol sevgim, çalışma arzum, karakterim sorgulandı. Tamamen bir önyargı bu. Beni tanıyan herkes bilir ki ben basketbolla yaşayan bir insanım. Ailem de böyledir. Kelimelerimi seçmekte zorlanıyorum, bazı kişilerin bundan rahatsız olabileceğini de biliyorum ama sonuçta sistem beni gelişmem için "Onuralp, sen EuroCup seviyesinde bir yıl daha kal. Ancak o şekilde süre bulursun" şeklinde yönlendiriyor. Bugün EuroLeague seviyesini denesem, belki iki-üç yıl kaybedeceğim. Bursa'da EuroCup ve BSL gibi iki önemli ligde 25-30 dakikaları rahatlıkla alabiliyorum. Bu tempoda şunu da fark etmeye başladım: Oynadığım her maçtan sonra bir sonraki için kendimi daha hazır görüyorum. Maçtan sonra eve geldiğimde, hakikaten laf olsun diye değil, öyle hissediyorum.
Aileme, menajerime, arkadaşlarıma da şunu söyledim: "Geçen sene Bursa'ya geldiğimde insanlar bana deli gözüyle bakmıştı. Şimdi burada kalacağımı öğrendiklerinde yine deliymişim gibi görecekler..." Basketbolu bilen herkes zaten kalmamın ne kadar doğru bir karar olduğunu savundu. Bugün çok mutluyum ama kesinlikle tatmin olmuş değilim. Bir gün EuroLeague'de, NBA'de ülkemi temsil edebileceğime inanıyorum. Hedeflerim çok büyük.
Koç Alimpijevic'le saha dışında da çok yakınız. Her açıdan bir öğretmen gibi, bize çok yakın. Bazen yeterince süre almayınca, beklediğim sorumluluğu bulamayınca sinirlendiğim de oldu. Ama hiç küsmedim. Bunu hep ekstra bir motivasyon olarak gördüm. Allerik Freeman ve Anthony Brown gibi oyuncuların takımdan ayrılmasıyla birlikte de benim kaderimin çizildiği dönem başladı. Koç, istese ekstra bir oyuncu daha da alabilirdi ama bana güvenmeyi seçti. Ufak bir omuz sakatlığım vardı, 2022'nin başlangıcıyla birlikte onu da atlatınca gerçek performansımı göstermeye başladım. Sezon başında, çok da günlük güneşlik başlamayan ilişkimiz, zor günlerden de geçerek en iyi halini aldı. Bu zorlukları yaşamasaydık, birbirimizi test etmeseydik, güven üstüne böyle bir ilişki kuramazdık. Sonuçta sezona EuroCup'ta ilk grupta 10 takım arasından ilk sekize kalmayı hedef olarak koymuş ama yıl sonunda şampiyonluk maçına çıkmış bir takımız. Normal sezonun son bölümünde dörtte dört yapmıştık, üstüne bir de Buducnost maçı vardı ki ben o karşılaşmanın önemli bir dönüm noktası olduğuna inanırım. Buducnost'a karşı kazansak beşinciyiz ve rakibimiz Andorra oluyor, kaybettik ve yedinci olup Partizan'la eşleştik.
Birkaç gün sonra kulübe geldim. Salonda acayip bir ses var. Bağırışlar, çağırışlar, taraftar sesleri… Dedim herhalde salonda gençlerin önemli bir maçı oynanıyor. İçeri girdim, salonda kimse yok. Ama nasıl ses çıkıyor… Meğer hoca Partizan taraftarının sesini hoparlöre vermiş, salonun her yerinde bangır bangır Sırpça marşlar duyuluyor. Esas kapıda yeni gelenleri beklemek çok keyifliydi. "İçeri girin, yüzlerce taraftar var, baksanıza" diyordum… Gülerek eğlenerek idman yapmaya başladık ama gerçekten birbirimizi duymayacak noktaya gelmişti iş. "Belgrad'da da böyle olacak" dedi koç. Maça çıktığımızda da çok faydasını gördük. Bir kere Partizan taraftarına eşlik edebilecek kadar biliyorduk marşları… Belgrad deplasmanından hemen önce bir Efes maçı oynamıştık, "Valla işiniz zor" gibi şeyler söylemişlerdi ama biz pek öyle hissetmiyorduk. Ben bir de maça ikide iki üçlükle başlayınca "Tamam, bugün güzel şeyler olacak" demiştim. Oraya kadar tribündeki taraftarları elbette duyuyor, dikkat kesiliyordum ama attığım iki şuttan sonra sanki tribünler boşaldı. Maç sonuna kadar hep dengede gidince; benim switch'ten uzunu karşıma alıp oynadığım bir pozisyon var, tepede bire bir oynuyorum. Serbest atış çizgisinin oraya gidip atıyorum step back'i… Sağ tarafımda Zeljko Obradovic vardı ve onun "Hadi artık ya! Ne yapıyor bu?" tepkisi çok mutlu etmişti. Kader ânı tabii ki Aleksa Avramovic'in kaçırdığı smaç oldu. John'un maçı uzatmaya götüren üçlüğü, molada esasen Andrews'a çizilmişti. Topu da ben çıkarıyorum; John dolu çıktı, iyi savunma yaptılar. Setin devamı için sağ tarafa geçerken bir baktım top havada. "Nasıl yani?" derken içeri düştü. Hissiyatımı anlatamam… Süreyi kullanamadık, plan farklı şekilde ilerledi ama basketbol da biraz böyle. Kevin Punter hep attığı bir şutu kaçırdı. Uzatmaya gittik, kazandık. Kuşkusuz, kariyerimin en özel maçıydı.
Derek Needham
John Holland
Bursa'daki partiye en geç katılan benim. Bildiğiniz üzere, sezon devam ederken EuroLeague takımlarından UNICS Kazan'la anlaşmıştım ama Rusya-Ukrayna savaşı sebebiyle kontratım düştü. Ardından Bursaspor geldi… İyi ki de gelmişler. Aklı fikri kazanmakta olan bir koç ve delice çalışkan bir takımla tanıştım. Partizan maçı, sonrasında Bursa'ya döndüğümüzde karşılaştıklarımız çılgıncaydı. Sokakta sıralı şekilde meşale yakan tutkulu taraftarlar… Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. "Yolculuk kaderdir" derler. Belki 15 yıl oynasanız, tarihe geçmek için en fazla 15 fırsatınız var. Ben bu anlardan birini Belgrad'da yaşadım. Kısa sürede bir aile olduğumuzu hissettiğim de çok an var. Takımın gençlerinden Mithat Can, bizim Derek'e "Eğer finale kalırsak bana PS5 alacaksın, söz mü?" gibi bir şey söylemiş. Bologna deplasmanına giderken Derek havalimanında almıştı o PS5'i. Mito mutlu, herkes mutlu…
Derek Needham
Buraya gelmemin sebebi Dusan Alimpijevic'ti. Kızılyıldız'ın başındayken ben Mornar Bar'da oynuyordum; play-off'ta karşı karşıya gelmiştik ve sanırım aklında yer etmişim. Çünkü geçen yıl Karadağ'da iyi bir sezon geçirmedim, biraz 'cepten yedim' desem yanlış olmaz. Beni transfer ederken, "Derek, ikimiz de kumar oynuyoruz" demişti ve neyse ki bu kumar tuttu. Sezon boyunca da takıma "Ben yılın ikinci yarısında formda olmanızı istiyorum" diyerek mesajı vermişti. Beni elinden geldiğince bir lidermişim gibi hissettirmeye çalıştı, biraz olsun karşılığını verdiğim için gurur duyuyorum. Her şeyin üstüne Bursa'daki karşılamaları asla unutamayacağım. Herkes çığlık atıyor, kornalara basıyor ve camlardan dışarıya çıkıyordu. Kimsenin ezilmemesi için otobüs durdu...
Nedim Yücel
2017 yazından bu yana Bursa'da görev yapıyorum. İlk geldiğimde kadro çok şişkindi. Yedi uzun vardı takımda, Dejan Borovnjak alınmış, TBL için ciddi maliyetlerin altına girilmiş. Hedef Süper Lig olduğu için haftada bir maçla 30-35 dakika oynatmanız lazım ama rotasyon çok geniş. Çok kısa bir süre içinde beş oyuncuyla yolları ayırdık. Belki ilk sene BSL'ye çıkamadık ama ikinci senede 30 maçın 25'ini kazanarak, lig tarihinin en rahat şampiyonluklarından biriyle Süper Lig'e yükseldik. Dört-beş yıl içinde ikinci ligin orta sıralarından, EuroCup finaline… Özellikle tasarruf yapma konusunda Bursa'da çok şey öğrendim. Mesela bu yıl 1,4 milyon dolar civarı bir oyuncu bütçesiyle sezona başladık. 110 bin dolar Allerik Freeman'dan, 100 bin dolar Egemen Güven'den bonservis bedeli kazandık. Anthony Brown'ın 100 bin dolara yakın kontratını çıkarabildik, Egemen'in altı aylık maaşı, Allerik'in 140 bin dolar alacağı derken ciddi bir miktarı kasaya koyduk sezon devam ederken. John Holland gibi gelen oyuncuları haneye eklediğinizde, sezon içinde 400 bin dolara yakın tasarruf yaptık. Uludağ İçecek ailesinin bizden 4 Ocak'taki toplantıdaki talebi 300 bin dolar civarı bir harcama kısıntısı yapmamız yönündeydi. Gelecek sene için de bunun biraz daha üstüne çıkarak bir kadro kuruyoruz. Fazla açılmak gibi bir niyetimiz yok.
Dürüst olmak gerekir, EuroCup formatının şu anki hali kimse için adil değil. Biz oraya gidip Partizan'ı yendik ama bütün yatırımın da bir 40 dakikaya bağlı olması ne kadar doğru, tartışılır. Bileğimizin hakkıyla kazandık ve bunun sonucunda EuroLeague hakkımızı sonuna kadar koruyacağız. Olur, olmaz. Bursa şehri eğer kenetlenirse, bize destek verirse, altından kalkamayacağımız hiçbir şey yok. Zor günlerden geçtik ama bunları hep karşılıklı güvenle aştık. Geçen yıl, çok zor bir aralık fikstürü varken koç da kötü gidiyordu. Beşte sıfır yaptık, çok kritik Ormanspor maçı vardı önümüzde, onu kaybettik. Koç Alimpijevic bana bırakmak istediğini, istifa edebileceğini söyledi. "Ya beraber bırakacağız ya da birlikte devam edeceğiz" dedim. Orman maçının ardından Büyükçekmece'yle 'tamam ya da devam' maçına çıktık. Kazandık. O maçı kaybetsek, ne olurdu gerçekten kestiremiyorum. Ligin son sırasında kalacaktık, belki hoca bırakmak konusunda tekrar ısrarcı olacaktı, belki biz gidecektik. Çekmece maçını kazandık, ligde kaldık, bugünlere kadar geldik…
Sezer Sezgin
Bursaspor'un amiral gemisi futbol takımıdır. Bugün hepimiz ortaya çıkan mevcut tablodan, kulübün iki küme birden düşmesinden ötürü çok üzgünüz. Ben çocukluğumdan beri kulübün içindeyim; 9-10 yaşlarımdan 20'li yaşlarımın sonuna kadar hep Bursaspor tribünlerindeydim. Babam da 1997'de kurulan Bursasporlular Derneği'nin ikinci başkanıydı. Önce taraftar, sonra yöneticiyiz biz. 1984 doğumluyum, rahmetli şampiyon başkan İbrahim Yazıcı'nın yedek yönetim kurulu üyesi olarak 2011 yılında ilk kez listeye girdim. En genç divan kurulu üyesiyim. Kısacası Bursasporlu olmak benim için çok büyük bir onur ve gurur kaynağı. Arkadaşlar biliyor, çok mücadele verdik. Bilhassa İbrahim Yazıcı rahmetli olduktan sonra arka arkaya kongrelerin geldiği bir dönem var; ben de eski yönetimden Recep Bölükbaşı'nın listesindeydim. Çok detaylı anlatmaya çalışacağım çünkü bizim için 'Kelebek Etkisi'dir o kongre.
2014 yılında planlı bir şekilde kurulmadı Bursaspor Basketbol Takımı. Bugünlerde yıkılmış olan Atatürk Spor Salonu'nda, dört adaylı bir kongredeydik. Yöneticiler, başkan adayları konuşmalarını yapıyordu. Bizim başkan adayımız, Recep Bölükbaşı, konuşma yapacak dördüncü ve son adaydı. Çok kıymetli İsmet Demirel abimizle göz göze geldik, beni yanına çağırdı. Kalktım gittim, eliyle spor salonunun çatısını göstererek, "Sezer, bak burada TOFAŞ bayrağı var. Galatasaray, Trabzonspor, Fenerbahçe, Beşiktaş… Herkesin bayrağı var. Bir bizim yok. Neden? Çünkü basketbol takımımız yok. Git, başkan konuşma yapmadan önce bunu ona söyle. Basketbol takımı kuracağımızın sözünü versin, 100-150 kişinin fazladan oyunu alırız. Kazanırsak da kurarız takımı" dedi. Yani ben sol tarafıma bakmasam, göz göze gelmesem belki bu konuşma olmayacak ve Recep Bölükbaşı çoktan sahneye çıkacak. Adayımızın yanına gittim, kulağına konuştuklarımızı anlattım. Hiç kimse de basketbol takımı istemiyor… Kongre biraz hararetli geçmiş, bizim adayımızın da önünde üç sayfalık bir konuşma metni var. Bir anda sinirlendi. Sanıyorum ne konuşacağını unuttu o anda. Yukarıya, tavana baktı. "Bizim niye orada bayrağımız yok arkadaşlar! Bursaspor büyük bir kulüp. Burada bizim de bayrağımızın olması lazım. Sadece futbol takımı değiliz biz" dedi ve alkışla kürsüden indi. Seçim bitti, biz kazandık. Kongreden yaklaşık bir hafta sonra benim telefonum çaldı: "Sezer, sen mi söylemiştin bu basketbol takımını kuralım diye?"
Evet başkanım" dedim. "Ee, kur o zaman. Bak beni arıyorlar devamlı" diye cevapladı. Süper Lig'de futbol takımımız olduğu için statü gereği basketbolda direkt 3. Lig'den başladık. Çekirge Kapalı Spor Salonu'nda… Futbol maçlarının çıkışına denk getirmeye çalışıyorduk basketbolu. Taraftarımız da sağ olsun bizi hiç yalnız bırakmadı. Futbol takımı küme düştüğünde, basketbola bir zeval gelmemesi açısından kulübün bir milyar TL'ye yakın borcu varken bir dernek kurduk. Basketbol şubesini önce oraya devrettik, ardından A.Ş. olarak yapılandırdık. Şubeyi, olası haciz ve icradan korumaya çalıştık. Süper Lig'e çıktığımız yıl, yönetim kurulunun birinci gündem maddesi basketbol takımının kapatılmasıydı. Bir şekilde o badireyi de atlattık. Bugün itibarıyla; borcu olmayan, Frutti Extra ve Uludağ İçecek gibi güçlü sponsora sahip, kurumsal bir yapıda Bursaspor Basketbol. Bu şehri biraz olsun mutlu edebildiysek bize yeter. Kolay değil, bir okul salonu olan Çekirge'de başladı bu hikâye. İnşallah bir gün EuroLeague'de devam edecek.