
Klasikçi
10 dk
Spektaküler. Kirli. Sahte. Eğlenceli. Bisikletin doksanlarını tanımlamak için birçok kelime var. Ama o on yılı Johan Museeuw olmadan yazamazsınız. Belçikalı efsane, Socrates'e konuştu
Johan Museeuw benim için en başta asfalttaki bir isimdi. Kariyerine dair okumalar yapmadan, eski yarışlarını izlemeden önce, evvela yere bakmıştım. Bilirsiniz, yol bisikleti yarışları için günler öncesinden kamp kuran seyirciler yerlere sprey boyayla sevdikleri isimleri yazarlar. Sagan. Nibali. Van Avermaet. Gilbert. Yeri süsleyenler sadece güncel yıldızlar değildir. Asfalt, hafıza mekânına dönüşür, arkalarına eski efsaneler de eklenir. Pantani. Cipollini. Museeuw. Kültür, bisiklette nesilden nesile böyle taşınır. Bazen bir gazete yazısıyla, bazen eski bir anıyla, bazen de marketten alınan ucuz bir sprey boyayla....
Asfalttaki isim, sonra telefon rehberimdeki efsane oldu. Bisikletin en büyük tek günlük klasiklerinden Ronde van Vlaanderen'i izlemek üzere Belçika'ya gittiğim hafta sonunda aynı numarayı çaldırdım. Defalarca. Johan Museeuw sonunda açtı. Üç kez Paris-Roubaix, üç kez de Ronde van Vlaanderen kazanan, Fransa Bisiklet Turu etap zaferlerinden dünya şampiyonluğuna kadar pek çok büyük apoleti elde eden Belçikalı, en nihayetinde ahizenin öteki ucuna gelmişti. Ve başta söyledikleri, meslektaşları ve gazeteciler tarafından soğuk ve direkt bir kişilik olarak nitelendirilen Museeuw'e yakışıyordu.
— Johan kariyerin, Ronde van Vlaanderen ve Paris-Roubaix üzerine sizinle konuşmak istiyorum.
— Ne bilmek istiyorsun?
I
Önce, aile. Birçok vatandaşı gibi Museeuw için de bisiklet tutkusu beşikte başlamıştı. Dolayısıyla, ilk izlediği klasiği veya yerinde gördüğü yarışı sorduğumda hatırlamıyor bile. Ama çocukluk kahramanlarını saymasını istediğimde onun asfaltındaki isimleri öğreniyorum. Eddy Merckx, Roger De Vlaeminck, Freddy Maertens gibi efsaneleri izleyerek büyüdüğünü anlatıyor. Ve elbette, eski bisikletçi olan babası Eddy'yi... Johan, iki tekere dair ilk bilgilerini 11 kardeş olan babasından alıyor ve bu bilgiler her zaman tozpembe olmuyor. Gent-Wevelgem'i ikinci bitirdikten sonra ekonomik şartlardan ötürü bisikleti bırakan babası aslında ona başka bir yol haritası sunuyor, "Bırak bu işleri, yanımda çalış" diyor. Ama genç yetenek, 1980'lerle birlikte maddi durumu değişen bisikletin yıldızlarından biri oluyor.
Elbette yolun başı hiç de kolay değil. "Belçika'da genç ve yetenekli bir isim olmak o kadar da kolay değildir." Zira Belçika medyası ve kamuoyu, 1970'lerin ortasından itibaren yeni bir Eddy Merckx arayışına girerek birçok genci baskı altına alıyor ve sayısız parlak yeteneğin bu yük altında ezilmesine sebep oluyor. Bu konuda biraz daha şanslı olan Museeuw'e günümüzün potansiyelli isimlerini sorduğumda bu yüzden temkinli yaklaşıyor. "Bekleyelim, biraz büyüsünler." Özellikle biri hakkında söyleyecekleri var. Johan gibi babası eski bir bisikletçi olan Mathieu van der Poel, günümüzün en büyük yıldız adayı. Onun durumunu en iyi anlayanlardan biri de Johan: "Babamdan yetişme dönemimde çok şey öğrendim ama bu öğrenme süreci profesyonel bisikletçi olana kadardı. Sonra insanın hayatı değişiyor. Yarışmak için İtalya'ya, İspanya'ya gitmeye başlıyorsunuz, büyüyorsunuz. Aynı durum Mathieu van der Poel için de geçerli. Elbette babası en büyük ilham kaynağıdır, ondan çok şey de öğrenmiştir ama bir noktada onunla iletişimi daha farklı hâle gelecektir. Sonuçta, yuvadan uçma zamanınız geliyor."
Kendi büyüme sürecinin en kritik noktası da beklemek. Onunla aynı sınıfta kabul edilebilecek birçok akranına göre de en büyük avantajı buydu. Zira Johan, yol bisikletinden önce Belçika'nın bir başka tutkusu olan Cyclocross'ta da kendisini gösterdi ve bu aslında yol bisikletindeki medya, kamuoyu baskısından kaçmasını sağladı. Kendisinden dinleyelim: "Başlarda, nasıl bir bisikletçi olacağımı düşünmemiştim. Böyle bir düşüm yoktu. Cyclocross ile işe başladım, ilk çıkışımı orada yaptım. Ardından yol bisikletine geçtim ve hızımdan dolayı sprinter oldum. Peşinden, bir klasikçiye dönüştüm. Bu da benim için daha mantıklı oldu. Zira hızlıydım belki ama bir Mario Cipollini veya Djamolidine Abdoujaparov değildim. Benim maharetim, sert ve yorucu günlerin sonunda dayanıklı olabilmem ve hızımı koruyabilmemdi. Ama saf bir sprinter değildim. Stilim ve fiziksel özelliklerim daha çok bir klasikçi gibiydi."
II
"1990'ları seviyorum." Ünlü bisiklet sitesi Cyclingnews'un birkaç sene önce hazırladığı dosya, bu başlığı taşıyordu. Ama tırnak içindeki pozitif havaya kanmayın, dosya bir övgü değildi. Zira bisikletin o on yılı düşünüldüğünde akla gelen ilk cümleler olumsuz olur. 1990'lar, Lance Armstrong Çağı'nı önceleyen dönemdir ve iki tekerin en tartışmalı dönemidir. Dosyada gazeteci Daniel Benson'ın kaleme aldığı gibi: "Dopingin yaygınlaşması, EPO, arka arkaya gelen skandallar, polis baskınları ve tartışmalar sporu daha önce görmediği biçimde değiştirmişti. Yarışlar daha hızlandı, takım görevlileri yerini pelotondaki kirli devrimin başrollerinden olan doktorlara bıraktı. Spor hiç olmadığı kadar tıbbi bir hâl aldı, sporcuların hematokrit seviyesi doğal yetenekleri kadar önemli noktaya geldi. Protesto etmektense birçok yarışçı bu dönüşüme uyum sağladı ve kendi doping maddelerini taşımaya başladı. Bunları yarışlarda enjekte ettiler ve bisikletin cesaretten ve kaynaktan yoksun yöneticileri tarafından yakalanmayacaklarından emin oldular. Midesi bulanan birkaç veteran emekli oldu ama güç sahipleri yüzlerini başka yöne çevirdiler ve global olarak büyüyen sporun keyfini çıkardılar. 1990'lardaki yarışlar çoğu zaman spektaküler ve dramatikti ama aynı zamanda sürreal ve sahteydi. 1998 Fransa Bisiklet Turu'nda Fransız polisi bu işe müdahale edip Festina Skandalı adı verilen süreci başlattığında ise kâğıttan kule yıkılmaya başladı…"

Doksanlar, bisiklet, tek günlük klasikler ve Fransa Turu adına ilginç bir geçiş dönemiydi. Şartlara uyum sağlayıp büyüyenler arasında Museeuw de vardı. Önce bir sprinterdi, sonra klasikçiye dönüştü, akabinde şampiyona… Bu dönüşümü nasıl yaptığını sorduğumda ise şöyle dedi: "Bazıları şair doğar, bazıları dansçı doğar, bazıları yazar doğar, bazıları da klasikçi doğar. Bunu öğrenemezsin, bununla ancak doğarsın. Dünyaya geldiğin günden itibaren seninle birliktedir. Burada seçim şu olur: Kabiliyetini profesyonel bir zemine taşıyıp taşıyamayacağın… Yani, klasikçi olmak ya içinde vardır ya da yoktur."
Belçikalı bisikletçinin tek günlük klasiklerin uzmanına dönüştüğü serüvenin zirvesinde ise İtalyan menşeili Mapei takımı vardı. Bugünlerde Quick-Step'in başında olan Patrick Lefevere'in yönettiği Mapei, kadrosunda barındırdığı yıldızlarla dönemin Los Galacticos'u olmuştu. Mapei'nin ve Johan'ın kariyerinin tepe noktası ise 1996 Paris-Roubaix'ydi. Takım arkadaşları Andreas Tafi ve Gianluca Bortolami ile son bölüme gelen Museeuw yarışı önde tamamlamıştı. Üç bisikletçi, Roubaix veledromunda seyircileri selamlayarak yan yana bitiş noktasına gelmiş, Museeuw en önde ipi göğüslerken elleriyle iki takım arkadaşını göstermişti. Üçlü birbirine karşı yarışmamış, hiyerarşi öne çıkmıştı. O karar yıllar boyunca tartışılmış, ilk üçün nasıl belirlendiği farklı iddiaların kaynağı olmuştu. Belçikalı bisikletçiye anımsattığımdaysa aldığım yanıt şu oldu: "Finişin nasıl sıralanacağına ben karar verdim. Tafi ve Bortolami ile kalmıştık, üç takım arkadaşı finişe gidiyorduk. Ne takım patronu ne de menajer… Hayır, ben karar verdim." Evet, biraz sinirliydi. Bu konunun yıllar içinde tekrar tekrar speküle edilmesinden rahatsızdı.
Peki Mapei'den geriye ne kaldı? Museeuw, amansız bir nostaljinin tuzağına düşmüyor, bugünleri işaret ediyor: "Mapei'nin mirasını görmek için bugünlere bakabilirsiniz. Sonuçta, Mapei de bir Patrick Lefevere takımıydı ve bütün Lefevere takımları gibi büyük klasikçilere sahipti. Bugünlerde Quick-Step'le benzer seviyede büyük bir takıma sahip; kazanmaya, istikrarlı biçimde zirvede olmaya devam ediyor. Mapei'de çok şöhretli isimler mevcuttu. Tafi, Bortolami, Steels, Cipollini. Ve en önemlisi, bütün bu isimlerin beraber çalışabildiği, ortaklaşa hamleler yapabildiği bir atmosfer oluşturulmuştu. Harika bir takımdı."
Peki ya doping? Doğar doğmaz olmasa da iki tekerde profesyonellikle tanıştıktan sonra kimyasallar da insanın bir parçası oluyor. Museeuw de emekli olduktan sonra itirafını yaptı, bilhassa kariyerinin son yıllarında yasaklı ilaçlara başvurduğunu ifade etti. Şimdi sorduğunuzda da jenerik cümlelerle aynı şeyi anlattığını fark ediyorsunuz. Dürüst bir şekilde başlıyor, arkasından mevzubahis durumun kendi neslinin realitesi olduğundan söz ediyor, peşinden yeni nesillerin bu konudaki şansına vurgu yapıyor. Ama kariyerine dair karanlık kalan yan, doksanlar. Doping yaptığı dönemi anlatırken hep kariyerinin son yıllarını işaret ediyor. Ve 1990'lar, birçok bisikletçide olduğu gibi, onda da görkemli ve tartışmalı bir dönem olmayı sürdürüyor.
III
Flandrien. Temelinde bir topluluğu işaret eden bu sıfat hem milliyetçi bir yan barındırıyor hem bir bisikletçi tipini anlatıyor. Flandrien, 20. yüzyıl başında ortaya çıkan ve izlerini birkaç farklı jenerasyona taşıyan bir sporcu grubunu simgeliyor. Socrates'in tam dört yıl önce çıkan ilk sayısında, kirli bir Paris-Roubaix fotoğrafıyla birlikte, o sporcu tipinden bahsetmiştim. Kılavuzum, Briek Schötte'ydi. Schötte savaştan yeni çıkan, günlük hayatta yaşadığı sorunlara karşı meydan okuyan, asla yılmayan, yağmur çamur dinlemeden çalışmaya devam eden ve zaferlerini de yenilgilerini de abartmadan yaşayan Flaman bisikletçi ekolünün başıydı. Malum sıfat, yüzyılın devamında başka yıldızlar için de kullanıldı. Kimileri için Museeuw de öyleydi. Hatta ona "Son Flandrien" diyenler bile oldu. Peki gerçekten öyle mi?
"Flandrien ne demek? Bunu tanımlamak, söze dökmek çok zor. Hele günümüzde, yani 21. yüzyılda Flandrien'in ne demek olduğunu ifade etmek çok daha çetrefilli. Çünkü şu an herkesin harika bisikletleri, ayakkabıları, mayoları, gözlükleri, kaskları ve imkânları var. Briek Schötte'nin yarıştığı yıllarda ise durum böyle değildi. Bisikletleri çok kötüydü, yarışacak kıyafetleri yoktu, perişan hâldelerdi. Kısacası, Flandrien onları tanımlayan bir sıfattı. Ama o devir çoktan bitti. Ben Flandrien miyim? Bilmiyorum, bilmiyorum." Böyle dediğine bakmayın, bu terimin tarihçesi çizilse en son noktasına Johan Museeuw ve bir yarış konulabilir. Zira mesele şikâyet etmemek, zorluklara göğüs germekse eğer dönmemiz gereken yarış, 1998 Paris-Roubaix'dir. O sene, favorilerden biri olan Museeuw, parkurun kilit bölümü Arenberg'in girişinde yere düşmüştü: "Çok hızlı biçimde Arenberg'e girmiştik. Yol kaygandı, tempo aşırı yüksekti. Pelotona gerginlik hâkimdi. Ne yazık ki çok sert şekilde düştüm. O anda, dizim açıldı. Ben, içgüdüsel olarak kalkıp devam etmeye çalıştım ama başaramadım. Dizim kanıyordu. Maalesef iltihap kaptı ve kangren oldu. Doktorlar, bacağımın kesilmesi gerektiğini söylemişti, birden fazla kez. Ampute olabilirdim. Yeniden yarışmamın mümkün olmadığını düşünüyorlardı, bana ve aileme söylüyorlardı. Ama geri dönmeyi başardım. Ve şimdi bakınca, bütün o kötü anları unuttum. Hatırladıklarım hep iyi anılar."
IV
Okurken her şey ne kadar da basit geliyor, öyle değil mi? İlginç olan, dinlerken de böyle hissetmek. Museeuw, doktorların defalarca "Bacağını kesmek zorundayız" dediği bir tedavi sürecini sıradan bir sakatlık gibi anlatıyor. Bu, onu yakından tanıyanların da belirttiği üzere, aslında hayatı kavrayış biçimiyle alakalı. Bisikleti aileden miras alan, bunu zaten var oluş biçimi gibi gören Belçikalı, başarılarından da yenilgilerinden de çok büyük harflerle bahsetmiyor. Belki aradan geçen yıllar da etkili olmuştur ama onun dünyasında her şey çok normal, sade, abartısız. Herhangi bir bisikletçinin bir kez kazandığında efsaneleştiği iki yarışı üçer kez hanesine yazdırması, dünya şampiyonu olması, bisikleti delicesine seven bir ülkenin doksanlarını baştan sona taşıması, sonra ününü milenyumun ardına götürmesi...
Ama hayır, bu hikâyede doğal olmayan çok şey var. Johan Museeuw, iki tekerin en kirli zamanlarında yarıştı, o neslin bir parçası oldu ve her şeyin iki kat hızlandığı bir dönemin poster yüzlerinden biri olarak tarihe kazandı. En önemlisi de bacağının kesileceğini duyduktan tam iki sene sonra Paris-Roubaix'yi kazandı. Belçikalı, Nisan 2000'de tek başına finişe gelmiş ve çizgiyi geçmeden evvel diz kapağını işaret etmişti. O an, en az 1996 Paris-Roubaix'deki üçlü zafer kadar, ikonik karelere kaynaklık etti. İltihap kaptığı yer, en özel zaferinin de fotoğrafı oldu.
İşte bunları bilmek istiyordum Johan. O an neler hissettiğini, bacağını gösterirken aklından neler geçtiğini, doping kullanımın konusunda dürüst olup olmadığını, Arenberg'de dizin kanlar içindeyken nasıl kalkıp devam etmeye çalıştığını… Ve en çok da şunu: Bisikletin en tartışmalı dönemiyle özdeşleşmek nasıl bir his? Evet, bütün bunların cevabı sadece sende değil. Bu yüzden de telefonu kapattıktan sonra YouTube'a bazı yarışların adlarını yazıyorum. 2000 Paris-Roubaix. 1993 Ronde van Vlaanderen. 1996 Dünya Yol Bisikleti Şampiyonası. Bütün kariyerin, zaferlerin ve mağlubiyetlerin orada; pürüzlü, cızırtılı, düşük çözünürlüklü bir şekilde. Olması gerektiği gibi...