'Kırmızı Kar'ı Beklerken

10 dk

En büyük hobisi büyük oyunu çözmek olan Türkiye, son on yılda çok sevdiği bir başka oyundan vazgeçti. Yani, futboldan...

Depo Photos

Türkiye'nin en çok izlenen futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen, 'Kırmızı kar' kalıbını çok seviyor. Mesela geçen sezon "Kırmızı kar yağar, Fenerbahçe yine de küme düşmez" demesi hâlen akıllarda. Fakat o açıklama bir ilk değildi. 2008'de bir internet sitesine konuşan Dilmen, aynı kalıbı kullanıp "Kırmızı kar yağar ama Anadolu'dan şampiyon çıkmaz" demişti. O sezon Sivasspor, üst üste ikinci kez zirve yarışındaydı. Lig sona erdiğinde Dilmen haklı çıktı. Sivasspor şampiyonluğu son haftalarda kaybettiği puanlar yüzünden Beşiktaş'a kaptırdı.

Ertesi sene aynı internet sitesi bir kez daha Dilmen'in kapısını çaldı. Bu sefer Bursaspor şampiyonluk yarışındaydı. Tecrübeli futbol adamına önceki sezon hatırlatıldığında şu cümleleri kullandı: "Geçen sene hava kapandı, kar da yağdı ama beyaz kar yağdı. Bu sene de aynısının olacağını düşünüyorum. Hava kapar, kar da yağar ama rengi beyaz olur." Kış bitip bahar geldiğinde ise Bursaspor şampiyonluk kutluyordu. Süper Lig, 2010'lu yılların ilk aylarında beşinci şampiyonunu çıkarmıştı. Üstelik ne Uludağ'da ne de başka bir yerde kırmızı kar yağmıştı!

Sorun Dilmen'de değildi. Zira o dönem Türkiye futboluyla ilgilenenlerin çoğu benzer cümleleri kullanırdı. Anadolu'dan bir şampiyonun çıkacağına inanılmıyordu. Eski devrimci Trabzonspor bile gözden düşmüştü. Şampiyonluk üç takım arasında gidip geliyordu. Anadolu'dan şampiyon çıkmayacağı düşüncesinin temelinde ise İstanbul'un sportif gücü yatmıyordu. Sokakta da ekranda da en çok şu cümle kullanılıyordu: "Onları şampiyon yapmazlar be abi…"

Türkiye'de futbol devamlı ilerleme içindeydi. 1980'lerde tribünler salkım saçaktı, 1990'larda kanallar yayın hakları için kapıştı, 2000'lerin başında uluslararası başarılar geldi. Fakat sportif ve ekonomik ilerlemeye rağmen, kamuoyunda güvensizlik hâkimdi. Futbol izleyenler çoktu ama oyunun sahada oynandığını düşünenler azdı. En büyük hobisi 'büyük oyun çözmek' olan ülkenin en sevilen oyununda şüphe, tek gerçekti!

İşte tam da böyle bir zamanda Bursaspor şampiyon oldu. Demek ki Anadolu'dan şampiyon çıkabiliyordu; kırmızı kar yağmadan... Yeşil-Beyazlı kulübün başarısı ülke futbolu için kalıplardan kurtulma fırsatıydı…

Bursaspor ertesi sezon ligi üçüncü bitirdi. Birkaç sene önce küme düşen bir takım için iyi bir noktaydı. Sürpriz şampiyonluktan sonra dağılmamışlardı. Fakat sezonun bitişinden birkaç gün sonra Türkiye futbolu dağıldı. Kırmızı kar yağmadı ama kara kış geri geldi.

Büyük Oyun...

Türk futbolunun son on yılını analiz ederken elbette 3 Temmuz'dan bahsetmemek olmaz. Zira Türk futbolunun değer kaybı o gün başladı. Tek neden o değildi ama dominonun ilk taşıydı. Bursaspor'un şampiyonluğu ile dağılan sis perdesi bir sene sonra yeniden, üstelik çok daha güçlü bir şekilde sahalara indi. Hangi takımı tutarsa tutsun; o günden sonra hiçbir futbolsever izlediğine inanmamaya başladı. Daha doğrusu; masa başında başka oyunların oynandığına daha çok inandı. Sekiz sene sonrasında dahi, bir kalecinin gördüğü kırmızı kartta art niyetler arandı. "Abartıyorsunuz" diyenlere ise "Bu ülkede 3 Temmuz yaşandı" cevabı verildi. Artık her olayda art niyet aramak serbestti.

3 Temmuz yaşandı ama herkes kendi 3 Temmuz'unu yaşadı. O günleri Fenerbahçeliler "Bize kumpas kuruldu", Beşiktaşlılar "Bizi oraya eklediler", Trabzonsporlular "Şampiyonluğumuzu çaldılar", Galatasaraylılar "Şike yapanları kolladılar" diyerek hatırlıyor. 2010'ların bilinçaltını bu edilgen cümleler temellendirdi. Birileri bir şeyler yaptı! Sahadaki oyunu hatırlayan ise kalmadı. En büyük hobisi 'büyük oyun çözmek' olan ülke, son on yılda en sevdiği oyunu izlemekten vazgeçti.

Herkesin sahip olduğu mağduriyet hissini unutturmak için güzel bir yöntem vardı. 3 Temmuz sürecini geride bırakan 'futbol ailesi' yola tüketim çılgınlığı ile devam etti. Ne de olsa tüketim; 21 yüzyılda her şeyin ilacıydı. 'Depresyondaki insan daha çok alışveriş yapar' savını doğrularcasına, tüm kulüpler pazara çıktı. Pazarda rahat edebilsinler diye yabancı sınırı genişletildi. Devasa harcamalara ses çıkarılmadı. Dünyanın dört bir yanından futbolcular ülkeye akın etti. Transfer haberleri, maçlardan daha çok izlendi.

Değirmenin suyu yayıncı kuruluştan geliyordu. Özellikle 2010'daki yayın ihalesi kulüpleri çok rahatlatmıştı. 321 milyon dolarlık anlaşma kulüplerin kendilerini zengin hissetmesini sağladı. Kendini Avrupa'nın en büyük altıncı ligi zanneden ülkede bir yandan da inşaat çılgınlığı başladı. Çorum'dan Batman'a kadar ülkenin her yerine modern stadyumlar inşa edildi. Fakat bir sorun vardı. Stadyumları kim dolduracaktı? Ya da esas olarak insanlar bu stadyumları neden dolduracaktı? Yapılan harcamaların geri dönüşümü için taraftarlara ihtiyaç vardı ama onlar bu çılgınlığa aynı hızla cevap vermedi.

Boş Koltuklar

E-Bilet sistemi TBMM tarafından 2011 yılında kabul edildi, 2014 yılında uygulanmaya başlandı. Amaç tribünlerin daha güvenli olmasıydı. Daha güvenli tribünler, daha pahalı koltuklar demekti. Modern stadyumlara, oraya yakışan insanlar girmeliydi. Ne de olsa Türkiye'deki şiddetin tek yeri tribün; tribündeki şiddetin tek sebebi de taraftardı! Suçlu bulunmuş, suçluyu def edecek sistem hazırlanmıştı. Fakat galiba hedefin biraz fazlası def edildi!

Zira 2020'ye yaklaştığımız şu günlerde Süper Lig ve 1. Lig'de mücadele eden 36 takımın yaklaşık 4,5 milyon taraftarı Passolig kullanıyor. Bu rakamın yüzde 75'ini ise dört büyük takım taraftarı oluşturuyor. Üstelik bu şehirlerde toplam 48 milyon insan yaşıyor. Kısacası; cebindeki paraya muhtaç kalınan futbol seyircisi artık maça gitmiyor.

Tribünlerde biletler çok pahalı. İstanbul'da bir ailenin maça gidiş gelişi asgari ücretin dörtte birine denk gelebilir. Özellikle akşam saatlerinde oynanan maçlar dönüş yolunu çileye dönüştürebilir. Tribünlerin boş kalmasını bu tip gerekçelere dayandırabiliriz.

Fakat stadyumlar kadar ekranlar da boş. Yayıncı kuruluşun ait olduğu platformun sadece 2,5 milyon abonesi var. Üstelik bu abonelerin ne kadarının spor paketine sahip olduğunu bilmiyoruz. Tahmini olarak yarısı olduğunu düşünürsek ve her abonenin evinde dört kişi olduğunu varsayarsak ülkenin sadece yüzde 6'sı maç yayınlarına ulaşabiliyor. Üstelik birkaç ay öncesine kadar maç özetlerine ulaşmak bile bir dertti. Zaten insan görmediği bir şeyi neden takip etsin ki?

Burak Değil Mane

Belki de 2010'lar Türkiye'sinde sandığımız kadar futbol seyircisi yoktur. Sıkça duyduğumuz "Türkiye bir futbol ülkesi" klişesi yavaş yavaş geçerliliğini kaybediyor. 2010'ların çocukları ve gençleri birçok alternatife sahipler. Dünya onlar için çok cazip bir yer. Her şey ulaşılabilir. Süper Lig hariç! Evde maç izlemeyen, televizyonda gol görmeyen bir çocuğu stadyumlara getiremezsiniz. Gerçi çocukları tavlamak için bir ihtimal daha vardı. Onlara futbol oynatabilseydik, futbolu sevebilirlerdi.

İnsan futbolu önce oynayarak sever. Veya önce izleyerek de olabilir. Fakat ikisini birbirinden ayırarak sevenin sadakati çok uzun sürmüyor. Bugünlerde sokaklarda, okullarda, parklarda futbol oynayan çocukları göremiyoruz. Bu, sadece şehirlerde yükselen apartmanlarla ve yok alan sahalarla açıklanamaz. Futbol oynayacak yer bulamamak çocuklar için bir engel. Fakat bu engeli aşmak için de uğraşmıyorlar. Futbol onlar için bir tutku değil. Çünkü izlemiyorlar, görmüyorlar. Sadece Süper Lig'i değil, Lionel Messi'yi ve Cristiano Ronaldo'yu da zor izliyorlar.

Yine de dünya yıldızlarını görmek için internet var. Süper Lig'de atılan bir gole YouTube üzerinden, atılan bir çalıma Twitter ve Instagram'dan ulaşmak imkânsız. Burak Yılmaz'ı izlemek, Sadio Mane'yi izlemekten daha zor. Kısacası çocuklar futbol izlemiyorlar ve o nedenle futbolsevere dönüşmüyorlar. Eğer futbol izleyip futbolsever olan çocuk varsa o da Süper Lig'i izlemiyor!

Tüketim ve Kaos

Türkiye futbolunda 2010'lar Anadolu'nun ikinci dalga isyanıyla başladı ama öyle ilerlemedi. Bu on yıl belki de ülke futbolunun dibe çöktüğü dönem olarak hatırlanacak. On yıl içinde; gencinden yaşlısına herkes izlediği oyundan şüphe duydu ve yavaş yavaş sahalardan uzaklaştı. Taraftarları küstürenler ise onları geri kazanmak için sadece tüketime ve kaosa başvurdu.

Nihat Özdemir ve Yıldırım Demirören

Nihat Özdemir ve Yıldırım Demirören

Güvensizlik ortamını unutturmak için kasalar açıldı, transferler yapıldı, başarı sözü verildi. Herkes başarılı olamayacağı için bir noktadan sonra bahaneler üretildi ve suçlular ilan edildi. Hakemler, medya, MHK, TFF… Her kulübün önünü kesen dış güçler vardı. Saha içindeki sirkülasyona yetişmek mümkün olmadı, saha dışındaki yüksek sesli tartışma ise baş ağrıttı.

Tüketim çılgınlığı kulüpleri borç batağına sürükledi. Harcamalar yapıldı ama karşılığında gelir elde edilemedi. Taraftarlar müşteriye dönüştürüldü ama müşteri memnuniyeti düşünülmedi. Hem ekonomik hem sportif anlamda iflas bayrağı çekildi. Türkiye futbolunun zirve noktası Süper Lig, her geçen sezon değer kaybetti.

Aslında böylesine kriz anlarında, "Dibe vurmak yukarı çıkışın başlangıcıdır" diyenlere rastlarız. Fakat her dibe vuranın yukarı çıkması da garanti değildir. Toprağa gömülmek de olasıdır. Yukarıya ivmelenmek için bazı şartları yerine getirmek gerekir. Türk futbolunun dipten kurtulmasının ilk şartı da üretim olarak gözüküyor.

Tüketim politikası işe yaramadı. Paralar tüketildi, taraftar tüketildi, oyun tüketildi. Yeni bir on yılda, yeni bir yol denemek lazım. Oyunu yeniden üretmek iyi bir başlangıç olabilir. Ardından futbolcu, taraftar ve diğer unsurlarla üretime devam edilebilir.

Ya da bu sefer gerçekten kırmızı karın yağmasını bekleyeceğiz...

Yabancı Kuralı

2010'lardan ve tüketim çılgınlığından bahsetmişken yabancı kuralına değinmemek olmaz. Mevcut kural, geçmişten bazı alışkanlıklara katkı sağladı. 'Hazır oyuncu' kolaycılığı ve geniş pazar birleşince iş çığırından çıktı. Gelinen noktada ligin yaş ortalaması 29'a yükseldi. Şu anda Avrupa'nın en yaşlısıyız. Gençlere ihtiyaç kalmadı! Altyapıdan yetişen oyuncuların forma bulma süresi daha da azaldı. Avrupa'nın en az altyapı oyuncusuna yer veren ligiyiz. Yani tribünler 'şehrin çocuklarını' göremiyor. Daha da kötüsü, bir önceki sezon izlediği oyuncuyu da pek göremiyor. Bu sezon Süper Lig'de izlediğimiz oyuncuların yüzde 54'ü son yaz döneminde transfer edildi. Acaba son on yılda paralarla beraber aidiyet duygusu da tükenmiş olabilir mi?

Kutay Ersöz

57. Sayı
Aralık 2019



Socrates Dergi