
Koleksiyoncu
12 dk
Giovanni Guidetti'yi bir kupa ve madalya koleksiyoncusu olarak tanıyor olabilirsiniz. VakıfBank ve Milli Takım Başantrenörü ile koleksiyonunun öteki raflarını konuştuk.
Giovanni Guidetti, şehr-i İstanbul'da onuncu yılını geride bıraktı. Başlarda alışmakta zorlandığı, hatta ilk sezonunda menajerine "Bana başka bir şehirde takım aramaya başla" dediği İstanbul'da şampiyonluklar yaşadı, yuva kurdu, milli takımın başına geçti ve görünen o ki Yeditepe'yle arası artık çok daha iyi. Koç Guidetti'yle doğum günü pastasını üflemesinden hemen önce bir araya geldik ve objektifi biraz daha saha dışına kaydırıp -her cevabın bir şekilde U2'ya bağlanacağından habersiz- çocukluğundan ve hobilerinden dem vurduk.
Modena doğumlusunuz ve şehrinizin yetiştirdiği belki de en büyük yetenek olan müzisyen Luciano Pavarotti'yle babanız okul arkadaşıymış...
Evet bu doğru ama Pavarotti'yle alakalı üç hikâyem var, sen yalnızca birini biliyorsun. İlki senin de dediğin gibi babam, Pavarotti'yle aynı okulda okumuş. Yıllar geçtikçe o voleybol sahalarına ve tenis kortlarına yönelirken Pavarotti ise şarkı söylemenin kendisine daha uygun olduğuna karar vermiş. Babama göre Pavarotti, spor yapmayı çok istemiş ama gerçekten yeteneksizmiş. Sonuçta her alanda yetenekli olamazsınız...
Bir diğer eğlenceli hikâyede ise milli takımla birlikte şehir dışındaydım ve annem beni arayıp "Bugün neler olduğuna inanamazsın!" dedi. Evimizin hemen bitişiğindeki araziye, upuzun bir araçtan inen Pavarotti taşınmıştı. Modena'nın küçük bir kent olduğunu orada anlamıştım.
Sonuncusu ise Modena'ya her gittiğimde uğramadan edemediğim Europa 92 adlı restoran. Evime yürüme mesafesindeki bu restoran ayrıca Pavarotti'nin restoranı olarak da bilinir.
Sizin müzik dünyasındaki favoriniz ise U2. Onlara bağlanmanızı sağlayan ana unsur neydi?
Bu grup, 1976'da okul sıralarında kurulduğundan beri üst düzey müzik yapıyor. 40 yıla yakın bir arada kalan çok fazla grup göremezsiniz. İlk günden itibaren grubun gelişimine bakarsanız, insani taraflarının da oldukça zengin olduğunu görürsünüz. Şarkılarında sıklıkla savaşlardan, fakirlikten, Afrika'ya yardımdan bahsederler. Bono, geçenlerde kaç adet yardım kuruluşu için çalıştıklarını hatırlamadığından söz etmişti. Bu çabalarından en meşhuru Afrika'da AIDS hastalığına karşı yaptıklarıydı. Şimdilerde de sık sık göçmen kamplarını ziyaret ediyor. Bu tavır, benim için oldukça ilgi çekici çünkü yirmi, otuz yıl öncenin rock yıldızlarına baktığınızda tek yaptıklarının parti, parti ve daha fazla parti olduğunu görürsünüz.
Bono, ayrıca ziyaret ettikleri ülkelerin liderleriyle kişisel olarak da bir araya gelmeye çalışıyor. Sahip olduğu şöhretle dünyanın en güzel hayatlarından birini yaşayabilir ama bunun yanında sosyal farkındalıklara da sahip. İşte, benim için bu aşk hikâyesi böyle başladı. Şimdiki gençlerin böyle bir idole sahip olduğuna emin değilim. Benim için U2, tarihi geçmeyen bir aşk. Elliden fazla konserlerine gittim. Alison (Guidetti'nin kızı) da şimdiden birçok şarkılarını tanıyor. Ben de ne zaman grubun bir fotoğrafını görsem ona "Bak, bu Bono, bu Larry, bu Adam, bu da Edge" diyorum. Şimdilik simalar oturmadı ama zamanla onları da tanıyacak.
Sizin gibi milli takım da çalıştıran antrenörler yılın 11-12 ayı parkedeler. Bu yoğun denklemde diğer hobilerinize nasıl vakit ayırabiliyorsunuz?
Koçluk 24 saat devam eden bir iş. Sürekli geçen gün neyin yanlış gittiğini, öteki gün nasıl daha iyi olabileceğimizi düşünüyorum. Kolay değil ama kafamı boşaltacak anlar yaratmak için ciddi çaba sarf ediyorum. Pek iyi olmasam da gitar çalmaktan hoşlanıyorum. Ayrıca golf oynamak da favorilerimden ama İstanbul'da programıma uyacak bir golf sahası bulmak kolay olmuyor. Yedisekiz saatini kapalı bir salonda geçiren biz voleybol işçileri için açık havada bir şeyler yapmak harika.
Golf deneyimimden faydalanarak oyuncularıma baskıyla nasıl başa çıkabileceklerini daha iyi anlatabiliyorum. Golf, kendimi oyuncularımın yerine koyabilmeme yardımcı oluyor çünkü bir sporda onlarca yıl geçirdikten sonra bazı şeyler çok kolay gelebiliyor.

Spora bağlanmanızda Modena sokaklarının payı neydi?
Çocukken, koca bir yaz boyunca sokaklar arası olimpiyat oyunları düzenlerdik. İki-üç ay boyunca, her sokaktan onar kişilik takımların yer aldığı, çocukların organize ettiği büyük bir organizasyondan bahsediyorum. Futbol, tenis, voleybol, koşu ve daha fazlası... Bu tür bir çocukluk geçirdiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Şimdilerde çocukların sokağa çıkıp böyle şeyler yapabileceklerini sanmıyorum. Mesela bazen gürültüyü fazla kaçırırdık ve insanlar gelip filemizi keserdi. Yerine yenisini asar, ertesi gün aynı insanların önüne geçip yine top oynardık.
Yeni yüzyılda İtalya'nın yaşadığı finansal sorunlar ve güç kaybeden ligler bugünün İtalyan çocukları için bir handikap mı?
Benim şansım genç bir koç olarak dünyanın en iyi oyuncularının yer aldığı bir ortamda çalışabilmekti. En iyi Rus, Kübalı voleybolcular İtalya'daydı ve buna paralel olarak büyük çalıştırıcılar da ülkemdeydi.
Bugünkü gençlerin daha kötü durumda olduğunu düşünmüyorum ama elbette benim zamanımda bir rol modeline sahip olmak daha kolaydı. İtalya voleybolu, basketbolu kıtanın zirvesindeydi, futbolda Dünya Kupası kazanılmıştı, muhteşem tenis oyuncularımız vardı. Yine de kötü günler geride kaldı, adım adım ayağa kalkmaya başladı İtalya sporu.
Dokuz ay önce, Türkiye'nin Milletler Ligi'nde ikinci olacağını tahmin eden çok kişi yoktu...
Ben de beklemiyordum (Gülüyor.)
Bu sıçramayı sağlayan şey neydi?
Oyuncuların açlığı bence. Dürüst olmam gerekirse, Türk voleybolundaki ana problem Türk voleybolunun kendisi. Çok fazla para var. Bu yüzden oyuncuların çoğu açlık duygusuna, savaşma, mücadele etme iştahına sahip değil. Çok fazla yetenekli oyuncu var ama İstanbul'daki bir kulüpte, kulübede oturup bolca para kazanmaktan memnunlar. Yurt dışına ya da Çanakkale'ye, Bursa'ya gidip daha uzun süreler oyunda kalmayı tercih etmiyorlar. İçeride, bununla sürekli mücadele ediyorum çünkü rekabet arzusuna sahip olmadan bir şeyler inşa etmek mümkün değil.
Bir şeyleri tetiklemek için "Türk voleybolunu daha iyi yerlere getirmek istiyorsanız yabancı sınırını kaldırın" diyorum. Eğer Macar bir oyuncuyu 50 bin euro'ya getirebiliyorsam, yerli bir oyuncuya bir milyon lira vermeme gerek kalmaz. Hesap bu kadar basit. Şu an milli takımda sahip olduğumuz kadro oldukça aç. Çok genç, kalitelerini kanıtlamak isteyen oyunculara sahibiz. Son dönemdeki başarının da kaynağı bu.

VakıfBank'ta da bir değişim sezonuna hazırlanıyorsunuz. Bu yeni meydan okuma için neler söylersiniz?
Benim için son dönemdeki en zor sezon olmasını bekliyorum. İlk olarak bu sezon bizimle olmayacak iki yıldıza bakın: U2'dan örnek vermek gerekirse the Edge'i, yani Naz'ı (Aydemir Akyol) ve Bono'yu, yani Gözde'yi (Kırdar) kaybettik. Takımın beyni ve kalbi artık bizimle değiller. Cansu Özbay çok yetenekli, her gün gelişim gösteriyor ve onunla çalışmaktan büyük keyif alıyorum ama hâlâ 21 yaşında. Gözde'nin yerine Amerika ya da Rusya'dan müthiş bir oyuncu getirmedik veya pasör olarak Sırbistan'dan birini bulmadık. Genç, Türk oyuncularla yola devam etmeye karar verdik. (Jordan) Larson, (Tijana) Boskovic gibi yıldızlara sahipken bir de Yeon-Koung Kim'i kadroya ekleyen Eczacıbaşı'yla mücadele edeceğiz. Zorlu, eğlenceli ve sert bir sezon takımımızı bekliyor. Tadını çıkaracağım.
Gözde Kırdar, dergimize verdiği röportajda, 'winner' olmayı sizden öğrendiğini söylemişti. Gözde'yle aranızdaki bağı nasıl açıklarsınız?
Bir kaptanın nasıl olması gerektiğini düşündüğümde aklıma Gözde geliyor. Her genç oyuncu onu izleyip bir şeyler öğrenebilirdi. İnanılmaz bir savaşçıydı, onu defalarca yedek bırakmaya çalıştım ama ne kadar iyi bir oyuncu alırsam Gözde bir o kadar fazla çalıştı ve onların önüne geçti. Gerçekten harika bir oyuncuydu. Büyük kavgalarımız da oldu; yedek bırakılmaktan hiç memnun olmazdı ama her zaman birbirimize karşı büyük bir saygımız vardı. Takıma yürek katan kişi oydu. Vaktin olduğunda, Gözde için ayrıca bir röportaj yapmamız gerek. Daha çok konuşulmayı hak ediyor.
Tekrar saha dışına çıkarsak... DVD koleksiyonunuzu uzun yolculuklarda yanınızda götürürmüşsünüz eskiden. Netflix bu konuda yardımcı oldu mu?
Evet evet, DVD'lerle işim bitti. Uzun bir turnuvaya giderken yanımda kocaman bir çantayla dolaşmak zorunda kalırdım. Artık yolculukta elime geçen 40-45 dakikalık süreleri birer bölüm dizi izleyerek geçiriyorum. Dizileri bu yüzden seviyorum. Hâlâ geçmişten kalan bolca DVD'ye sahibim ama Tanrı'ya şükür artık Netflix var. Şimdilerde çok fazla dizi değiştiriyorum, bir sezon izleyip bir başkasına atlıyorum. Artık eskide kaldı ama Lost'a bayılırdım. Bittiğinde çok ağlamıştım. Dexter gibi bağlanacak yeni diziler bulamadım henüz.
Müzik koleksiyonunuz da vardı öyle değil mi?
Evet, U2'ya dair her şey... Onların satışa çıkarıp benim satın almadığım tek bir ürün dahi yok. Yenilerden Mumford & Sons gibi birkaç grubun daha albümleri var ama koleksiyonumun yüzde doksanı U2.
Bono ile tanışma fırsatınız olmadı mı?
Ah, en büyük hayallerimden biri ama henüz olmadı. Lizbon'da yine bir konserlerine gitmiştim. Pazar günü öğle yemeği yediğim restoranda, Bono'nun ertesi gün Instagram'da fotoğraf paylaştığını gördüm. En yaklaştığım an buydu. U2 konserine gittiğimde olası bir karşılaşma ihtimalini düşünerek şehrin en iyi otelinde kalmaya çalışıyorum. Biri beni onunla tanıştırırsa hayatım boyunca kahramanım olur. Belki bir gün...