Kralın Takımı mı, 'Kral' Takım mı?

8 dk

Real Madrid, modern futbol tarihinin en başarılı kulübü. Onları büyük yapan DNA’ları mı yoksa başarının mıknatıs misali onlara ittiği yıldızlar mı?

İngiltere’de bir kitapçıya girip spor kitaplarının olduğu rafların arasında kaybolduğunuzda karşınıza şöyle bir kitap çıkabilir: Manchester United Hayatımı Mahvetti. Şehrin mavi tarafından eli kalem tutan Manchester City’lilerin ruh halini tek satırda anlatan kitabın kapağına bugün baktığımızda pek de anlamlı görünmeyebilir ama öyleydi.

Camp Nou’da, unutulmaz finalin son dakikalarında geriden gelip kazanan Manchester United o sezon lig-FA Cup-Şampiyonlar Ligi ile üçleme yaparken Manchester City iki alt ligdeydi. Bir yıl sonra Kupa 1’i Real Madrid kazandığında ezeli rakibi Atletico Madrid, bir alt ligin yolunu tutmuş ve İspanyol kulübü yeni yüzyıla yeni başkanı ve onun Los Galacticos projesiyle girmişti.

İnternetin emeklediği, ufak adımlar attığı yıllardı. Dünyayı keşfetmek için evlerde ansiklopediler ya da bayilerde kısıtlı sayıda insanın ulaşabildiği spor gazeteleri, dergileri vardı. Bir takımı sevmek de nefret etmek de yereldi. Real Madrid de Bayern Münih de Manchester United da Juventus da sınırları içinde seveni olduğu kadar nefret edeninin de olduğu kulüplerdi.

Bir soru var önümüzde, cevaplarının peşine düşelim: Real Madrid her devrin takımı mı? UEFA kurulduğundan bu yana en fazla Şampiyon Kulüpler Kupası/Şampiyonlar Ligi kazanan kulübün DNA’sındaki kazanma kültürü mü mutlu sonları getirdi yoksa o DNA’ya sahip futbolcular, teknik adamların çekim merkezi mi oldu Real Madrid?

İkinci Dünya Savaşı’ndan on yıl sonra muharebe meydanında değil de futbol sahasında kozlarını paylaşmaya başladıkları Avrupa’nın diğer takımları Real Madrid’e nasıl 5 avans verdiler? Cevap futbolun değil, elbette Avrupa’nın tarihinde saklı. Savaşa direkt katılmayan ama 1936-39 arasında kendi iç savaşıyla dibe vuran İspanya’da top santra yuvarlağına konulduğunda Hitler kıtayı kasıp kavuruyordu.

Zaten Real Madrid, ‘Kralın Takımı’ydı, ayrıcalıklıydı; yetmedi bir de faşist diktatör Franco’yu arkasına almıştı. İsmindeki ‘Real’ onu kraliyet ailesinin tuttuğu takım yapar mıydı? Hayır… Kral Alfonso XIII, İspanya’da birçok kulübü onurlandırmak için bu unvanı vermiş ama gücü 40 yıl elinde tutan bir diktatör çok daha fazlasını yapmıştı.

Franco 1975’te ölene kadar İspanya, Avrupa’ya kapalı bir ülkeydi ve Madrid’de olan Madrid’de kalırdı. Di Stefano’nun transferinden hakem oyunlarına; Katalan kulübü Barcelona’nın baskılanmasından otonom yapının sembol kulüpleri A. Bilbao, Celta Vigo, Real Betis, Sevilla ve Real Sociedad’ın baskı altında tutulmasına kadar…

1964’te ülkesinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası’ndan 2008’e kadar bir kez dahi milli takım düzeyinde kupa kazanamayan İspanya ile 1966’dan 1998’e kadar Şampiyon Kulüpler/Şampiyonlar Ligi kazanamayan Real Madrid arasında bir bağlantı olmalı değil mi?

Real Madrid; Di Stefano, Puskas’lı kadrosuyla beş Avrupa kupası kazanırken rakipleri ülkelerindeki savaşın yıkımının yorgun çocuklarıydı. Madrid’de ise efsane başkan Santiago Bernabeu, adını taşıyan stadyumu yaptırmıştı. Real Madrid, Franco’lu yıllarda kapalı İspanya’nın dışa açılan belki de tek penceresiydi.

Bugünden geriye bakıldığında “Real Madrid her devrin takımı mı?” sorusunun cevabına, son 15 yıla bakıp “Kesinlikle evet!” diyebilmek mümkün. Hikâyenin başındaki on yıllık dilimdeki altı şampiyonluğun getirdiği avantajla bugün 15 kupaya sahip Real Madrid, ülkesinin de uzak ara en fazla şampiyonluk kazanan kulübüyken bu soruya “Şüphesiz ki” şeklinde yaklaşmamızı engelleyen nedir peki?

O kupaya hasretle geçen 36 yıl… Cruyff’lu Barcelona’dan 5 yiyen Real Madrid, Avrupa arenasında da boyunun ölçüsünü aldığında ayağa kalkan Almanya, Fransa ve İtalya’da neler oluyordu peki? Büyük futbolcularla kazanmak artık yerini büyük teknik adamlar ve yeni futbol anlayışına bırakmış, altyapıların bacaları tütmeye başlamıştı. 70’lerde Ajax sahneye çıktı; o kült formasıyla... Rinus Michels’in Total Futbol’u ortalığı kasıp kavuracaktı. Almanlar karizmatik teknik adamlar ve Bayern Münih ile yarışa dahil olmuştu. Fransa’da göçmen ailelerin ufak çocukları altyapılardan diplomalarını almaya başlamıştı. İtalya ise kökleri kendisinde olan Güney Amerikalı göçmenlerle futbol sahnesinin Maksim’i olmaya koşuyordu.

İyi futbolcular her zaman mühimdi tabii. Akbaba Beşlisi’nin rakipleri darmadağın ettiği yıllarda La Liga’da beş yıl arka arkaya şampiyon olan Real Madrid, 90’ların başında Cruyff kâbusunu ikinci kez yaşadı. 14 numara bu kez sahada değil, Barça yedek kulübesinde teknik adamdı. Onun altın jenerasyonu dört şampiyonluğu arka arkaya kazanırken, Real Madrid iki şampiyonluğu son haftadaki Tenerife deplasmanlarında kaybetmiş, adayı eli boş terk eden yarışmacı olmuştu.

1992 Barselona Olimpiyatları ile bir başka ülke oldu İspanya. Her spor dalında devlet destekli yatırım planlarıyla bugün sadece futbolda değil onca spor dalında efsane sporcular yetiştiren ülke, aynı zamanda bir turizm cenneti olma yolunda koşar adım gidiyordu. İngilizler; Alicante’yi, Benidorm’u keşfetmiş; Almanlar, Marbella’da güneşleniyor; ABD’liler Kanarya Adaları’nda keyiflerine bakıyorlardı.

Real Madrid, 1998’de Amsterdam’da Mijatovic’in golüyle Juventus’u devirdi ve 32 yıllık Kupa 1 hasreti sona erdi. Önceki seçimi kaybeden Florentino Perez, 2000 yılında sandığa giderken sadece ülkeyi değil, bütün futbol dünyasını karıştıracak bir iddia attı ortaya. Barcelona’nın kaptanı Luis Figo’yu transfer edeceğine söz veriyor, başaramazsa 60 bin kombinenin bedelini cebinden ödeyeceğini söylüyordu.

Los Galacticos projesine Luis Figo “Evet” derken fırtınanın uzun süreceğini kimse hesap edemiyordu. Zidane, yetmedi ‘harbi’ Ronaldo, Barcelona ile anlaşmışken transfer çalımıyla gelen Beckham, Owen ve bambaşka bir kadro…

Liret, pesatas, mark tarihe karışmış, Avrupa Birliği’nin büyükleri euro’yla tanışmış ve teknoloji uçuşa geçmişti. Walkman’den müzik dinlemek demode, İspanya’ya gitmeden bir Real Madrid forması alabilmek mümkündü artık.

Futbol globalizme kayıtsız kalamazdı elbette. Artık ekran başında lokal ligin yayınlarıyla sınırlı kalmak kimseyi kesmiyor, dijital platformlar onca ligi salonlardaki büyüdükçe büyüyen ekranlara getiriyordu… Sınırlar belki hâlâ var ama sınırsız olan sosyal medyanın gücü…

Yıldızlarla dolu bir kadro neden 2002’den 2014’e kadar bekledi peki? Çünkü her firavunun bir Musa’sı vardı. Onların Musa’sı da önce Ronaldinho ve sonra da Messi-Guardiola A.Ş. idi. 2006’da Barça, Paris’te ikinci Şampiyonlar Ligi kupasını müzesine götürdüğünde Florentino Perez’in Los Galacticos 1 tayfası miadını doldurmuş ve hırsına yenilmeyen adam üç yıllığına kenara çekilmeyi tercih etmişti.

Önce Fabio Capello, ardından Bernd Schuster ile gelen iki şampiyonluğa rağmen sular durulmuyordu. Barça, La Masia çıkışlı muhteşem bir jenerasyon yakalamış, takımın başına ‘ağabeyleri’ Guardiola’yı getirmiş, milli takım 2008-2010-2012’de üçleme yapmış ama Real Madrid bırakın Avrupa’da finali, yarı final bile görememişti.

Bu süreçte Los Galacticos 2 projesi Cristiano Ronaldo, Benzema ve Kaka ile başlamıştı. Takımın sahadaki patronu karizmatik biri olmalıydı. Inter’de üç kupa kazanan Mourinho bütün ihtişamıyla indi Madrid Barajas Havaalanı’na…

Kayan kapılar misali iki kırılma yaşadılar beş yıl içinde. Son 15 yılda popülaritesi tavan yapan, para liginde Manchester United’ı çoktan sollamış, ABD ve Uzak Doğu turneleriyle dünya takımı olmuş Real Madrid’de Mourinho, belki de tarihin en iyi futbolunu oynayan Barça’nın önünü kesmeli ve takımı Avrupa sahnesine geri döndürmeliydi. Portekizli belki ilk sezonunda bunu başaramadı ama Kral Kupası’nın uzatma dakikalarında Cristiano Ronaldo’nun golüyle Barça’yı devirmeleri, ertesi sezon gelecek şampiyonluğun da tetiğiydi şüphesiz.

Son 25 yılda köprünün altından çok sular akmış, yabancı sermayenin satın aldığı kulüpler dünya kulübü olma yolunda dev adımlar atmışlardı. Başkanlarını hâlâ seçimle belirleyen iki İspanyol devinin işi zordu. Bu arada hiç hesapta yokken Atletico Madrid devreye girdi. İkinci kırılma anında da rakip onlardı. Lizbon’daki Şampiyonlar Ligi finalinde önde olan ezeli rakibi Atletico Madrid zafer için saniyeleri sayarken, 90+4’de Sergio Ramos çıktı sahneye. Beraberlik golü ve uzatmalarda gelen kupa. Bu kupa kazanılmasa Los Galacticos 2’nin sahadaki başaktörleri belki de kulübe veda edecek, Florentino Perez de başkanlığı bırakacaktı.

Daha fazlası da olabilir miydi? Carlo Ancelotti, PSG’nin yolunu tuttu. Yerine gelen Benitez başarısız oldu. Başkan Perez, futbolu bıraktığı yıllarda danışmanlığını yapan, “Başarısız olmaktan korktuğum için teknik adamlık yapmıyorum” diyen Fransız efsane Zinedine Zidane’ı sezon içinde göreve getirdi.

Her devrin takımı olmak için imkânsızı da başarmak lazım. Futbol tarihinde muhteşem geri dönüşlerin takımı Real Madrid, hiçbir takımın iki kez üst üste kazanamadığı Şampiyonlar Ligi’ni üç defa arka arkaya kazandığında, Messi de hepimiz gibi ekran başındaydı.

Ramos-Varane, Kroos-Modric-Casemiro, Ronaldo ve Benzema. Real Madrid artık futbolcu öğütme tesisi olmaktan vazgeçmiş; yıldızlarının değerini bilen, onları kimselere kaptırmayacak kadar güçlü bir finansa sahip, en az La Masia kadar üretken olan altyapısı La Fabrica ile kendisinden çok İspanyol futbolunun lokomotifi olmuştu.

“Real Madrid’de forma giyecek kadar yetenekliysen, Real’in treni senin istasyonunda bir kez durur” derler. Bindin bindin… 60 yıllık vadede o trene kimlerin bindiği ortada. Yine de kapı çalındığında Perez’in kulübüne hayır diyebilecek bir futbolcu yok.

Tesisleri Valdebebas’ın kapısından içeriye adımı atan büyük bir futbolcuya daha ilk idmanda yüklenen kazanma duygusu elbette ki kulüp tarihinin kupalarla demlenmesinde saklı. Barça’nın Camp Nou’yu yenileme hamlesinden önce davranabilir; evlerini bırakıp, Atletico Madrid gibi şehrin kalbinden uzaklaşıp, banliyöde sıfırdan bir stadyum inşa edebilirlerdi. Senaryo böyle işlese -adı Bernabeu kalsa bile- efsane yıldızları Juanito’nun kazanırken değil kaybederken vazgeçilmemesi gerektiğini en güzel ifade eden o tarifi eksik kalırdı: “Santiago Bernabeu’da 90 dakikalar çok uzun sürer!”

Santiago Bernabeu’dan Florentino Perez’e, Valdano’dan Cristiano Ronaldo’ya, Butragueño’dan Raul’e, Zidane’dan Kroos’a, Guti’den Modric’e, Miguel Muñoz’dan Fabio Capello’ya, Mourinho’dan Carlo Ancelotti’ye yüzlercesinin emeği var. Şimi sıra Arda’da, Bellingham’da, Mastantuono’da ve elbette Xabi Alonso’da…

Socrates Dergi