Kış Güneşi

10 dk

Eyjölfur Sverrisson, Bundesliga kariyerinin ortasına bir Süper Lig sezonu ekledi ve 1995’te Beşiktaş ile Şampiyonluk yaşadı. İzlandalı, Dolmabahçe’yi ısıtan günleri ve kariyerinin geri kalanının Socrates’e anlattı.

Türkiye’de bir sezon forma giydiniz. Aradan geçen yaklaşık 20 senenin ardından, o sezonu (1994-1995) nasıl hatırlıyorsunuz?

Harikulade günlerdi, şampiyon olmuştuk. İyi bir takımımız vardı ve bolca maç kazandık. Çok da iyi vakit geçirdim; her maçta mükemmel bir atmosfer vardı. Muhteşem taraftarlara sahiptik ki böyle bir ortamda oynamak her futbolcu için büyük bir keyiftir. Taraftarların tek tek oyuncuların isimlerini haykırmaları ve tribünlere giden oyuncuları özel şekilde karşılamaları da benim için yeni şeylerdi.

Türkiye’de oynadığınız dönemde sizi santrfor ve stoper olarak tanımlayanlar oldu ama sizi sık sık orta sahada gördük. Siz hangi bölgede oynamayı seviyordunuz?

Birçok farklı bölgede oynayabilmek, güçlü yönlerimden bir tanesiydi. Maç içinde ya da maçlar arasında farklı pozisyonlara uyum sağlamakta hiç zorlanmazdım. Hava toplarındaki hâkimiyetim ve pozisyon esnekliğine sahip olmam, beni güçlü kılardı. Mevki fark etmezdi. Tek ilgilendiğim şey maç kazanmaktı.

Türkiye’ye geldiğinizde, sizin daha önceleri İzlanda Basketbol Milli Takımı’nda da oynadığınız iddia edilmişti. Bu doğru bir iddia mıydu?

Evet, alt yaş takımlarında basketbol oynamıştım. Aslına bakarsan basketbolda daha iyiydim. Benim zamanımda, kışın futbol oynayacak kapalı sahalar yoktu. Ben de kış döneminde basketbol oynuyordum. İkisinde de milli takım seviyesindeydim. ABD’de basketbol bursuyla okumak üzere yola çıkmak üzereydim ama son anda Stuttgart’ın teklifi geldi ve kariyerim de böylece şekillenmiş oldu.

Christoph Daum ile hem Bundesliga’da hem Süper Lig’de çalıştınız. Nasıl bir teknik adamdı? Almanya’daki Daum ile Türkiye’deki Daum arasında fark var mıydı?

Daum, motivasyon konusunda bir uzmandı. Bu yönü oldukça kuvvetliydi. Türkiye’de ise durum bundan biraz daha farklıydı çünkü yabancı bir dilde motivasyon konuşmaları yapmakta zorlanıyordu. Yine de çok zeki bir teknik direktördü; karşısındaki her rakibin güçlü ve zayıf yönlerini iyi bilirdi.

Jübilenizde Hertha Berlin ile Galatasaray ile oynadı. O günü nasıl hatırlıyorsunuz? Beşiktaş taraftarının sizin için bir pankartı da vardı...

O günü tüm detaylarıyla hatırlıyorum. Fantastik anlardı benim için. Almanya ve Türkiye’de geçen bir kariyerin ardından jübile maçımı Beşiktaş’a karşı oynamak mükemmel bir senaryo olurdu ama en azından taraftarlar oradaydı... Çok duygusal bir gündü

21 yaşında İzlanda’dan Almanya’ya transfer oldunuz. Genç yaşta o geçiş nasıl yaşandı? Keşfedilme hikâyeniz nasıl oldu?

İzlanda 21 Yaş Altı Milli Takımı’nda oynuyordum, o dönem Batı Almanya’ya karşı forma giymiştim. Stuttgart, beni 10 günlük deneme idmanına davet etti. Akabinde de iki yıllık kontrat imzaladım. İşin ilginci, o dönem İzlanda’da ikinci ligde oynuyordum. Çok özel bir fırsattı benim için. Çok çalıştım ve Stuttgart’ta ilk 11’de oynama şansı yakaladım. İşler beklediğimden hızlı ilerledi, açıkçası tüm bu olanlara biraz şaşırmıştım.

Stuttgart’la geçirdiğiniz yıllardan iki maç öne çıkıyor; ilki, 7-0 biten ve sizin üç gol attığınız Stuttgart-Borussia Dortmund karşılaşması...

Harika bir duyguydu, tam anlamıyla muhteşem bir oyun oynamıştık. O gün oynadığımız futbol, bu dünyaya ait değildi. Her top içeri giriyordu adeta, unutulmaz bir maçtı.

İkincisi de 1991-92’den... Son hafta Leverkusen maçında 1-1’ken oyuna girdiniz ve gelen golle şampiyon oldunuz. O sezonun sonunu nasıl hatırlıyorsunuz?

Çok duygusal bir atmosfer hâkimdi o gün. Eintracht Frankfurt, küme düşmesi kesinleşen Hansa Rostock’a kaybederse alacağımız galibiyet bize şampiyonluğu getirecekti. En iyi oyuncumuz Matthias Sammer son anlarda kırmızı kart görmüştü. Christoph’un beni yanına çağırıp “Sana en uçta ihtiyacım var, hava toplarındaki hâkimiyetini kullanıp şişirme toplarla gol arayacağız” dediğini hatırlıyorum. Sonrasında beni ve (Guido) Buchwald’ı en uca koydu. Sürekli yüksek toplar atıp sonuca gitmeye çalıştık. O an yapılabilecek en doğru strateji buydu. 88’de galibiyet golünü bulduk ve maç bittikten sonra herkes sessizliğe büründü. Hepimiz Rostock’ta neler olup bittiğini dinliyorduk. Bekledik, bekledik, bekledik ve sonunda Frankfurt’un kaybettiği haberi geldi. İnanılmaz anlardı...

1992-1993 Şampiyonlar Ligi sezonunda Leeds United’la eşleşmiştiniz. İlk maçı 3-0 kazandıktan sonra rövanşta 4-1 kaybetmenize rağmen tur atladınız ama üç yabancı sınırı olmasına rağmen dört yabancı oyuncuyla sahaya çıktığınız için hükmen 3-0 yenik sayıldınız. O günlerden kalan hatıralar neler?

Maç esnasında bunu fark etmemiştim, tıpkı etraftaki herkes gibi. Evimizde 3-0 kazanmıştık ve işimizin kolay olacağını düşünüyorduk. Bir anda yüksek toplarla üzerimize geldiler. İkinci yarıda art arda buldukları iki golleskoru 4-1’e getirdiler. Son dakikalarda çok stresli anlar yaşadık ama skora tutunmayı başardık. Sonrasında ise hükmen mağlup sayıldık. Diyecek çok bir şey yok. Yaşamınız boyunca hatırlayacağınız anılarınız vardır ya, bu da onlardan biri işte. Sonrasında üçüncü bir maç daha oynadık ve 2-1 kaybettik. İlk maçtaki çabalarımıza yazık oldu. O dönem teknik ekibin üzerinde ciddi bir baskı vardı. Üçüncü maça rahat hazırlanamadıklarını tahmin edebiliyorum.

Daum; 1999-2000’de Leverkusen ile, 2005-2006 ve 2009-2010’da da Fenerbahçe ile son haftada şampiyonluk kaybetti. Stuttgart’ta da işler son ana kadar zor geçmişti. Daum’un finallerdeki şanssızlığını neye bağlıyorsunuz?

1989 ve 1990’da da Köln ile sezonu iki defa ikinci sırada bitirmişti, onlar da var. Ancak şunu da söylemek gerekir ki Leverkusen’de son maça kadar harika iş çıkarmıştı. Stuttgart’la şampiyon olmamızın ardından onun yanına gittim ve “Şampiyon olabilmek için tek ihtiyacın olan şey bir İzlandalıymış” dedim. Beni Beşiktaş’a transfer etmesinin tek sebebi buydu...

Türkiye ile İzlanda son 25 yılda sık sık karşı karşıya geldi ve çoğunda da İzlanda üstünlük kurdu. İzlanda’da Türkiye’ye ters gelen ne var?

Bence cevap, fizik avantajımız... Bizdeki savaşçı ruh, Türkiye’nin oyununu bozmayı başarıyor. Türkiye hep teknik kapasitesi yüksek oyunculardan oluşur ama bizdeki bu savaşçı yapı, onların teknik kapasitelerini sahaya yansıtmalarını engelliyor.

İzlanda az nüfusuna rağmen yurt dışına ihraç yapmakta oldukça başarılı bir ülke. Sistemin püf noktası nedir?

21 Yaş Altı Milli Takımı’nı çalıştırdığım dönemde yakaladığımız nesil, Danimarka’daki Avrupa Şampiyonası finallerine katılmıştı. Mücadeleci yapılarının yanında, taktiksel anlamda da oldukça iyilerdi ve her maça kazanmak için çıkıyorduk. Lars Lagerback A Milli Takım’ın başında geçmeden önce kendisiyle konuşma fırsatı bulmuştum. Bana “Bu kadroyu A Takım’a monte edeceğim ve beş yıl içinde başarı kazanacağız” demişti. Ama bahsettiği başarıyı, çok daha erken yakaladı. Takım, kısa dönem içinde müthiş bir gelişme gösterdi ve her geçen gün daha da güçlü hâle geldi. Çoğu ulusal takım bireysel yeteneklere dayalıdır ama İzlanda, makine gibi işleyen bir sisteme ve gerçek bir takım hüviyetine sahip.

Bu sene Euro 2016’da dikkat çeken İzlandalı oyuncuların çoğu sizinle çalıştı. O takımı nasıl oluşturdunuz, oyuncuları A Takım’a nasıl hazırladınız?

Her zaman A Takım ile aynı sistemde sahaya çıktık ve oyuncuları, bir üst seviyeye çıktıklarında tam anlamıyla ne yapmaları gerektiğine alıştırmaya çalıştık. Bu seviyelere çıktıklarını görmek, benim için elbette çok gurur verici. Oyuncular için U-21 seviyesinde finallere kalabilmek çok şey ifade ediyordu. 2011’de bunu başardık. Sadece sekiz ülke finallerde boy gösteriyordu ve çocuklar o turnuvayla birlikte “Biz de buralarda olabiliriz” düşüncesini benimsediler. O sekiz takım arasında beşinci olmuştuk ve bu, kendilerine inanmalarını sağladı. Bu sayede de müthiş bir takım olduk.

Eskiden A Takım seviyesinde yetenekli oyuncu eksikliği yaşıyorduk. İyi bir takıma sahip olabilme yolunda bir diğer eksiğimiz ise atletik oyunculardı. 2000’lerin başında ülkenin birçok yerine kapalı futbol sahaları inşa etmeye başladık ve bu sayede genç oyuncuları yıl boyunca çalıştırabilmeyi başardık. Bunun meyvelerini de zaman içinde topladık. A Takım’daki tüm oyuncular, o kapalı futbol sahalarında eğitim almış isimler.

Son yıllarda Lars Lagerback’in İzlanda futbolu üzerinde yarattığı etkiyi nasıl yorumlarsınız?

Tüm milli takımlarımızı bir üst seviyeye çıkardı, bu çok açık. Artık alt yaş takımlarına çok daha büyük yatırım yapılıyor. Ulusal takıma bir taktik disiplin getirdi ki asıl amaç da buydu. Takım hâlinde oynamak, top rakipteyse onu geri kazanmak için mücadele edip savunma yapmak ve topa sahip olduğumuzda da hücuma kalabalık çıkabilmek. 4-4-2 sistemiyle oynuyoruz ve bu sayede ileri çıktığımızda her daim rakip ceza sahasında iki oyuncumuz olduğunu biliyoruz. Lagerback, oyunu karmaşık hâlden çıkarıp basitleştirdi. Kısa paslara ya da ‘tiki taka’ya ihtiyacımız yok. Lars Lagerback, milli takıma daha direkt bir hücum anlayışı oturttu

Beşiktaş’ta beraber top koşturduğunuz futbolculardan birkaçını size sorsak, onları nasıl hatırladığınızı söyleyebilir misiniz?

Sergen Yalçın: At yarışı! Sürekli at yarışı hakkında konuşurdu. Çok ilgiliydi at yarışına, hatta yanılmıyorsam kendisi de bir yarış atı sahibiydi. Onun dışında gerçek bir rekabetçiydi; gerek sahada gerekse de saha dışında… Çok eğlenceli biriydi.

Alpay Özalan: ‘İri’ Alpay! Çok çok güçlüydü, “Koca bebek” diye çağırırlardı onu. Sahada fiziğini kullanmaktan hiç çekinmezdi. Çok da iyi bir insandı. Kendi takımınızda her zaman olmasını isteyeceğiniz oyunculardandı. Kesinlikle iyi bir takım arkadaşıydı.

Ertuğrul Sağlam: Çok iyi oyuncuydu, şutları çok sertti.

Rıza Çalımbay: Takım için en önemli oyunculardan biriydi. Tam bir ‘bulldog’du. Gerçek bir kaptandı ve çok sert biriydi. Ama böyle futbolcuların takımınızda olması iyidir çünkü kimse onlara karşı oynamak istemez.

Metin Tekin: Çok komple bir oyuncuydu. Harika bir hücumcuydu.

Mehmet Özdilek: Şifo çok eğlenceli biriydi ve ‘aşırı’ seviyede bir teknik kapasiteye sahipti.

Fani Madida: Komik bir adamdı, sürekli şakalar yapardı. Türkçesi de oldukça iyiydi.

Socrates Dergi