Kültür FC
15 dk
Liverpool ve kültür yan yana gelince anlatacak çok şey var. Tribünlerden İskoç kültürüne, biradan müziğe...
Liverpool FC'nin stadının ve antrenman sahalarının bakımından sorumlu Arthur Riley, 1928'den 1982'ye kadar yapmış bu işi, kesintisiz 54 yıl. Ondan önce de babası yapıyormuş! "Kültür" kelimesinin yeni Türkçesi "ekin," biliyorsunuz. Latince kökeni de toprağı işlemekten, ekip biçmekten geliyor. "Kültür"ün tarihsel oluşumunun kökeninde, insanın toprağı işleme kabiliyetini geliştirmesi var. Ve tabii bunu uzun süre, çok uzun süre yapmak var. Bir beceriye, bir ürüne emek verip, incelmesini sağlamakla oluşuyor, kültür. "Futbol kültürü" deyince de akla önce bu geliyor: Devamlılık. Çok uzun süre ekip biçmiş, işlemiş olmak. Sadece çimleri değil, oyuncuları, oyun anlayışını, kulüp etrafında örülen bütün ilişkileri... Aynı zamanda çimleri de! Liverpool'da, "kültür" namına evvela işte bu var: Tarih, devamlılık.
Liverpool ve futbol kültürü deyince, bir de tutku geliyor tabii akla. Futbol muhabbetinde uluorta sarf edilen bir laftan ibaret değil ama, sahiden delice bir futbolla yatıp kalkma deneyimi. Şu ünlü sözün, "Futbol ölüm kalım meselesi değildir, daha fazlasıdır!" sözünün, 1959'dan 1974'e görev yapan ve kulübün ikinci kuruluşunu gerçekleştiren adam sayılan efsanevî Liverpool menajeri Bill Shankly'nin ağzından dökülmüş olması tesadüf değil. Shankly, basbayağı din olduğunu söylüyordu Liverpool'da futbolun. Anfield'ın "sunak," bütün kulüp personelinin de "cemaatin hizmetkârları" olduğunu ifade ediyordu. "Liverpool kültürü"nü dünya çapında bilinir kılan, gerçekten eşine az rastlanır bir tutku.
Yerel Kültür
Liverpool, futbol kültürünün oluşumunda yerel kültürün rolünün bariz bir örneği. Yerel kimliğin ulusal kimliğin önüne çıktığı bir yer, burası. Brexit'e yüzde 58 küsur "Hayır" oyu çıktı, taraftarlar 2019 Şampiyonlar Ligi Finali'nde "Brexit my arse, we love Europe" (Brexit kıçımı yesin, Avrupa'yı seviyoruz) pankartı açtılar. Britanya İmparatorluğu'nun en mühim denize çıkış noktası olan liman olmaktan, gemici-denizci şehri olmaktan gelen bir kozmopolitlik, dünyaya açıklık var: Sıcak kalpli, geniş, esnek, mizaha yatkın olmakla birlikte…
"Burası İngiltere değil Liverpool" veya "Burası Liverpool Cumhuriyeti" şiarları da Brexit'ten önce zaten mevcuttu. Ya da "İngiliz değiliz, Scouse'uz" şiarı. (Lobscouse denen denizci güvecinden geliyor bu ad.) Şehre yakıştırılan bir başka ad: İngiltere'nin Dublin'i ya da İrlanda'nın ikinci (veya "asıl") başkenti. 19. yüzyılda İrlanda'dan gelen kitlesel yoksul göçünün damgasını vurduğu bir şehir burası. Aynı kitlesel göçe maruz kalan Glasgow'dan farklı olarak, İrlandalı-Katolik kimliği geriye düşmüş ve Liverpool'lu kimliği baskın kimlik haline gelmiş.
Yerel siyasi kültürün şekillenmesinde, 1950'lerden itibaren geleneksel endüstrilerin çöküşüyle birlikte Liverpool'un iktisaden gerilemesi ve nüfusunun neredeyse yarı yarıya düşmesinin de payı var. Buna tepki olarak, 1980'lerden itibaren Thatcher karşıtlığı, İşçi Partisi taraftarlığı şehrin kimliği haline gelmiş. Tam "glokal" bir kültür - hem "global marka," hem hâlâ sapına kadar lokal.
Müzik Kültürü
Şehir ve kulüp kültürünün bir başka bileşeni: Müzik kültürü. Liverpool'un lakaplarından biri de "singing city" (şarkı söyleyen şehir). The Beatles'ın burada doğduğunu bilmeyen olabilir mi? The Beatles'ı doğuran bereketli müzik toprağı, 1950'lerde caz-rock arası popüler ve basit bir geçiş formu sayılabilecek "skifle" ile sürülmüş. Gitar ve banjoya ilaveten mutfak aletleri, tencere tava gibi "eşyalarla" yapılan bir müzik bu. O yıllarda şehirde birkaç yüz skifle grubu bir şeyler tıngırdatıyormuş. Meşhur "You'll Never Walk Alone"u uyarlayan Gerry and the Pacemakers, onlardan biri. "Şehirlerinin" bir grubunun listelerde tepeye konmuş şarkısını sahiplenerek 1963'te bir maçta söyleyen Liverpool taraftarları, böylece "tribün şarkısı" denen müzik türünü icat ettiler. Futbol kültürü ile müzik kültürünün nişanlandığı yer, Liverpool.
İşçi Sınıfı Kültürü
Bütün İngiltere'de ve birçok Avrupa ülkesinde futbol, kuruluşunda ve ilk on yıllarında, bariz bir işçi sınıfı kültürü olgusu. Geniş işçi kitlelerine kıyıcı çalışma hayatı içinde bir soluk borusu açmış. Özdeşleştikleri takım üzerinden bir "başarı" hissi sağlamış. Hele takımlarının kadrosu da işçi çocuklarından oluşuyorsa… "Emek ve dayanışma" sınıf kültürüyle oyun kültürünü buluşturan değer olmuş.
İngiltere'de futbol "personeli" hâlâ, başka hiçbir ülkede olmadığı kadar işçi sınıfı kökenli. Liverpool'da bu her zaman baskın bir özellik oldu. Endüstriyel çöküşten sonra da, işçi sınıfının yenilgi hissini ve direnme azmini temsil etti Liverpool.
İçki Kültürü
İngiltere'de işçi sınıfı kültürünün geleneksel bir unsurunun da içki kültürü olduğunu not etmek lazım. 19. yüzyıl sonlarında bir sanayi işçisinin günlük alkol tüketimi iki ilâ dört litre imiş; gıdasının yaklaşık yüzde 15'ini birayla alırmış! Yine, ağır hayat şartlarına katlanmanın ve sosyalleşmenin bir yolu… 1980'lere hatta 1990'lara kadar, futbolcuların da devrilene kadar içme alışkanlığında olduğunu biliyoruz.
Dahası, 19. yüzyıl sonlarında İngiltere kulüplerinin hisse sahiplerinin yüzde 15'inden fazlası birahaneci-meyhaneci imiş. Liverpool'un kurucusu da bir biracı. 1891 yılında, Anfield stadının olduğu arsayı satın almış bulunan John Houlding, yönetiminde yer aldığı Everton kulübünün şirketleşmesini ve statta kendi ürettiği birayı satma tekelini istiyor. Teklif genel kurulda reddedilince Houlding "Çıkın evimden" diyor. Everton, Goodison Park'a taşınıyor. Adamın 20 bin kişilik stadı var ama takımı yok; 2 Haziran 1892'de Liverpool'u kuruyor! İçki kültürü-işçi sınıfı kültürü-futbol kültürü… Üçlü buluşma.
Oyun Kültürü
Liverpool'un 1892'deki ilk takımına "Mac'ler takımı" denirmiş. İlk 11'in tamamı "Mac" önadlı İskoçlar, çünkü. 1988'e dek takımın bütün kaptanları İskoç'tu. Önemli teknik direktörlerin de birçoğu İskoç, başta Bill Shankly...
İskoç ağırlığının oyun kültürünü belirleyen bir etkisi var. İskoç oyun kültürü tipik İngiliz "Kick and Rush" (vur-koş) yerine, topa sahip olarak yerden paslı oynamaya dayanmış baştan beri. Liverpool oyuncu yetiştirme sistemi de ta eskilerden beri bu usulü benimsemiş.
Ama bir yandan da yine İskoç teknik direktörlerin getirdiği başka bir kültürel kaynak da var. Yoksul madenci havzalarında yetişmiş bu adamlar dayanışmayı, takım ruhunu, sıkı çalışmayı, tahsilterbiyeyi, kültürü önemserler. Dobradırlar. Politik bir doktrin olmaktan ziyade ahlâkî bir dava olarak sosyalizme meyillidirler. (Tipik örneği Liverpool'un Shankly'si, son ve muhteşem örneği Manchester United'ın Alex Ferguson'ı.) Shankly, "Bir tür sosyalizm," diyor futbola: "Takım olmak, topu paylaşmak, oyunu paylaşmak, dertlerimizi paylaşmak". Bu gelenek, fazla "inceci" oyun üslubunu da burjuva bulur, sevmez; mücadeleci, her top için kavga eden bir stilden yanadır. Shankly sağlam olmayı feci önemser, sakatlanan oyuncuya tahammül edemezmiş.
Liverpool'un oyun kültürü, neticede, "inceci" olmayan bir pas oyunu olarak şekillenmiş; hızlı sirkülasyon, etkin, biraz mekanik. 1985-1991 arasında Kenny Dalglish (o da İskoç), bu oyun kültürünü biraz revize etti; bireysel yeteneklere daha fazla alan açtı.
Jürgen Klopp bu oyun kültürünü benimsediği için de cuk oturdu Liverpool'a. "Patırtıyı severim" diyor kendisi! Dortmund'daki gibi çoğu işçi kökenli, mücadeleci oyun isteyen bir taraftar profili olmasının hoşuna gittiğini söylüyor. Liverpool'luların, "Kısa kollu formayla oynarken bile kolları sıvamış da azimle işi girişmiş emekçiler gibi" geldiğini anlatıyor kendisine. Klopp'ta hiç eksik olmayan iştah unsurunu da Liverpool'un oyun kültürünün bir unsuru sayabiliriz. Shankly, takımın attıkça atmasını istermiş. "Ne kadar çok gol atarsak, rakiplerimiz Liverpool'dan o kadar çok ürker." İlk kez 1964'te Anderlecht'e karşı kuşanılan alt-üst kıpkırmızı formanın da maksadı "güç ve tehlikenin rengiyle" rakibi ürkütmek!
Taraftar Kültürü
Bütün bu kültür unsurlarından hiç bahsetmeyip sadece "taraftar kültürü" desem yetebilirdi belki de. Sadakatleri, meşhur kale arkası (Kop) ve tüyler ürpertici "You'll Never Walk Alone" konserleri… Dünyanın belli başlı seyirlik tribünlerinden biri.
Shankly, Anfield'a "sunak" demiş ya… Hillsborough felaketinden sonra binlerce insanın gelip mum yaktığı, bir bayrak, bir forma, bir andaç bıraktığı bir sunağa dönüşmüştü sahiden. Modern endüstriyel futbol tarihinin iki önemli eşik hadisesinin, 1985 Heysel ve 1989 Hillsborough facialarının Liverpool taraftarlarının "başına gelmesi" gayet anlamlı. İlkinde 39, ikincisinde 96 insanın hayatını kaybettiği her iki olay da futbol vandalizmi ve holiganizmin alameti olarak ele alınmış, statların "mutenalaştırılmasına" ve aşırı güvenlik önlemlerine meşruiyet teşkil etmişti. Heysel'de tribün şiddeti vardı ama stat mimarisinin güvenliksizliğinin ve yetkililerin uyumasının da rolü büyüktü. Hillsborough'da ise tamamen seyircilerin "kafese tıkıştırılmış" olması ve onlara "haydut" muamelesi yapmaya alışmış polisin pişkin duyarsızlığı felakete yol açmıştı. Futbola işçi sınıfı "azgınlığının" bir sahnesi olarak bakan Thatcher -ki Liverpool'u bu sahnedeki "en kötü adam" olarak görüyordu- bu faciaları açıkça istismar ederek fırsata dönüştürdü. Liverpool taraftarlarının "96'lara Adalet" hareketi Hillsborough'taki bu karalamacaya karşı yıllarca mücadele etmiş, sonuçta 2012'de hükümet resmen onlardan özür dilemişti.
Liverpool taraftar kültürünün politik hassasiyetine dair çok örnek var. 1990'larda dok işçilerinin hak talepleri gibi doğrudan kendilerini ilgilendiren konularda değil sadece. Kasım 2018'de PSG maçından dönen bir grup taraftarın bagaj bölmesine saklanmış kaçak göçmenlere sahip çıkmaları; yiyecek içecek, kıyafet (tabii ki Liverpool forması) vermeleri, göçmen fobisinin hüküm sürdüğü bir çağda nasıl da değerli. Şubat 2016'da bilet fiyatlarındaki büyük artışı protesto için 77. dakikada (en pahalı bilet 77 pound'a yükseltilmişti) kale arkasında 10 bin taraftarın tribünleri terk etmesi etkileyici bir eylem. Aynı zamanda etkili: Zam geri alınmıştı.
2007'de başlayan "satılma" hikâyesi de öğretici. ABD'li işadamları Gillet ve Hicks kulübü satın aldığında, taraftarlar Manchester United'in Glazer tarafından satın alınmasındaki gibi bir tepki göstermemişti. Dünyaya açıklığına bağlı olarak İngiltere'nin "en Amerikalı" şehri (eskiden "İngiltere'nin Şikagosu" da denirmiş) sayılan Liverpool'un "Yankilere" özel bir gıcıklığı yoktu. Fakat Yankiler beklenen yatırımları yapmayınca sıkı bir tepki doğdu. "Shankly'nin Ruhu" adı verilen protesto kampanyasının yıldırdığı Gillet ve Hicks, 2010 sonlarında kulübü başka bir ABD'li yatırımcı grubuna (FSG) satıp ayrıldılar. FSG, Körfez sermayesinden farklı olarak, Manchester City'deki gibi bir halkla ilişkiler projesi olmadığı yani paraları saçıp savurmadığı için, büyük vaatlerde de bulunmuyor. Onlar daha çok rasyonel iktisadî işletme karakterinde, yani kulüp kültürüne daha uygun. 2018 Şampiyonlar Ligi finalinde iki berbat gol yiyen kaleci Karius'u, maçtan sonra takımdan kimse teselli etmemişken, bir hazırlık maçında oyuna girerken özel olarak uzun uzun alkışlamalarını da ekleyelim şıklıklarına. Takımları aleyhine homurtu bile çıkarmama, asla ezbere şarkı söylemeyip sahada olup bitene anında reaksiyon verme geleneği, Liverpool taraftar kültürünün yapıtaşları.
Nükteli slogan icadında da üstlerine yok. Dünya çapında en yaratıcılardan kabul ediliyorlar. Tek bir örnek vereyim. 1960'larda bir ara kiliselerden birinin "İsa şehrine gelse ondan ne istersin?" sloganını kullandığı sıralarda, bir maçta şu pankartı asmışlar: "St. John'u sol içte oynatmasını isterdim!" Ian St. John, o sıralar mevkii çok tartışılan bir futbolcu! Futbolla yatıp kalkmak, işte böyle bir şey…
Meraklısına not: Bu yazıda esas kaynağım, kulüp monografisi yazarı, Britanya futbolunun uzmanı denebilecek Dietrich Schulze-Marmeling'in Reds adlı kitabıydı (Die Werkstatt, Göttingen 2019).