Kesişim

10 dk

Gözde Mimiko Türkkan, kendi dönüşümünde önemli yol katettikten sonra çevresini dönüştürmeye başlayanlardan… Bu yolculuğu kendisinden dinledik.

Muay Thai sporcusu, kick boksçu ve fotoğraf sanatçısı… Bu birkaç kelime Gözde Mimiko Türkkan'ı anlatmak için yeterli değildi. Biz de Sarıyer'de beş ortak olarak işlettikleri Tribe isimli spor salonunda kendisiyle buluştuk. Fotoğraf merakından Muay Thai'ye başlama hikâyesine; Tayland günlerinden, John Berger'e kadar her şeyi konuştuk.

Görsel sanatlara olan ilginiz nasıl başladı ve gelişti?

Fotoğraf makinesiyle haşır neşir olmaya başladığımda 15 yaşındaydım. Babam eski analog makinesini vermişti. Çocukken resim çizerdim, merakım vardı ama bu merak bir noktada söndü. Fotoğraf makinesiyle tanışmam, bence o küçük yaşlardaki görsel merakımı tekrar tetikledi. Liseden sonra Paris'e fizik okumaya gittim. Fakat sadece bir yıl devam edebildim, bıraktım. İstanbul'a döndüğümde kafamda pek çok alternatif vardı ama en kuvvetlisi fotoğraf çekmekti. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Fotoğraf ve Video Bölümü o dönem yeni açılmıştı. Orada verilen eğitim benim istediğime çok yakındı, burslu olarak girdim okula.

Belki aile faktörünün ya da okuduğunuz ilkokulun fotoğrafa yönelmenizde etkisi de büyüktür…

Evet bir kere, okuduğum okulun yani Pierre Loti'nin etkisi çok büyük. Hatta seneler sonra, belki on beş yıldır görmediğim insanların, okul arkadaşlarımın şu an sanat alanında önemli yerlerde olduklarını görmek ilginç oluyor. Okul bizi sanat alanında çok beslemiş ki bu kadar insan bir noktaya gelebilmiş diye düşünüyorum. Diğer taraftan ailemin de etkisi hayli fazla bence. Annem belki görsel sanatlarda değil ama müzik alanında çalışmalar yapıyordu. Fransız Enstitüsü'nde çalışıyordu ve en genel tanımıyla orada sanat ve kültür etkinlikleri düzenliyordu. Anneannem de eskiden tiyatro yaparmış. Görsel tarafı ise babamdan almışım. Çünkü onun resme ve görsel sanatlara yatkınlığı var.

Ünlü fotoğraf sanatçısı Nobuyoshi Araki'nin bir cümlesi var: "Bu, incelik isteyen bir uğraş. Sonuçta deklanşöre basmakla yaptığınız, o insanları ele vermek. Hep böyle değil; ama bu kesinlikle fotoğrafçının işinin bir kısmı." Sizi fotoğrafa yönlendiren güdülerden bir tanesi de bu temsil gücü mü acaba?

Aslında benim Araki'yle tanışmam şöyle oldu, artık Paris'te okulu bırakıp İstanbul'a dönmeye karar vermiştim ve orada son günlerimdi, bir ikinci el kitapçıda sanat, fotoğraf kitapları arasından Araki'nin Tokyo Lucky Hole diye bir kitabını buldum. O güne kadar Araki ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum. O kitapla birlikte tanışmış oldum. Araki, fotoğrafçının kendisini de fotoğrafın içinde kabul eder. Sadece fiziksel olarak o karede olmaktan da bahsetmiyor. Bir fotoğrafçı olarak ''Ben orada sadece bulundum, bir gözlemciydim, hiçbir şekilde müdahil olmamıştım'' deme özgürlüğümüz yok diyor Araki. Ben de aynı fikirdeyim açıkçası.

Fotoğrafa tekrar döneceğiz ama kick boks ve Muay Thai geçişini nasıl yaptığınızı sormak istiyorum...

Bunun da biraz çocukluğa giden tarafı var. Çocukken hep bir rol modeli ararız ya; ben her zaman dövüşen, savaşçı kadın tipine yöneldiğimi sonradan fark ettim. O zamanlar Street Fighter yeni çıkmıştı ve Chun-Li benim kendimi özdeşleştirmek istediğim karakterdi. Fakat sanat tarafında olduğunun aksine, çocukluğum o kadar da sporla iç içe değildi. Normalde üst seviye bir atletin altyapısı çok küçük yaşlarda atılır. Bende öyle bir durum yok. Dövüş sporlarına ve Uzak Doğu'ya sadece genel bir ilgim vardı. Bir tek Paris'te okuduğum sene okulun aktivitelerinden bir tanesi Kung Fu'ya başlamıştım. Ona da haftada bir-iki defa gidiyordum. Hoşuma gitmişti ama devamlı yaptığım bir şey olmadı o yıllarda. Ta ki Bilgi Üniversitesi'nde ikinci sınıftayken, manevi olarak da zor şeylerin geçirdiğim zamanlarda bazı durumların farkına varmama değin. Sürekli şikâyet edip hiçbir şey yapmıyorsam, çözümün bir şeyi değiştirmekle başlayacağını anladım. Evimin yanındaki spor salonuna gittim. Konuşup bilgi alırken kick boks diğer sporların arasında bana en yakın gelen spor oldu ve yapmaya başladım. O günden sonra da hiçbir zaman bırakmadım. Bence, bu benim için milattı. Londra'ya güzel sanatlar master'ı yapmaya gittiğimde ise orada bulduğum spor salonunda Muay Thai ile tanıştım. Haftanın beş günü gidip antrenman yapıyordum. Muay Thai hepsinden fazla ilgimi çekti çünkü diğer dövüş sporlarına göre daha kültürel bir birikimin evrilmiş ve spora dönüşmüş hâli. Felsefe ve kültürel anlamda altı çok dolu bir spor.

Peki Muay Thai kültüründe yaratıcılık nerede duruyor?

Bu konu bence şöyle, bunu en iyi seviyede yapan insanların yapabildiği şey, kendi yorumlarını katabilmek. Bence her an oluşan sonsuz ihtimallerden en verimli olanını seçmeleri bir yaratıcılık gerektiriyor. Bir hareket binlerce kez yapılıyor. Tekrar ediliyor ve kas hafızası geliştikten sonra bunlar artık düşünülmeden yapılmaya başlanıyor. Bu, aslında bir ezber süreci. Fakat bu ezber sürecinde hareketlerin nasıl kullanılacağı bir yaratıcılık deneyimi.

Tayland ve Japonya seyahatlerinizdeki deneyimleriniz neler? Dövüş sporlarının o kültürde dövüş sanatları olarak adlandırılması, farklı gözüken ama bir yandan da sanat ekseninde kesişen iki alanla ilgilenmenizi de getirmiş olabilir mi?

Asya'ya ilk gidişim Tayland üzerinden oldu, 2011 yılında. Master eğitimimi yarıda kesip İstanbul'a dönmüştüm. Kafamda birçok şey vardı. Bir tanesini seçip üzerine gitmem gerekiyordu. O noktada, Tayland'ın cinsiyet kimlikleri ile ilgili araştırma yapmak için ilginç bir yer olacağını da biliyordum. Konuyla ilgili kitaplar okumuş, filmler izlemiştim. Diğer taraftan tabii ki Muay Thai vardı. Gidip hem antrenman yapabilir hem de fotoğraf projesi üretebilirdim. Yaklaşık üç-dört aylık bir araştırma süreci oldu gitmeden önce. Ayrıca tek başıma barlar sokağına gitsem, insanların tepkisinin ne olacağı gibi konuları da düşündüm. Gidene kadar heyecanım daha da arttı. Gittikten sonra zamanla her iki anlamda da çok ufuk açıcı bir seyahate dönüştü. Muay Thai'nin aslında Tayland dilinde ne anlama geldiğini, ne kadar önemli olduğunu oraya gitmeden öğrenemezmişim, asla. Siam Krallığı döneminden kalan savaş sanatlarının evrilerek, Batı dünyasıyla ilişkilerin geliştirilmesiyle, eldiven ve ring eklenmesiyle oluşturuluyor. Aslında temel anlamda Tayland'ın ata sporu.

Mimiko

2002 ya da 2003 yazında Beyoğlu'nda küçük bir sinemada Hideo Nakata'nın Dark Water isimli korku filmini izlemeye gitmiştim. Filmde aslında pek dişe dokunur bir şey olmuyor ama aşırı derecede gerginlik veriyor insana. Korku öğelerinden bir tanesi, üzerinde tatlı bir karakter çizimi ve 'Mimiko' yazısı olan çocuk beslenme çantasıydı. O çizim ve Mimiko, bir çeşit Hello Kitty gibiydi.

Ayrıca tezatlığı kendi karakterimde de hissediyorum ve beslenme çantası karakteri Mimiko'daki tezatlıkla kendi kimliğimdeki tezatlığı benzetiyorum. Sanat üretimimde ortaya koyduğum daha sade karakter ve spor yaparken ortaya çıkan daha sert, kendini zorlamayı seven karakter var. Bu karakter, Mimiko gibi şirin bir isimle de tamamlanıyor sanki...

Bir tarafta fotoğraf, diğer tarafta dövüş sporu. Birbirlerini besliyorlar mı yoksa tam tersine zıtlık mı yaratıyorlar?

Görünüşte zıtlıklar var. Elbette bu zıtlıklar tamamen stereotiplerle ilgili. Buradan yola çıkarak, süslenmeyi seven bir kadının Muay Thai yapmasına da şaşırılabilir. Fakat ben herkesin kendi kombinasyonunun olabileceğini düşünüyorum. Hiçbiri doğru ya da yanlış değil. Zıtlık var gibi görünüyor ama aslında aralarında dengeleyici bir durum var. Ben mesela gündelik hayatta çok az şeyi dışarı vurabilen bir insanım. Genelde kendime sinirleniyorum. Bu da yıkıcı olabilecek bir enerji. Bu enerjinin de sağlıklı bir çıkış yolu yok. Spor, Muay Thai ya da burada Tribe'de yaptığım crossfit antrenmanları benim o tarafımı dengelememi sağlıyor. Böylece zihnim de daha rahat oluyor. Diğer taraftan, üzerinde çalıştığım bir fotoğraf projesi var. Ve şunu fark ettim. Spor aslında beni düşünmediğim şekillerde besleyip fotoğrafa tekrar yönlendiriyor.

2012 yılındaki serginizden sonra bir buçuk yıl gibi bir süre hiç fotoğraf çekmemişsiniz. Neden ara verdiniz?

Gezi Parkı dönemi, benim ve hepimiz için ânı yaşamak anlamında inanılmaz bir deneyimdi. Fakat ben tüm o süreç boyunca hiçbir şekilde fotoğraf çekmedim. Sadece, düşünmeden o süreci yaşamak ve orada bulunmak istedim. Çünkü benim için fotoğraf, bir ayağımın dışarıda olmasını sağlayan bir şey. Yani bir yanım gözlemci bir yanım katılımcı tarafında oluyor. Bu çok güvenli bir ikililik ama aynı zamanda katılımcılığı yarıya indiriyor. Oysa Gezi benim sadece yaşamak istediğim bir süreçti. Gezi olayları bittikten sonraki depresif süreçle birlikte bir buçuk yıl hiç fotoğraf çekmedim. Fotoğrafçılıkla ilgili bir derdim de oluştu aslında. Bir şey beni rahatsız eder hâle geldi. Çok samimi bir şeyler olurken, fotoğraf çekmek neticede başka bir şey yaratmak anlamına geliyor. Niyet samimi olsa da bu böyle.

Mesela bir portrede, çektiğiniz kişi size izin verse bile o portre artık kendi başına bir varlık oluyor. Kendi başına çok iyi bir şey, herkes baktığı fotoğraftan kendi istediğini alabiliyor. Ama bu bana fotoğrafla ilgili asla çözülemeyecek bir şey gibi geliyor. İki ucu keskin bıçak.

Hangi fotoğraf serinizde, ne kadar merkezde olacağınızı nasıl ayarlıyorsunuz?

O kararlar biraz içgüdüsel ve çalışmanın sonuna doğru ortaya çıkıyor. Ya bir şeyi gerçekten fiziksel olarak da kendi üzerimden anlatmak istiyorum; ya da sadece içinde, küçük bir noktasında o öznelliği hatırlatmak amacıyla koymaya karar veriyorum. Baştan çok net bir sınır olmuyor. Şu ana kadar sadece bir fotoğraf serimde o kadar net oldu. Now You See Me serisinde öyle yapmaya karar verdim. O da zaten biraz cosplay gibi bir çalışmaydı.

Sizin otoportre çalışmalarınız bana hemen John Berger'in Görme Biçimleri'nde bahsettiği ''Kadını obje olarak algılıyoruz, kadın kendini nasıl algılıyor?'' konusunu hatırlatıyor. Sizde de böyle bir çağrışım oluyor mu?

Oldu ve olmaya da devam ediyor aslında. Hatta ben 2008'de İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden mezun olduğumda Görme Biçimleri benim bitirme projem için kullandığım kaynaklardan bir tanesiydi. Hatta her şeyin başladığı nokta o belki de. Tek başlangıç yok gerçi, Araki de bir başlangıç. Ama en azından burada kendimi bir kadın olarak o cümlenin öznesi kabul edebildim.

Bir yazınızda, fotoğrafçı Kohei Yoshiyuki'den şu cümleyi paylaşıyorsunuz: "Fotoğraf çekmenin bir bakıma röntgencilik içeren bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani röntgenci olabilirim, çünkü bir fotoğrafçıyım." Bu cümle hakkında ne düşünüyorsunuz?

İşte tam bu cümle! Bu konuda kendimi dalgalanma hâlinde hissediyorum. Fotoğraf, içimden gelerek yaptığım ve düşünme süreçlerinin içgüdülerle birleştiği bir süreç. Daha farklı bir süreç yaşasam da ve daha samimi de olsam oradaki amacın dışına çıkmış olabilirim, gezide böyle düşünüyordum. Bir süre fotoğraf çekmeyip Japonya ile başlayan seriyi çekerken, küçük Olympus marka bir makine satın aldım Japonya'dan. Kimseden izin almadan fotoğraf çekmeye başladım. Dalgalanma dediğim bu. Kendi günahımı kabul ediyorum ve bir yandan ben de kendimi aynı pozisyona sokacağım bir seri yapayım Now You See Me gibi mesela dedim. O yüzden o cümle benim için önemlidir, çok değer veririm.

Sınırları Zorlamak

Şu an burada yaptığım spor crossfit'e çok benzer ama tam olarak crossfit değil. Crossfit'e göre biraz daha herkesin kendine göre rahat uyarlayabileceği opsiyonlarla yapıyoruz. Herkes aynı anda yapıyor ve işin en eğlenceli taraflarından bir tanesi herkesin aynı anda zihin olarak orada olmasını gerektirecek zorlukta bir şey yapmanın keyfi. Başka bir şey düşünmeye imkân yok. Vücudu sınırlarına çok yaklaştıran bir şey olduğu için benim gündelik hayatımda Muay Thai kadar sevdiğim bir spor hâline geldi.

Türkiye'de kadınların hem spor hem de sanat alanında yeterince yer bulabildiğini düşünüyor musunuz?

Bu soruyu sadece Türkiye için değil tüm dünya için sorabiliriz sanırım. Cevabı ise, hayır tabii ki. Bununla ilgili bir yazı okumuştum ve çok da etkilenmiştim. UFC'nin horoz sıklet şampiyonu kim diye sorsam, hemen o ünvanın erkek sahibini söylenir. Fakat UFC'nin horoz sıklet kadın şampiyonu dersem ancak o zaman Ronda Rousey ismi söylenir. ''Belirtilmediği sürece erkektir'' düşüncesi, şimdi olmasa bile bir dönem yeterince yer bulunamadığının bir tespiti. Şu an bir şeyler değişiyor mu, evet değişiyor. Bazen markaların, ''Aa böyle bir alan var biz burada kadınlarla işbirliği yapalım'' diyerek girdiği alanlar var mı? Evet. Bu, biraz daha bu alanda yer almaya katkı verecek bir şeyse, bu da güzel. Ben bunun bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Ya da mesela kadın voleybol takımı derken, erkek voleybol takımından da her zaman erkek voleybol takımı olarak bahsetmek gerekmiyor mu?

Socrates Dergi