
Lider
16 dk
Kevin-Prince Boateng, Almanya'nın asi çocuğu olarak tartışılırken çoktan Milan'da yıldız olmuştu bile. Peki bu dönüşü nasıl sağladı? Gelin, kendisinden dinleyelim.
"Bir gün canım döner istedi, atladım uçağa, Berlin'e gidip bir döner yiyip geri döndüm."
Kevin-Prince Boateng'i anlat deseler bu örneği kullanabilirim. Sassuolo'da oynadığı dönemde, İtalya'nın kuzeyinde iyi bir dönerci olmayınca çareyi uçağa atlayıp 1000 kilometre uzaklıktaki Berlin'de buldu. Buna sorumsuzluk diyebilirsiniz veya yaptığı şeyin komik olduğunu düşünebilirsiniz, Boateng ise buna "Normal" der. Sassuolo yönetimi o günlerde bir şey demedi, çünkü Alman asıllı Ganalı oyuncu, tecrübesiz İtalyan takımına çok şey katmıştı. Teknik direktörüyle yaşadığı harika uyum, İtalya kültürüne yatkınlığı ve geri kazandığı futbol tutkusuyla doğru bir birliktelik olmuştu Sassuolo günleri. Ancak Boateng, "Seyyahlık bir keşfediştir" diyerek yoluna devam etti ve serüveni Türkiye'ye kadar uzandı. Peki Beşiktaş'ın yıldız oyuncusu bu yorucu yolculukta nelerle karşılaştı? Bunları kendisinden dinledik. Önce YouTube'da, sonra dergide...
Geriye dönüp baktığımızda birçok takımda forma giydin ama gerçek manada hayal kırıklığı yaratan bir yer oldu mu?
Schalke'deki ilk yılım olağanüstüydü ama ikinci yılım hayal kırıklığı olarak değerlendirilebilir. Fiorentina'daki altı ayım da kötü geçti. Beni bugün bile rahatsız eden, geride bırakmak istediğim dönemlerdi. Çünkü her kulüpte bir iz ya da güzel hatıralar bıraktım. Schalke'deki ilk yılım muhteşemdi. Ama ikinci yıl… O kadar trajik, o kadar kötü, o kadar üzücü...
Peki gittiğin kulüplerin her birinin senin tercihin olduğunu söyleyebilir misin? "Başka seçeneğim yok, buraya gitmeliyim" dediğin bir an oldu mu?
Yaptığım tek bilinçli seçim, sanırım Tottenham'a gitme kararımdı. 20 yaşındaydım, bu tercihim üzerine kafa yoracak çok zamanım vardı. Sevilla da ilgileniyordu ama ben Tottenham'ı tercih ettim. Lakin oraya gitmek bir hataydı. Biraz daha Hertha Berlin'de kalmalıydım. Diğer transferlerimde her şey hızlı gelişti. Dünya Kupası sonrası, bir anda Milan… Tabii ki kararı sonunda ben veriyorum ama başka oyuncular gibi vaktim olmadı hiçbirinde.
Hertha'dan erken ayrılmanı hata olarak niteledin. Neden?
Öncelikle orası benim yuvam olduğu için. İnsan bunu gittiğinde, artık orada olmadığında anlıyor. Tottenham'daki ilk yılım iyi geçmedi, evimi özledim. Hertha'da as oyuncuydum, orada büyüdüm, taraftarlar beni seviyordu. Orada kalmalıydım, Hertha'nın benim için yaptıklarını karşılamak için. Sakin bir ortamda çalışmamı sağlıyorlardı. Beni skandallara rağmen koruyup destekliyorlardı, ben de bir-iki yıl orada kalıp borcumu ödeyebilirdim. Hertha, ayrılması zor bir kulüp.
O dönemlerde yaşadığın şeyler yüzünden çok da iyi bir imajın yoktu. Bunlarla nasıl başa çıktın, boğulmamayı nasıl başardın?
Elbette yaptığım birçok hata yüzünden pek iyi bir imajım yoktu. Ama aynı zamanda bir yol göstericim de yoktu. Şimdiki gibi psikolojik destek alamıyordun. Futbol topunu düşünüyordum, ondan sonra da arkadaşlarımla geziyordum. Bana frene basmamı söyleyecek kimse yoktu. Yaş aldıkça hayatında neyin önemli olduğunu anlıyorsun. İnsan, yeteneğin her şey olmadığını kavrıyor. Zirveye çıkmak için profesyonel olmak gerektiğini fark ediyorsun.
Almanya'da "Kevin-Prince Boateng nasıl bir karakter?" sorusu tartışılırken sen Milan'a gidip yıldız olmuştun bile. Bu gelişim neden bu kadar uzun sürdü? Almanya'da "Ya bu çocuk yaptığı yaramazlıklardan daha fazlası" fikri neden bu kadar geç oturdu?
Yeteneklerime hep güvendim. Ama bunun yetmediği bir yer geliyor. Bu her futbolcunun başına geliyor. İstek, suyun üstünde kalmana yardım edebilecek tek şey. Yeteneğin yetmediği yere geliyorsunuz. O noktada çalışmalı, vücuduna bakmalı, iyi beslenmeli, geç saatte uyumamalısınız. Bunlar insanın hep duyduğu şeyler ama gerçekten içselleştirip hayata geçirince Milan'da as oyuncu olabiliyorsunuz. O dönemde birçok iyi oyuncuyu kulübeye mahkûm ettim. Kimse Milan'da ilk 11'e girebileceğime, o isimleri kadrodan kesebileceğime ihtimal vermiyordu.
.jpg)
"Kendimi lider bir oyuncu olarak görmedim, başkaları beni böyle gördü. Lider olmanın farklı yolları var."
Lider oyuncular sana "Kevin şunu yapmalısın, erken yatmalısın..." diyordu. Bunları duymak sinirlendiriyor muydu?
Evet. (Gülüyor.) Dürüst olmak gerekirse beni agresifleştiren, futbol açısından benimle aynı kalitede olmayan insanlarla konuşmaktı. Bu benim için hep bir problemdi. Altını çizmek istiyorum, futboldaki kaliteden bahsediyorum. Ukalalık gibi gelebilir ama böyle. Bundesliga'da 150 maç oynamış olabilirsin ama dostum, ben senden daha iyiyim işte. Mesela Niko Kovac dinlediğim biriydi. O da benim gibi Wedding'den (Berlin) geldiği için o zamanlardan edindiği savaşçı mantalitesi vardı, onu dinliyordum. Ama daha sonra bana bir şeyler öğreten herkesin içimdeki en iyiyi çıkarmaya çalıştığını anladım, bunu nihayet özümsedim.
Şimdi bunu sen yapıyor musun? Başkalarını sinirlendiriyor musun?
Sinirlendiriyorum ama yalnızca büyük potansiyele sahip olduğunu bildiklerimi. Örneğin Frankfurt'tayken Marius Wolf'u kanatlarımın altına aldım. Onu ben var ettim demiyorum ama ona yardımcı oldum ve Frankfurt'ta kısa sürede ilk 11 oyuncusuna dönüştü. Sonra Dortmund'a gitti. Örneğin Sassuolo'da da Stefano Sensi'yi kanatlarımın altına aldım. O da beni dinledi, daha sonra Inter'e transfer oldu, şimdi İtalya'daki en iyi orta saha oyuncularından biri. Televizyonda onları izlerken, "Vay be, beni dinledi ve şimdi bak, makine gibi oynuyor" demek güzel bir his.
Bugün lider bir oyuncu musun peki?
Her zaman lider bir oyuncuydum, olmak istemeden. Bu olumlu bir şey çünkü birçok kişinin üstündeki baskıyı alıyorum, böylelikle daha rahat oynuyorlar.
Bir paratoner gibi…
Mesela Schalke'de de aynısı oldu. Max Meyer, Leon Goretzka... Bu şekilde yetişme fırsatı yakaladılar. Tüm gözler üzerimdeydi, böyle olunca gençler de tam gaz ilerleyebildiler. Bazen "Eyvah, herkes bana karşı" diyordum. Ama ben her zaman lider oyuncuydum.
Matthias Sammer, bir keresinde şöyle demişti: "Futbolcuların farklı kategorileri vardır. Bireyciler var, liderler var, takım oyuncuları var. Bir bireyciden lider yapamazsınız. Onlar özgür ruhlardır ve onlardan kaptanlık ya da liderlik görevlerini yerine getirmesini bekleyemezsiniz." Ama sen özgür bir ruhsun ve aynı zamanda liderlik özelliklerin de var. İkisi bir arada olabilir mi?
Ben kendimi lider bir oyuncu olarak görmedim, başkaları beni böyle gördü. Bu sebeple ben kendimi bireyci olarak değerlendiriyorum. Ama diğerleri beni lider oyuncu olarak görüyor. Böyle olunca gençlere yardım etmek, takıma önderlik etmek gibi görevlerim var. Sammer'in haklı olduğunu söyleyebilirim ama istisnalar vardır. Örneğin Messi lider bir oyuncu ama o sözleriyle değil, futboluyla takımına önderlik ediyor. Mesela buna Roma'da Daniele De Rossi'nin yaptığıyla aynı şey diyemeyiz. De Rossi çok konuşan, takımını iten bir liderdi. Lider oyuncu olmanın farklı yolları var.
'Gerçek sen'i keşfeden antrenörü sorsam kimin ismini verirsin? Profesyonel kariyerinde bugün bildiğimiz Prince'i ortaya çıkaran kimdi?
Nereye gidersem gideyim, hep o an için mükemmel antrenörlerle çalıştım. Falko Götz, beni A Takıma çıkaran antrenördü. Başka biri olsa beni almayabilirdi ama o bana inandı. "Bu çocuk çılgın" diyerek uğraşmayabilirdi. Tottenham'da beni oynatmayan hocam vardı, yeniden yukarıya çıkmam için dibe vurmam gerekiyordu. Eğer Tottenham'da beş-altı kez oynamama izin verilseydi, belki de Londra'daki hayatın tadını daha da fazla çıkarmaya başlayacaktım ve düşecektim. Sonra Milan'daki teknik direktörüm bana nasıl defans yapılacağını öğretti. Her zaman ileriye giden, golü düşünen bir oyuncuydum ama orada nasıl defans yapmam gerektiğini öğrendim.
Schalke'ye geçtim, Jens Keller'le çalıştım. Beni serbest bıraktı, "Prince, bana yardım et, takımın elinden tut ve başarılı olalım" dedi. Bu sayede daha da olgunlaştım. Sonra Niko Kovac, "Sen benim sağ kolumsun" dedi. Frankfurt'ta zor karakterler vardı, Niko ve Fredi Bobic'in yardımlarıyla hepsini tek bir çatı altında toplamak benim için yeni bir görevdi. Bir futbolcu olarak sahip olduğum sorumlulukların yanında çevirmenlik de yaptım, farklı kültürlerden gelen isimlerin kaynaşmasına yardımcı oldum. Birçok yerde oynadım, birçok antrenör bugünkü kimliğimi bulmamda pay sahibi oldu. Ama itiraf etmem gerekir ki bir dönem futbola olan sevgimi kaybetmiştim.
Neden?
Çünkü çok fazla iniş, çok fazla çıkış vardı. Basın bir taraftan… Hakkımda bir sürü şey yazılıyordu. Antrenmana gitmek istemiyordum. Bu aşkı bana geri kazandıran Sassuolo'daki teknik direktörüm Roberto De Zerbi oldu. Çok genç bir isim, süper bir insan, aynı zamanda süper bir teknik adam… Bana göre böyle devam ederse dünyanın en iyilerinden biri olacak.
Bunu nasıl yaptı?
Futbol tarzıyla... Bir tiki-taka antrenörü. Paslı oyun, topa uzun vurmak yok. Oyunuma bakışı, benden talep ettikleri sayesinde yeniden her gün antrenmana gitmek, topa dokunmak, takım arkadaşlarımı görmek istedim.

Tiki-taka oyunu seni Barcelona'ya hazırladı herhalde.
Doğrusu evet, sahte 9 rolündeydim. İlk altı ay boyunca olağanüstü oynadık, tüm İtalya bunu konuştu. Çünkü 25 pas yapmadan oyuna başlamıyorduk, gerçekten çok güzeldi. Sassuolo hâlâ İtalya'da en iyi futbol oynayan takımlardan biri.
Tarihe baktığımızda dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcuları da genelde sivri karakterlerden çıkıyor, 'herkesin sevgilisi' diye nitelendirdiğimiz isimler olmuyor. Bu seviyede başarılı olmak için böyle farklı bir karakter olmak mecburiyet mi?
Daha ilginç hale geliyorsun. Bugün sosyal medya, Twitter, şu bu var. Bu platformlarda 'sivrilen', hatta insanların 'deli' dediği karakterlere baktığında hepsinin daha çok takipçisi olduğunu görüyorsun. Bu tip oyuncular sokakta daha çok tanınıyor, bunu kabul etmek gerek. Dolayısıyla genç oyuncuların hayatını yaşamasına izin verilmeli. Bir keresinde Jadon Sancho hakkında söylemiştim bunu. Çocuğu rahat bırakın. Her cumartesi insanlar onun futboluyla büyüleniyor. Bırakın istediği şeyi sürsün, istediği şeyi yesin. Seni mutlu ediyor, aşağı çekmesene. Araba sürdü diye, altın kaplamalı biftek yedi diye ya da herhangi başka bir sebepten… Göze batan tipleri rahat bırakın yoksa herkes robot gibi olacak.
Teknik direktör olsan Kevin-Prince Boateng ile çalışmak ister misin?
Hayır, sanmıyorum! Tahminimce birbirimizi parçalardık. Gerçi şimdilerde evet derim; bugünkü Kevin-Prince Boateng'i takımımda isterdim. Ama genç Boateng'i istemem.
Antrenörlerden yana şanslı olduğunu söyledin. Kovac'ın Frankfurt'ta farklı karakterleri bir araya getirerek başarıya ulaştığını anlattın. İnsan yönetimi açısından sana göre en iyisi kimdi?
Niko ve Jürgen Klopp. De Zerbi de var tabii ki. Onlarla ilişkilerim devam ediyor. Bu futboldan öte bir şey, insani bir bağ. Mesela Niko ve ben. İlk olarak beraber oynadık, antrenörlüğe başladığı anda ona telefon açtım: "Niko ne zaman, nerede antrenör olursan ol direkt gelirim" dedim. Klopp'u ne zaman görsem Dortmund'daki gibi gülmekten çatlıyoruz. De Zerbi'yle de öyle. Bu böyle bir seviye; birbirini anlıyorsun, her zaman saygı duyuyorsun, takdir ediyorsun. Bahsettiğim seviyede tokalaşmak yok, sarılmak var.
Eğer Niko Kovac, Hertha'ya geri dönmüş olsaydı belki senin de yuvanda, Hertha çatısı altında onunla buluşma fırsatın olacaktı.
Rüya gibi olurdu gerçekten. Kariyerimi Hertha'da sonlandırmaktan daha iyisi olamaz. Almanya'ya ya da Bundesliga'ya gitmeyi düşünmüyorum ama Hertha ararsa geri dönerim.
Geri dönüş için bir şansın olduğunu düşünüyor musun?
Tabii, tabii! Ben hâlâ iyi bir futbolcuyum. Önümde hâlâ iyi geçirebileceğim iki yılım var. Neden bu iki yılı Hertha'da geçirmeyeyim ki? Dürüst olmam gerekirse bu benim hayalim. Belki birileri bu rüyamı gerçekleştirmeme yardım eder.

"Her sene neredeyse iki kez Türkiye'ye transfer oluyordum basına göre. Bir yaz, bir kış..."
Biraz da Türkiye hakkında konuşalım. Benim Türkiye-Almanya bağım var, hatırlayabildiğim kadarıyla Bundesliga'dan adı her sene Türkiye'deki kulüplerle anılan dört oyuncu vardı. Bunlardan biri Mehmet Scholl'dü, biri Yıldıray Baştürk'tü, biri Lukas Podolski'ydi, biri…
Biri de benim. Her sene.
Evet, sen. Türkiye'ye transferin gerçekte kaç kez gündeme geldi?
Doğrusu, sanırım bir kez telefon görüşmesi olmuştu. Her sene neredeyse iki kez Türkiye'ye transfer oluyordum basına göre. Bir yaz, bir kış. Sonra burada bir şey olduğunu, burada bir şeyin beni çektiğini anladım. Her sene iki kez "Geldi, geliyor" haberleri çıkıyordu, fotoğraflar kesiliyor, kafam formalara yerleştiriliyor. Bu nasıl olabilir ki? Bir keresinde menajerimi aradım, "Bunlar doğru mu?" diye sordum. Çılgınca bir şey.
Bu ısrarın bir sebebi olmalı. Neden sen? Tamam, Berlin'de çok Türk arkadaşın var... Ama neden?
Kültürle alakalı sanırım, üstün hayal gücüne sahipler. Mesela bir hafta önce Beşiktaş'ta devam etmek istemediğimi yazmışlar ki bu doğru değil. Ama haber her yerdeydi, herkes yorum yapıyor. "Lütfen kal, seni seviyoruz" yazanlar var. Görünce neler oluyor diye düşündüm, bir şey dememiştim ki ben... Karantinadaydım, kimseyle konuşmadım. Türkiye bu konuda oldukça meşhur.
Ama sonra o gün geldi. Arabadasın, kamera açık, siyah-beyaz filtre ve hangi şarkıyı söyledin?
Bitanem.
Bize söylersin herhalde şimdi…
Hayır, hayır! Lütfen, bekle. Kupa kazanırsam stadyumda konser veririm. Bitanem, en sevdiğim şarkılardan biri, onu dinleyerek büyüdüm. Gran Canaria'daydım, hava güzeldi, şarkıyı açtım ve söyledim, tabii ki Türkiye'de büyük olay oldu. Üç-dört yıl sonra buraya geldim ve hâlâ konuşuluyordu.
Birçokları için bu bir geleceğe selamdı. Günün birinde geleceğini düşünüyorlardı.
Menajerime de Türkiye'de seve seve oynayacağımı söylemiştim. Türkiye'nin kültürünü biliyorum, Türk arkadaşlarla büyüdüm, her biri Beşiktaş taraftarıydı. Beşiktaş'tan başka bir yere gitsem beni affetmezlerdi.
Beşiktaş'a transferin sonrası kutlama yaptı o zaman arkadaşların.
Tabii, gelen mesajları tahmin bile edemezsin. Berlin'deki kuaförüm bir sürü fotoğrafımı çekti, hepsi çok sıkı Beşiktaş taraftarı. İlk maçıma gelmek için hepsi buraya uçtu...
Ne bekliyordun, ne buldun? Beşiktaş'ta, Türkiye'de, Süper Lig'de?
Ne bekleyeceğimi biliyordum, beklediğim gibi de oldu. Sevinçliydim çünkü o bağı kuracağımı çok iyi biliyordum. Tabii şans da gerekli, çok iyi bir gol attım ilk maçımda, 40 bin taraftar şarkımı söyledi. 40 bin taraftar İbo'dan "Deli gibi severim seni"yi söyledi. Beni tanımıyorlardı, sadece bir röportaj vermiştim. Tamam, kim olduğumu biliyorlardı ama 90 dakika sonundaki o bağ inanılmazdı. Tüylerim diken diken oldu, videoyu hala izliyorum bazen, tüm tribün zıplıyor, şarkıyı söylüyor... Böyle bir şey olamaz. Aradaki bağı hemen anlıyorsun, taraftarlar seni anlıyor; "O da bizim gibi, o da bizden" diyorlar. O günü asla unutmayacağım.
Beşiktaş'taki teknik direktörün Sergen Yalçın, az önce bahsettiğimiz farklı karakterli büyük yıldızlardan biriydi. Birçok kişi için Türkiye tarihinin en yetenekli futbolcularının başında geliyor, galiba benim için de öyle. Onun eskiden büyük bir oyuncu olduğunu hemen fark ettin mi?
Tabii ki. Otobüsle bir yere gittiğimizde taraftarlar onu gördüklerinde ortalığı ayağa kaldırıyorlar. Sergen Yalçın'a duyulan çok ama çok büyük bir saygı var. Kulübün en ünlüsü o. Oyuncular için zor bir durum. Otobüsten çıkınca bize "Nasılsın, iyi misin?" diyorlar, ona "Oo hocam" diyorlar. Ben de "Ama bugün oynayacak olan benim dostum" diye takılıyorum. Şaka bir yana, Türkiye'de üç büyük 10 numara olduğunu fark ediyorsun; Hagi, Alex ve Sergen.
Antrenmanlarda klasını konuşturuyor mu?
Evet, çok değil ama arada sırada oynayıp sol ayağıyla direğe atıyor topları. Sol ayağı çok ama çok teknik.
1999'da Münih Olimpiyat Stadı'ndaki milli maçta Almanya, Türkiye'yle karşılaşmıştı. Orada Sergen Yalçın gerçekten inanılmaz oynamıştı. Belki biliyorsundur.
Hatta Bayern'e gidiyormuş, değil mi?
Evet. "Adamlar beni bir araştırmışlar, almaktan vazgeçtiler" dedi daha sonra. Bunu anlatırken kendisi de gülüyor.
Bazı kulüpler bu tip farklı yapıdaki oyuncuları istemiyor olabilir. Ama konuyu çok iyi biliyorum, burada çok da konuşulur Bayern Münih'e transfer olmaya çok yaklaştığı konusu.
Sezon bittikten sonra ne yapacağına dair bir planın var mı?
Beşiktaş'ta oynamak gerçekten özel bir şey, benim için bir zevk. Ama henüz gelecek adına bir şey konuşulmadı, çünkü futbol dünyasında koronavirüs yüzünden her şey durdu. Dikkate alınması gereken birçok problem var. Şu an kulüplerde konu "Şu kalıyor mu, bu gidiyor mu" değil. Bazı kulüpler var olma savaşı veriyor. Önce güçlü kalmak için formül bulmaları gerekiyor bu kulüplerin.
Bize gelince, sezona güzel bir nokta koymak, sağlıklı kalmak istiyorum, ondan sonra oturup konuşulur. Kulübün beni burada tutmak istediğini biliyorum. Ben de kendimi burada iyi hissediyorum. Neler olacağını göreceğiz.