Küçük Meseleler Büyük Dertler

18 dk

Merak ve sabır, Serdar Kuzuloğlu'na hayat boyu rehber oldu. Teknoloji ve yaşam hızla değişirken biz de bu rehberliğe sığındık, mikrofonu kendisine uzattık.

Socrates Bistro'da güzel bir İstanbul akşamı. Karşımda Serdar Kuzuloğlu var. Tüm meşguliyetine rağmen... Hayat, dünya ve teknoloji üzerine merak ettiklerimi soruyorum ve cevaplar Twitter'da, televizyonda ya da internette gördüğüm insanı tamamlıyor. Kitaplardan anılara yolculuk yaparken farklı noktaları birbirine bağlıyor ve öğrendiklerini sonsuz bir nezaketle aktarıyor. Şimdi, sözü ona bırakma zamanı.

Gazeteciliği yani sevdiğiniz işi ne zaman keşfettiniz?

Kırılma noktalarından birisi erken yaşta okuma yazmayı öğrenmemdi. Ne mutlu ki bunu gören akrabalarımız bana kitaplar hediye etti. Mesela dayım beni Milliyet Çocuk'a abone yaptı. O dönem bir de ayağım kırılmıştı, zayıf bir çocuktum ve uzun süre iyileşmedi. O uzun yatak döneminde yapacak hiçbir şeyim yok; telefon yok, tablet yok, televizyon bile yok… Ben de iyice kitaplara gömüldüm. Öyle keyif verdi ki "Hayatım boyunca hep yatakta kalsam ve kitap okusam" diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Küçük yaşta bana okumayı öğreten şeylerden biri de gazeteler olduğu için gazete kutsalımdı, çocukken hep gazeteci olmak istediğimi söylerdim. Tabii kafamdaki gazeteci farklıydı, köşe yazarlarının gazeteyi hazırladığını zannediyordum.

Rahmetli amcamın Mülkiye'den sınıf arkadaşı Mehmet Y. Yılmaz, o zamanlar Posta gazetesini çıkarıyordu. Amcam da "Gel seni onun yanına götüreyim" dedi. Aldığımız cevap şu oldu: "Yarın gel, musahhih olarak başla." Ben de dedim ki "Bu musahhih ne demek?" Hayatımda duymadığım bir kelimeydi çünkü. O da "Git sözlükten bak da gel" diye fırçalamıştı beni. Sonrasında yavaş yavaş öğrendik. Ben de bu işi çok büyük aşkla ve hevesle yaptım. Hâlihazırda yaptığım iş de gazeteciliğin bir türevi aslında. Bir şeyler okumak, araştırmak, toplamak, haberdar olmak ve bunu elime geçen mecralarda insanlara aktarmak.

O dönemler spora ilginiz var mıydı hiç?

Benim şu anda bile hiçbir spor dalıyla en ufak alakam yok ve bu nedenle Türkiye'de çok zorlanıyorum. Çünkü arkadaş ortamında en büyük payda televizyon ve futbol. İkisiyle ilgili de cahilim. Aslında çocukluğumda futbol oynamayı istiyordum ama kimse beni takımına almıyordu. Zira gerçekten çok kötü oynuyordum. Beni takımlarına almaları için gidip Beşiktaş forması aldım ki o zamanlar forma çok pahalı bir şeydi. Bir de meşin top aldırmıştım zira top sahibi olmak zaten statü sahibi olmak demekti. Ona rağmen oyunlarına dâhil olamayınca ben de futbola küstüm ve bütün ilgimi kaybettim. Bir eksikliğini hissettim mi? Hayır ama bu kadar popüler bir ortak paydadan mahrum kalmanın da bazen sorgulamasını yapmıyor değilim.

Türkiye'de basının dijitalleşme süreciyle ilgili öncü isimlerdensiniz. O günlerde teknolojiye ilginiz nasıl başlamıştı?

Biz teknolojiye çok meraklıydık. Bugünkü kuşaktan farklı olarak, bizim dönemin teknolojisi daha haşır neşir olabileceğimiz bir alandı. Bugünün çocuklarının teknolojiyle ilişkisi örneğin Minecraft oynamaktan ibaret. Biz radyoların içini açıyorduk, transistör-kapasitör görüyor, onun ışığının nasıl yandığına bakıyorduk.

Bugün otomobilin bile kaputunu açtığında bir tane silecek suyu deliği var, gerisine karışma diyorlar. Aslında bugünün futbol taraftarlarından beklenen de bir rol var. Bu açıdan mesela benim hiç unutamadığım bir sahne de şudur: Aziz Yıldırım, formasını imzalatmak için gelen bir taraftarın formasının orijinal olup olmadığına bakmıştı. Bu, benim için futbolun bittiğine, bambaşka bir şey hâline geldiğine dair bir göstergeydi.Demin söylediğime dönersek, teknoloji bizim zamanımızda çok haşır neşir olduğumuz ve bizden emek, ilgi, alaka isteyen bir şeydi. Bilgisayarı satın almazdık, toplardık.

Aklıma Commodore'un teybini temizlemek ya da video oynatıcısının kafa ayarını yapmak geldi...

Dediğin gibi onun bir kafa ayarı vardı, başlangıç komutu vardı, her aletin bizden beklentisi vardı. Çok fazla cihaza sahip olmadım, dar gelirli bir aileydik ama çok ilgiliydim. Medyaya girdiğimde de gazeteler dijitalleşmeye başlıyordu. Geleneksel pikaj, montaj gibi şeyler ortadan kalkıyordu. Daktilolar yerine bilgisayarda kelime işlemci kullanımı başladı. Bütün süreçler hızla dijitalleşiyordu ve o dönem bunları bilen insan sayısı azdı. Yoğunlaştırılmış kurslarla o eski tüfeklere bunları öğretmeye çalışıyorlardı. Geçiş döneminde yeteneklerim ve öğrenme aşkım çok işe yaradı.

O dönem Fanatik'in dijital dönüşümünü de siz yapmıştınız, öyle değil mi?

Evet hiçbir ilgim, bilgim ve en önemlisi önyargım olmadan spor yayımını yönettim. Bu, bence çok kıymetli bir şeydi. 23 Nisan Başbakanı olmak gibi bir durum değildi. Daha da kıymetliydi, çünkü biz Fanatik'te bence Türkiye'ye çok zehirli bir şey zerk ettik. Bilmiyorum okuyanlar hatırlar mı ama Fanatik'le ilk defa takım tutan köşe yazarlarını Türkiye'ye tanıttık. Yani o zamana kadar insanlar köşelerinde spor yorumu yazardı ama onların hangi takımı tuttuğuyla ilgili tevatürler vardı. Biz bayağı Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş yazarı gibi şeyler lanse ettik, köşelerinin klişe bantları bile o takımın renklerindeydi. Bu da bütün Türkiye'ye sirayet etti. Sonra partili köşe yazarları gibi durumlar ortaya çıktı. Televizyonda parti sözcüsü gibi çıkıp konuşanları hiç kimse yadırgamadı. Çünkü biri Fenerbahçe yazarı olabiliyorsa, CHP ya da AKP yazarı da olabilir, dert değil diye düşünüldü. Zihinler de çok alıştı. Hiç unutmuyorum, bir şey başlatmıştık. Maç yayınları yapılıyor, bizde bu maç yayınlarının görüntüleri var ama bunları yayınlayacak teknolojimiz yok. O zamanlar işte bir real video ya da mov diye bir tane format var, önce ben yükleyeceğim onlar indirecek, sonra onun codec'ini bulacağım...

Yani, akıl almaz işler. Daha ortada flash video, YouTube yok.. Bunu ne yapabiliriz, elimizde ne var; animated gif var ve o zaman insanların 1 MB bir şeyi indirmek için icabında bir saat beklediği zamanlar. Gol görüntülerini grafikerlere çizdirmeye başladık. Yani ceza sahasına tepeden bakan bir kamera açısıyla kaleci nerede, futbolcu nereye pas atıyor falan 5-6 karelik animasyonda golün gelişimi… Hatta sonra o sıralar Amerika'da çok acayip bir at yarışı topluluğu olduğunu keşfettik. Türk at yarışlarını takip ediyorlar ve kendi aralarında bahis çeviriyorlarmış. Fanatik onlar için bayağı ana kaynak hâline geldi çünkü en erken yayınlayan bizdik. Fanatik öncüydü ama Posta gazetesini ikna edemedim hatta Radikal bile anca dört sene sonunda dijitale adım attı.

Radikal'de yazmaya başladığınız dönemdi sanırım, 'internet ekipler amiri' tabirinin ortaya çıkışı...

Hikâye daha eskiye gider. Posta'da tutunmaya çalışıyordum ama o dönemde kimse benimle çalışmak istemiyor çünkü herkesin bir eşi, dostu var oraya getireceği... Bir an önce kovulsa, istifa etse havası söz konusu. Aksine ben de her şeye saldırıp öğrenmeye çalışıyorum. Dışarıda bir yerdeyken birisi demiş ki "Bu Serdar da hiçbir işe yaramıyor, bunu çıkartalım." Mehmet Yılmaz da işe yaramıyorsa çıkartalım diye düşünürken tam o sırada gece sorumlusu gazeteye gelmiş. O, "Yanıma verin, Serdar iyi iş çıkarır" demiş. Orada kovulmaktan kurtulup gececi oldum.

Bir yandan da bilim-teknik sayfaları vardı gazetelerde. Bizimki de hiç alakasız arkadaşlar tarafından hazırlanıyor. Bir hafta çay faydalı, kahve zararlı; bir hafta kahve faydalı, çay zararlı… Ben de "Böyle teknoloji sayfası mı olur?" dedim. Yap bakalım denince can sıkıntısından bir sayfa yaptım. Sonra baktılar, kaldırıp attılar. Ben kenara atıldı zannederken Mehmet Yılmaz'a gösterilmiş sayfa, o da beğenmiş. Bu şekilde başladım ama yazacak internet sitesi yoktu. Ben interneti, bilgisayarı anlatıyordum. Yenilikleri anlatmaya çalışıyordum. Ben bu sayfayı yaparken gazetemizde internete bağlı bir tane bilgisayar vardı, gündüz Milliyet'ten bir arkadaş, gece de ben kullanıyordum.

Kariyeriniz için fark yaratan şeylerden bahsederken merak ve sabır kelimelerinin altını özellikle çiziyorsunuz. Neden?

Aslında meraklı biri olduğumu çocuk sahibi olduktan sonra yeniden hatırladım. Bir çocuğun günde yaklaşık 300 soru sorduğu söyleniyor. Benim her karşıma çıkan insana sormak istediğim bir sürü soru oluyor, herkese bir şeyler soruyorum. Sonuçta ben okuma yazmayı da sorarak öğrenmişim, sokaktaki tabelaları "Burada ne yazıyor?" diye yakınlarıma sormuşum… Kısacası bir şeyleri öğrenmek ve onu yaymak çok eski bir tutkum. Sabırsız bir insan için de meraklı olmanın hiçbir faydası yok.

Meraklı olmak, eyleme dönüştüğünde emek isteyen bir şey. Meşhur klişe vardır ya "Hocam bu gerçek hayatta ne işimize yarayacak?" diye... Her şey gerçek hayatta bir işe yarıyor. Mesele onları nasıl birleştireceğini bilmekte. Gazeteciliğe başladığımda internet hayata geçiyordu ve dedim ki artık internetten herkes okuyucuya ulaşacak, sonra altın çağımız başladı... Çünkü bu kadar çok konuşanın olduğu mecrada bir filtre lazım. Örneğin bu kadar ligde maç oynanıyor, hangisini seyretmem lazım? Birisinin bana bunu söylemesi gerek. Her hafta 300 tane kitap yayınlanıyor, acaba hangisini okumalıyım? Yapay zeka algoritmalarının, filtrelerin bu kadar gündeme gelmesinin sebebi bu...

Ancak merak duygumuzun hamallığını ve emeğini başka kurumlara devrettikçe kontrol elimizden kaçıyor. Çünkü merakımız bir konuyla ilgili değil. Ben sadece 1960'ların rock gruplarına yoğunlaşacağım diye bir durum yok, dün pilatese kafayı takan öbür gün üçüncü dalga kahveyle yatıp kalkabiliyor. Her gün yeni bir hayat yaşayan bir çoğunluk var ve bu insanların referans kaynağı filtreler. Mesela benden sürekli kitap tavsiyesi istiyorlar. Ben de diyorum ki kitap tavsiyeyle alınmaz. Bu, "Bana ilaç tavsiyesi versene" gibi bir şey... Sabırsızlığın sebebi tanımsızlık. İnsanlar hayattan ne beklediklerini ve kendilerini ne şekilde görmek istediklerini bilmediklerinden dolayı mutsuzlar. Çok mutsuz bir devirdeyiz.

O yüzden mi Black Mirror gibi yapımlarda gelecek hep karanlık, distopik?

Mesela internetin gerçekten bireyi kutsayacağını ve birçok aracının ortadan kalkacağını düşünürdük ilk zamanlarda. Ama internet bireyi yok etti. Hiç olmadığımız kadar birbirimize benzemeye başladık. Giydiğimiz ayakkabıdan, yediğimiz yemeğe kadar... Buna popüler kültür de demeyeceğim, popüler kültür halktan çıkar. Kitlesel kültür tepeden halka iner. Ayrıca, internet korkunç ticari bir yere dönüştü. Bugün internet herkesin para kazanma niyetiyle davrandığı bir ortam. Gerçekten halüsinatif almış dev bir sürü gibiyiz. Büyük bir çayırlıkta zombi filmlerindeki gibi amaçsızca ağır ağır dolaşan ve bir şey arayan ama ne aradığını bilmeyenler sanki...

Kant'ın hep savunduğu şeylerden biridir birey olmak. Bu çok büyük bir sorumluluk gerektirir. Benim diyetimi düşünecek bir diyetisyen, hastalığımı düşünecek bir doktor olduğu sürece benim onlarla uğraşmama gerek kalmaz. Aksi takdirde bütün bunların sorumluluğunu üstümde taşımam gerekir; bu da çok zor çünkü bunlar için kendimi yetiştirmem ve bunları taşıyabilme gücüne erişmem lazım. Bugünün insanından böyle bir şey beklemek, pratikte yaşadıklarımızı görünce bir fanteziden ibaret. Kant'ın altını çizdiği birey olma sorumluluğunun, taşın altına elini sokma cesaretinin eksikliği.

Bir röportajda demiştiniz: "Sosyal medya hem bizi kalabalıkların içine ittiriyor hem de yalnızlaştırıyor."

Normalde kalabalıklar neden oluşur? Ortak bir paydası vardır. Ama sosyal medyada böyle bir şey yok. Beni artık ciddi anlamda rahatsız etmeye başlayan kalıplar var. Mesela espri yapma zorunluluğu. Ya da mutluluk; hiç kimse mutsuz bir şey paylaşmıyor. Oysa ciddi anlamda mutsuz bir ülkeyiz. Hele şu röportajı yaptığımız zaman diliminde bayağı depresif bir yaşam hâlimiz var. Bu sosyal medyaya yansımıyor. Bir mutluluk yarışı var. Aslında birbirimizle paylaşıp en çok katkıda bulunabileceğimiz duyguyu sosyal medyadan arındırmış durumdayız ve Instagram'a bakıldığında bir insanın depresyona girmemesi mucize. Çünkü insan orada fark ediyor ki kendi dışında herkes harika hayatlar yaşıyor.

İlk Web Sitesi

O dönem Milliyet ve Fanatik gazetelerinin web sitelerini hazırlıyorduk. Bize dediler ki Hürriyet önce yayına geçecekmiş. Bir gün, o dönemdeki ilgili gazetenin başındaki isimlerden biri dedi ki: "Serdar, yarın öğlen web sitelerinin açılışını yapacağız, sen de orada ol." Öğlen vakti gittim, yazı işleri odasının önünde bir tane küçük bar masası, üstünde beyaz örtü, örtünün üstünde beyaz örtüyle monitör, tüplü monitör tabii. Masanın altına da kasayı gizlemişler ve web sitesi açık. Gelip o örtüyü indirdiler ve monitörün düğmesine bastılar. Orada milliyet.com.tr açık. Ardından Aydın Doğan kurdele kesti ve Türkiye'nin ilk gazete web sitesi böyle açıldı.

Twitter ve Instagram zıt kutuplar gibi...

Şizofrenik de bir durum aynı zamanda. Instagram'da herkes mi eğlenir, herkes mi konsere gider... Bir tek ben miyim bu durumda olan? Değil tabii ama kitle, kültürü kendi isteğiyle belirli kalıplara yerleştiriyor ve o kalıplar içerisinde de satın alınabilir vasıflar üzerine vurgu yapıyor. Neden mesela bir sürü kıyafetin üzerinde logo var? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlar aslında kapitalizm ve dolayısıyla statü belirleme de... Üstüne para vererek bir reklamın taşıyıcısı olmamız söz konusu aslında. Kullandığımız süre boyunca reklamını yapıyoruz. Bu neden böyle? Bir sosyal statü olduğu için.

Enteresan başka bir trend daha var artık. Kendi kategorisinde daha pahalı kıyafetler artık logosuz çıkmaya başladı. İlginç bir şekilde onun muhatapları da ürünün ne marka olduğunu biliyor. Mesela Steve Jobs'un boğazlı kazağının üstünde hiçbir logo yoktu ama herkes onun hangi marka olduğunu biliyordu. Her şey böyle sembollere evrilince bireyin anlamı ortadan kalkıyor. Felsefesini haiz olmadığımız şeylerin tüketicisiyiz, bu da bir hazımsızlık yaratıyor. O bizi daha sabırsız yapıyor.

Siber zorbalık konusundaki düşünceleriniz neler, bahsettiğiniz konularla bağlantılı olarak?

Gazetede yemek yerken konuşacak kişilerin bir sırası vardı. Yani şeyi hatırlıyorum, önce Hasan Cemal konuşurdu. Ben asla konuşmazdım zaten. Çünkü karşındaki insanların konuştukları konuya ne kadar hâkim olduğunu ve senin hangi seviyede olduğunu bilirdin. Bir de sen mesela basketbola merak salarsan bu bir şeydir ama oynamaya başlarsan basketbolcuya bakışın değişir. Sana seyrederken sıradan gelen ya da akıl almaz gelen her şeyin anlamı değişir. Bilgi de böyle bir şey... Ama sosyal medya öyle bir yer ki mesela biz bu konuşmayı yapıyoruz, hiçbir zaman etrafımızdaki masalardan biri kalkıp da sözümüzü kesip ahkam kesmiyor. Oysa sosyal medyada olan tamamen bu. Sosyal medyanın algoritması bunu teşvik etmek için öyle bir noktaya geldi ki artık birisinin yazdığını görmem için yüz yüze gelmeme de gerek yok. Herkes her şeyle muhatap hâle gelince herkesin herkesle her şeyi konuşabilme gibi bir yanılgısı ortaya çıkıyor. Günün sonunda asıl kızmak, hesap sormak istediği veya karşılık beklediği insanların hiçbirine ulaşamadığından sosyal medyada patlıyor bütün bunlar.

Twitter'daki profilinizde "Memleket ve dünya dertlerini siz çözün. Ben küçük meselelerin adamıyım. Bunlarla da birileri ilgilenmeli nihayetinde" yazıyor. Gündem hengâmesi içinde kendinize nasıl farklı bir dünya yaratabiliyorsunuz?

Öğrenme anlamında maymun iştahlıyım. Fakat aktardığım şeyler konusunda çok zorlanıyorum. Bir şey yazarken o konu hakkında tarama yapma ya da bilgilerimi tazeleme derdindeyim. Her şeye rağmen onların daha kalıcı olduğunu düşünüyorum. Fakat televizyonda veya radyoda şöyle muhabbetler geçiyor: "Türkiye-Suriye ve Rusya'nın İdlib konusundaki stratejilerini konuşacağız." Sonra reklam arası geliyor. Reklamdan sonra eğitim sistemindeki 4+4+4 ya da futbolda şike konuşuluyor. Böyle bir şey olabilir mi? Dış politikayı da biliyor, depremi de biliyor, eğitimi de biliyor... Bu çağın sihri bu bence, her konuyla ilgili olabilirsin ama insanların aklına bir-iki konuda gelmelisin.

İnsanların senin fikrini bilme isteği senin fikrini merak ettiğinden falan değil. Sen ondan mısın, değil misin, tek kriteri bu. Herkes mevzi savunmasında. Her fikir değişimi cepheden bir kayıp gibi algılandığından mıdır nedir, dediğinin de bir kıymeti kalmıyor. Birbirine ulaşamayan kitleler, kutuplar oluşuyor sonra. Tehlikeli olan, kutupların birbirine geçebilme ihtimali kalmadığında ortaya çıkıyor. Takım tutmanın rasyonel bir açıklaması olabilir mi? Hiçbir kan bağının olmadığı ve sürekli değişen bir yapıyı sadece isminin sürekliliğinden dolayı destekliyorsun. Borsada böyle bir şey olabilir mi? Ya da bahis oynarken olabilir mi? Düşününce sosyal medyanın da etkisiyle hayatımız da böyle programlanmaya başladı.

Daron Acemoğlu, Ulusların Düşüşü kitabının bir yerinde Nogales kasabasını anlatır. Sınırla ortadan ikiye ayrılmış, bir kısmı Meksika'da bir kısmı Amerika'da olan, buna rağmen birbirinden çok farklı refah seviyesine sahip iki yer. Coğrafya kaderdir hipotezini çürütüyor kitap. Türkiye penceresinden bu meseleye siz nasıl bakıyorsunuz?

Coğrafya bu internet ortamında eskisi gibi geçerli bir argüman değil kesinlikle. Etrafımdaki insanlara dileyeceğim ilk şey İngilizce öğrenmeleri. Hani derler ya "Dil bir hapishane, dil bizim sınırlarımızı tanımlayan şey." Türkçe'ye hapsolunca sadece yerli kaynaklardan faydalanabiliyoruz. Öyle olunca da iç çekişmelere, tartışmalara mahkûm kalıp hayatımızı heba ediyoruz. Sonra çaresizce bize anlatılan bütün yalanlara inanıyoruz.

Spor yapmak teknolojiyle kol kola gidiyor artık. Aplikasyonlar, akıllı telefonlar, saatler, attığın adım, çıktığın kat... Bu yeni trend ne kadar gerçek?

Biri kız, biri erkek; ikiz çocuklarım var. On yaşındalar ve en çok sordukları soru kalıbı niceliksel şeylerle ilgili. Mesela arabayla bir yola çıktığımızda kaç kilometre ya da yol kaç dakika sürecek? Bir video açtıklarında kaç dakika olduğuna bakıyorlar. Sürekli kaç takipçin var, kaç like geldi gibi telaşları var. Bu ölçüm bir fetişizm, bu rakamsal karşılıklar onlar için her şey. Instagram'da yüz bin kişinin takip ettiği kişi çok büyük birisi, neden öyle olduğu hakkında bir sorgulamaları yok. Popülerse bir hikmeti vardır. Nitelik nicelik farkını çok net görebiliyorsun.

Bu yeni spor tarikatları da bana bunu çağrıştırıyor. Geçenlerde profesyonel olarak birçok koşuya katılan hatta bunun için işini bırakan bir tanıdığımla sohbet ediyordum. Bu koşuya başlamak için ne yapmak gerekiyor diye sordum. Paranın yettiği güzel bir ayakkabı yeter dedi. Sonra koşuya başlayacak insanların alması gereken şeyleri ve fiyatlarını anlatmaya başladı.

Araba faturası çıkarır gibiydi. Koşma eylemi normalde çıplak ayakla yapabileceğimiz bir eylem ancak dev bir endüstriye ve klişeler zincirine boğulmuş durumda. Hani bir insanın tek başına yoga yapması mümkün değildir ya. Onu bile paylaşmak zorundayız, en içimize döndüğümüz anda dahi. Bütün felsefesiyle tamamen her şeyden soyutlandığımız anda bile kafamızda "Kadrajda mıyım, kadraj dışına çıktım mı?" derdi var. Her şeyin bu kadar endüstrileştiği ve moda akımına döndüğü bir şeyden keyif almak mümkün değil ki. Sırf moda oldu diye Kars trenine binmek gibi... Sonra indin kardeşim, evet Kars'tasın, Kars orası... İlgileniyor musun? Guy Debord'un Gösteri Toplumu eserinde tanımladığı teoriye dönüştü her şey. "Gelişmiş bir tüketim toplumunda tüketim yaşamın kendisi hâline gelir." Bütün aksaklıkların, oturmamışlıkların altında yatan sebeplerin başında bu geliyor.

Rüzgâr Gibi...

Radikal yeniliğe açık bir yapıydı. Ama dijitale geçmek mecburiyetlerden oldu. Yani o, dijital bir dönüşüm değil, tasarruf tedbiriydi. Üst yönetim sürekli bütçe kısıyordu. Eyüp Can Sağlık’ın ekibiyle gazetenin rotası şaşmış, tirajlar düşmüştü. Son koz olarak dijitale teslimiyet yaşandı. Ve bu çözüm olmadı. Oysa Radikal’in bir elektronik yayın olarak daha karlı olacağını seneler öncesinde ben dahi yazmıştım. Bugün pek çok internet yayını gazetelerden fazla kazanıyor. Hislerime gelince; Radikal, bana en çok şey katan işti. O kadar güzel bir şeyin gözümün önünde rüzgara kapılıp uçup gitmesi çok yaraladı. Bir yenilmişlik, bir şaşkınlık, anlam veremezlik...

Son zamanlarda teknolojinin sporlaen fazla bir araya geldiği mecra e-spor... Buna ilginiz var mı?

Oyunu çok severim ama daha çok eski tür macera ve strateji oyunlarını oynayabiliyorum. Bugünün oyunlarıyla kendimi özdeşleştiremiyorum. İkincisi, spor isimli bir şeyle bağdaştırırken vücudun sağladığı emek, e-spor denilen şeyde ne kadar geçerli bilmiyorum. Bütün bunların arkasında dev sponsorlara ulaşan yeni bir endüstri olmasına çabalayan bir durum var. Sinema endüstrisinden daha fazla para kazanan, milyarlarca doların döndüğü, Türkiye'de yöneticilerinin tetris bile oynamadığı şirketlerin takımlara sponsor olduğu bir akım gibi. Sürekliliği olur mu, bilmiyorum. E-spor camiasına da bunu söylüyorum, bütün bu firmaların ilgisini yanlış anlamayın. O etkinliklerin bu seviyeye gelmiş olması, büyük holdinglerin oralarla anılır hâle gelmesi, oradaki parayla ilgili. Oradaki para suyunu çekerse hemen başka yere yönelirler. Günün sonunda ciddi anlamda oyun sever, samimi bir kitle var. Çok kıymetliler ama ben onlar içerisinde de önemli bir grubun bu endüstrileşmeden dolayı sıkıntı duyduğunu biliyorum.

Spor temalı oyunlar ile aranız nasıl?

Bilgisayar oyunları -aynen futbol oynama merakım gibi- çok heveslenip bir türlü beceremediğim şeylerin başında geliyor. Ama onda seçeneklerim daha fazla olduğu için biraz daha inatçı olma fırsatı yakaladım. Oyunlarla en yoğun olduğum dönem Commodore ve Amiga zamanlarıydı. Kick-off, Sensible Soccer ve Sensible World of Soccer aklıma geliyor. TV Sports Basketball, Summer Olympics ve Winter Olympics epey keyif alarak oynadığım başlıklardandı. Bugünün oyuncuları için yükleme süresinin bile tahammül edilemez kaldığı ve o garip tepe kamera açısıyla birkaç pikselden ibaret o oyunlarla nasıl o kadar keyif alıyorduk, bugün hayal etmek bile zor. Örneğin ne kadar heves etsem de PES ve FIFA gibi oyunlardan ne o kadar keyif alabiliyor ne de oynamayı becerebiliyorum. Ama ilginç bir ayrıntı olarak, emülatör adı verilen uygulamalarla Kick-off ve türevlerini oynamak istediğimde onlar da ayrı bir hayal kırıklığı yaratıyor. İster istemez "Bunun nesini sevmişiz?" diye soruyorum kendime. Özetle, bütün bunların sonucunda hemen her şey gibi oyunlar da yaş, ortam, çağ ve beklentiler ile anlamını kazanıyor.

Banner Kavramı

İnternetin ilk dönemi. Biz de reklam satacağız ama tarifeyi hazırlayamıyoruz çünkü internet reklamının kriterini bilmiyoruz. Banner'ı biliyoruz da, para birimi nedir onu bilmiyoruz. Biz de ne yaptık, o tüplü ekrana yumuşak bir cetvel koyduk. Gazeteciyiz biz, sütun satır ilerliyoruz. 468x60 banner var, onu ekrana aktarmak için santim olarak ölçtük. Tarife koyacağız fiyat bilmiyoruz, kafamızdan fiyat attık. Düşünsenize internetin ilk reklam tarifesi böyle çıktı.

Gelecekten ne bekliyorsunuz? Black Mirror'daki öngörüler gerçekleşir mi?

Black Mirror ve türevleri… Bütün o kategorideki tasarılar gerçeğe dönüşebilir. Bugün bile teknolojik olarak birçok şey mümkün. Geçen sene Çin'e gittiğimde bir sürü poliste akıllı gözlük vardı. Otomatik yüz taraması yapıyorlar ve suçluları anında belirliyorlar. Hepsinin elinde el bilgisayarı gibi bir şey var. Şimdi Çin bir de vatandaşlık puanı çıkardı, düştükçe okul seni kabul etmiyor, trene binemiyorsun, otelde oda tutamıyorsun, ev kiralayamıyorsun… Puanın düştükçe cezan da artıyor. Artık şirketler bizi daha fazla tanımak isteyecek, karanlık pazarlama taktikleri uygulamaya çalışacak.

1984 ile Cesur Yeni Dünya kitaplarının ikilemi gibi. 1984'te George Orwell'in tasvirinde otoriter bir devlet var ve herkesin her şeyini kontrol ediyor. Korkunç yasakları var ve toleransı yok. Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sında ise devlet her şeyi serbest bırakıyor. Zevk, sefa… Sana o kadar çok şey veriyor ki bütün bunların içerisinde en çok faydası olacak şeye yönlenmek yerine zevk-ü sefaya meylediyorsun. Devletlerin otoriter olma çabası, nostaljik bir paranoyadan ibaret. Bugün her şey serbest bırakıldığında zaten insanlar bir anda devletin en istediği profile, hiçbir şeyle ilgisi olmayan, sabahtan akşama kadar dizi, yarışma programı izleyen profile dönüşüyor. Hiçbir şeyi dert tasa edinmeyen, sadece gündelik problemlerine odaklanan bir kitle ortaya çıkıyor. Tutunduğum nokta şu: İnsanlar bilgiyi hâlâ reddetmiyor. Sadece bilgiye sahip olma konusunda verilen emeği reddediyorlar. Yani o gözlerinde büyüyor. Filtre görevini gören insanlar, bağımsız yapılar her şeye rağmen varlığını sürdürecektir.

Caner  Eler

44. Sayı
Kasım 2018



Socrates Dergi