Kendine Has

12 dk

Keirin sizin için sıradan bir bisiklet dalı olabilir. Japonya için ise kültürü, kumarı ve mektebi yan yana getiren 60 yıllık bir spor fenomeni.

Floyd Mayweather-Conor McGregor karşılaşması öncesi kaleme alınmış en farklı yazının sahibi ABD’li gazeteci Spencer Hall, ‘yılın spor olayı’ ifadesiyle parlatılan maçın gerisindeki fikri bir zamanlar çalıştığı restoranın menüsüne benzetiyordu: “İş anlamında ölüm sarmalına girilen günlerdi, Bennigan’s’ta çalışan hiç kimse en azından on senedir, belki daha fazlası, yeni bir fikirle gelmemişti. Bu da bir noktada menüde ‘soğan halkasıyla doldurulmuş patates kabuğu’nun yer almasının açıklamasıydı.”

Bahsettiği, aslında hayatlarımıza dair bir gerçeğin spordaki yansımasıydı. O gerçek herkesin, her şeyin ve her yerin aynılaşması. Siz de daha önce benzer eleştirileri duymuşsunuzdur, hatta dillendirmiş de olabilirsiniz. Artık izlediğimiz diziler, dinlediğimiz müzikler ve hatta yaptığımız tatiller bizi sadece okuldaki sıra arkadaşımızla veya komşularımızla değil, kilometrelerce uzaktaki bir yabancıyla da aynı noktalara götürüyor. Sporda da organizasyonlar -üstte olduğu gibi- yeni fikirler bulmak için çalışıyor ama izleyicilerin dikkatini ekranda ya da stadyumda tutmak her zaman kolay değil. Birkaç istisna dışında. Japonların medar-ı iftiharı keirin de o istisnalardan biri.

Bahisten Geleneğe

Avrupa’nın en parlak pist bisikletçilerinden François Pervis, Japonya’da kazandığı ilk yarıştan sonra sıktığı yumruklarını tribünlere doğrultmuştu. Keirin’in vatanında kazanmanın ne kadar meşakkatli olduğunu anlamıştı fakat henüz sevincinin disiplin soruşturmasına yol açacağını bilmiyordu. Hemen yarış komiserleri tarafından çağrıldı ve hareketinin anlamı soruldu. Şaşkındı lâkin karşısındaki isimlerden büyük bir ders almıştı. Ona söylenenlere göre, el hareketiyle tribünden birine mesaj gönderiyor, tüyo veriyor olabilirdi. Pervis bu işin şakaya gelmediğini anladı ve ondan sonra, kazandığı her yarıştan sonra hiçbir şey olmamış gibi elleri gidonun üzerinde, başı yere doğru bakar vaziyette yoluna devam etti. Fransız bisikletçi, bu dersi Eurosport’un keirin belgeselinde anlatıyor. Aslında film, onun keirin için Japonya’ya gitmesi üzerine. Görüntüler etkileyici zira günümüzde dahi değişmeden, kendine has kalabilen sporlardan birisi keirin. “Hayatım boyunca hep aynı rutinleri yaptım” diyen Pervis’in 2010’dan itibaren oraya gitmesinin sebebi de bu. Farklı bir şey yapmak istiyor.

Aslında Japonya denilince akla gelen ilk spor sumodur ve sumoda birbirlerini iten şişman adamlar safhasını geçtiğinizde karşınıza 2000 yıllık bir gelenek çıkar. Konuya en uzak kişi bile ülkenin nasıl geçmiş meraklısı olduğunu bilir. Onların da tarihleri, biraz bizimkisi gibi, gelenekle modernleşme arasındaki mücadeleyle geçmiştir ve Yasujiro Ozu gibi yönetmenlerin kamerasından gördüğümüz toplum, binlerce yıllık adetleri modern zamanlara saygılı, korumacı ve ciddi bir şekilde aktarmasıyla ünlüdür.

Keirin burada da bir istisna zira sırtını bir geleneğe yaslamıyor. Yeni bir bisiklet dalı olarak 1948’de çıkmış. İkinci Dünya Savaşı’nın büyük yıkımını üstünden atmaya çalışan Japonlar, özünde keirin’i popüler bir bahis aracı olarak halkla buluşturmuş. Kısa sürede kazanılan müthiş popülarite sayesinde de hem toplumda müthiş bir bisiklet ilgisi oluşmuş hem de çok para kazanılmış. Ülkenin yeniden inşası döneminde kazanılan bu paralar elbette kritik. Keirin’e dair herhangi bir kaynağa rast geldiğinizde gördüğünüz ilk şeyin bahis olması o yüzden şaşırtıcı değil. Ama bu bir handikabı da beraberinde getirmiş. 1990’larla birlikte zirve yolculuğunu tamamlayan sporun 2000’lere doğru büyük izleyici kaybetmesinin gerisinde kirli imajının yattığını söyleyenler var. Orta yaş üstü erkeklerin azılı takipçisi olduğu keirin, farklı kesimlerin ilgisini kumarla olan bağı yüzünden çekemiyor. Japonya’da toplumsal hafıza üzerine araştırma yapan Wolfram Manzenreiter ile John Horne da ‘ucuz, heyecan verici bir eğlence biçimi olarak görülen’ ve işçi sınıfıyla, organize suç örgütleriyle bağlantıları olan keirin’in ülkenin toparlanmasındaki rolünün bazı kesimlerce görülmek istenmediğini söylüyor. Çünkü onların ifadesiyle; “Kamuoyu, Japon ekonomik mucizesi olarak adlandırılan bu süreci çalışkanlığın, sadakatin, hoşgörünün ve verimliliğin karşılığı olarak yorumlamayı tercih ediyor.”

Peki bu sporun kuralları neler? Her Keirin yarışında altı ila dokuz yarışmacı oluyor. Bisikletçiler, start takozlarından çıktıklarında önlerine derny adı verilen, tavşan atleti andıran bir bisikletçi geçiyor. Tempoyu ayarlayan ve gittikçe arttıran derny, bitime iki buçuk tur kala parkurdan çekiliyor, o noktadan sonra ise her yarış heyecan verici ve tehlikeli bir sprint mücadelesine sahne oluyor. Zira yol yarışlarında ya da Avrupa menşeli pist mücadelelerinde sprint atmanın keskin kuralları var. Çizgi değiştirmek, rakibe sert bir müdahalede bulunmak genellikle yasak. Oysa keirin’de yanınızda giden rakibe omuz atmanız, onu kafanızla ittirmeniz âdetten sayılıyor ve birçok yarışta sert kazalar, sakatlıklar yaşanıyor. Bir Japon bisikletçi bazen hayati riskler barındıran bu mücadeleyi ‘kumarla güvenlik arasındaki ince çizgide kurulan denge’ olarak tanımlıyor.

Mektepten Pistlere

Sidney 2000’le birlikte olimpik bir spor hâline gelen keirin, belki şu an dünyanın her yerinde görülüyor ama hiçbir yerde Japonya’daki gibi yapılmıyor. Çünkü orada keirin bir spor değil; hem bir eğlence aracı, hem de bir iş ve hayat gailesi. Sporcular, Keirin Okulu’nda yetişiyor. Eğer ailenizde Japon mafyasından (Yakuza) kimse yoksa ve bir kilometreyi 1 dakika 15 saniyenin altında bitiriyorsanız okula başvurabiliyorsunuz. Başvurunuz kabul edildikten sonra iş, okulda göstereceğiniz performansa kalıyor. Her sene eylül ve nisan aylarında okul yeni öğrencilerini kabul ediyor ve orada sporculara anatomiden mekaniğe, tıptan beslenmeye kadar pek çok alanda eğitim veriliyor. Öğrenciler haftanın altı günü ahenk içinde, aynı kıyafetleri giyerek ve aynı bisikletlere binerek çalışıyor. En sonunda federasyon tarafından onaylanırsanız bol kazançlı yeni bir mesleğiniz oluyor.

Keirin’in çağımızda biricik kalmasının sebeplerinden biri de dış dünyadan kopuk olması. Daha okuldayken telefon ve internet bağlantısı yasaklanıyor, öğrenciler eğitim gördükleri sürece sadece pazar günleri dışarı çıkabiliyor ve ailelerini bir kere telefonla arayabiliyor. İki yıl evvel Rouleur dergisine konuşan keirin hocalarından Satoshi Hagiwara bisikletçileri alıştırmak için böyle kuralların gerekli olduğunu ifade etmişti. Zira keirin yarışlarına giden bisikletçiler de dış dünyadan tamamen koparılıyor. Onlarca bisikletçi dört gün aynı yatakhanede kalıyor, herhangi bir bahis şikesi olmaması için her birinin telefonları ellerinden alınıyor, odalarının pencereleri buğulandırılıyor, hatta bazen pencerelerinin kulpları çıkarılıyor ve onlardan kapalı bir dünyada, tamamen her şeye perde çekerek yaşamaları bekleniyor. Pervis’in sevincine gösterilen hassasiyet yarış öncesi de geçerli. Sporcuların parkura çıktıklarında da kafalarını eğmeleri ve seyircilerle göz teması kurmamaları bekleniyor.

Keirin Okulu, Japonya’ya gidip orada yarışan yabancı sporculara da açık ama onların aldığı eğitim yerel bisikletçilerden biraz daha farklı. Okulda daha az zaman geçiriyor ve Japonların canına okuyan duvar tırmanışıyla biraz daha az cebelleşiyorlar. Ama onların da rakipleriyle aynı olduğu bir alan var. Keirin’de en basit seviye bisikletlerle yarışılıyor ve mekanik ayarlar son derece sıkı bir şekilde denetleniyor. Okulda öğrencilerden beklenen en önemli şeylerden biri de bu bisikletleri söküp takmayı öğrenmeleri. Çünkü sporcu olarak tam zamanlı yarışmaya başladıklarında çevrelerinde büyük bir danışman ordusu olmayacak. Japonya içinde bazen aynı günde üç-dört tren aktarması yaparak dolaşacaklar (bu seyahatlerde takım elbise giymeleri, şık olmaları zorunlu) ve kendi işlerini kendileri görecekler. Yarış zamanı geldiğinde de rakipleriyle aralarındaki tek fark, yetenek ve güç olacak.

Kısacası keirin, bütün sporlar içerisinde adetleriyle kendini farklı bir noktaya koysa da start işareti verildiği an bütün sporcuların eşit şartlar altında, bir ahenk içerisinde yarışmasını istiyor. Fakat elbette bazı farklar var. Örneğin, bisikletçiler yarış öncesinde vites tercihlerini ve farklı şekilde yapmak istedikleri her şeyi otoritelere bildirmek zorundalar. Yarış sırasında önde olan ve 800-400 metre kala atak yapanlara senko, 300 metre kala öne çıkanlara makuri, son bölümde 150 metre kala sprint atanlara ise oikomi deniyor. Bu stilleri bildiriyorlar çünkü bahisçilerin sporcuların amaçlarını ve tarzlarını bilmeleri önemseniyor. Seyircilerin dikkat ettiği noktalardan biri de yarış için oluşabilecek potansiyel stratejiler. Japon bisiklet yazarı Nagako Furusawa’ya göre, eğer iki bisikletçi aynı kasabadan gelmişse veya aynı sene keirin okulundan mezun olmuşsa onların rüzgâra karşı korunma konusunda beraber çalışabilecekleri düşünülüyor. Yani her türlü ufak bilgi kırıntısı bile işe yarayabiliyor.

Kulağa biraz tuhaf geliyor, öyle değil mi? Fakat yine de her yıl bir sürü sporcu, Japonya’ya gidip keirin yarışlarına katılmaya çalışıyor. Elbette ki para, bu noktada büyük motivasyon ama tek etkili araç da değil. Her şeyin, herkesin, her yerin aynı olduğu bu dünyada farklı bir deneyim yaşamanın tutkusu da var muhakkak. Çoğu zaman farklı bir şeyler yaptığımızı sanarken aslında geniş kitlelerin izinden gideriz. Böyle bir gezegende keirin ile tanışmanın garip ama rahatlatıcı bir tarafı var. Belki ilk kez izlerken o hissi edinemiyorsunuz ama arka planına dair herhangi bir çalışma yaptığınızda işler değişiyor. Artık önünüze gelen yemeğe daha farklı bakıyorsunuz. Sosu, garnitürü, süsü... Her şey daha başka geliyor.

Socrates Dergi