Kum Tanesi

25 dk

Neslihan Demir Güler, spor tarihimizin en büyük efsanelerinden biri ama mirasıyla övünmek pek de ona göre değil. Yine de sondan başa döndük, Demir Leydi'ye vedasını ve kariyerini sorduk.

"Sahaya her adım attığında ondan küçük çaplı mucizeler bekleyen binler, hatta ekran başında milyonlar var. Her hareketi her saniye izleniyor. Sahayı bırakın, saha dışında da herkes onun peşinde. Her gün insanları mutlu etmesi gerekiyor. Bunun bu denli genç omuzlarda nasıl büyük bir sorumluluk olduğunu tahmin edebilir misiniz?"

Kaan Kural, Hastasıyım Bu Oyunun kitabında da yer alan bu metni yazdığında Neslihan 21 yaşındaydı. Ama daha o günlerde Türk voleybolunu etkisi altına almaya başlamıştı. Hatta Türk sporunu… Henüz yirmili yaşlarının başındayken voleybol kelimesinin yanına en çok onun adı yazılıyordu, yaptıkları milyonlar tarafından takip ediliyordu. Başarılarda da hayal kırıklıklarında da en büyük pay sahibi olarak görülüyordu.

Her şey bittikten aylar sonra, yağmurlu bir İstanbul gününde Neslihan Demir Güler'le buluştuk. En sevdiği oyuna uzun süre önce veda etmişti ve yeni bir hayata başlamıştı. Ama bir şeyler aynı kalmıştı. Her zamanki gibi eğlenceli, alçakgönüllü ve kendi hâlindeydi.

Son maçınızla başlamak istiyoruz. O gün yaptığınız açıklama çok duygusaldı, hele sizin normalde voleybol konuşurken kullandığınız komik üsluba göre...

Son kez öyle bir konuşma şansı bulmuştum. Çok uzun bir sezondu ve orada bütün sezonun birikimi vardı. Bir yıkılmışlık, yılmışlık, orada istediğimiz başarıyı elde edememenin üzüntüsü… Hepsi üst üste geldi, bir patlama oldu. Soyunma odasına gittiğimde ise bir mutluluk sardı, "Ertesi gün idman yok" diye düşündüm. Değişikti yani.

"Yarın ne yapacağımı bilmiyorum" cümleniz de enteresandı. Nasıl hissettirdi o değişim?

Çok programlı yaşıyoruz. Mesela buraya gelmeden önce bile "11.00'de kalk, 11.15'te kahvaltı yap, 11.30'da duş al, 12.00'ye kadar hazırlan, kahveni iç, 13.15'te evden çık" gibi bir takvim yaptım kendime. Programım dakika dakika kafamda hazırdı. Voleybolu bıraktıktan sonra da bu devam ediyor. O programa istediğin gibi uymadığında tüm işlerin kötü gidecekmiş gibi hissediyorsun. Çünkü hayatın böyle geçmiş, antrenmana bir kere geç kaldın mı antrenör haşlıyor, seni herkesin önünde azarlıyor, hadi bir daha geç kal...

Sporculuğun o taraflarını özlüyor musunuz? Baskı, disiplin, sürekli emek...

Son zamanlarımda o stresi kontrol edemiyordum artık ben. Kontrolümden çıkmıştı ve gitgide anksiyeteye dönüşmüştü. Öyle bir kafaya giriyorsunuz ki sanki hayatınızda başka bir şey yokmuş gibi. Bildiğiniz tek şey o, voleybol, 20 yıl boyunca öyle yaşamışsınız ve bir süre sonra "Tamam ya, bugün de olmayıversin" telkini yapıyorsunuz kendinize. Fakat bu da zor. Artık kaldıramıyordum. O yüzden tadında bıraktığımı düşünüyorum.

Aslında bir taraftan da kafamda voleybolla ilgili çok güzel şeyler vardı ama bu sefer de vücudum izin vermiyordu. Omzum sakat, dizim sakat… Vücudunuz imkân veriyorsa da kafanız bu durumu kaldırmıyor. Birinin bir bakışından ne olduğunu anlayabiliyorsunuz. O da yoruyor insanı, gençken ne güzel görmüyorduk ama zaman geçtikçe her şey çok ağırlaşıyor ve bu da insanı hırçınlaştırıyor.

Bir nevi "Voleybol beni bıraktı" diyorsunuz aslında…

Birazcık öyle oldu. Diyorum ya, kafa olarak, fiziksel olarak gidiyorsunuz. Uzun süre boyunca hepsini üst seviyede tutmak çok zor. Bir de voleybolda öyle bir takvim var ki sürekli seyahat hâlindesin. Bir hedefi kaybediyorsun, hemen ardından yeni bir hedef geliyor. Dolayısıyla da ne sevinmeye ne de üzülmeye vaktin oluyor. Sürekli çalışıp üzerine koymak durumundasın, asla kendinden emin olamıyorsun. Sürekli bir şüphe içindesin.

Sporculukta kadın olmak var bir de. Dünya şampiyonu olup geliyorsun, kupalar, şampanyalar, "Sen harikasın, bir tanesin" övgüleri... Ertesi gün eve geliyorsun, buzdolabı tamtakır. Çocuk günlerdir sebze yememiştir, fasulye yapayım diyorsun. O da "Ben fasulye yemeyeceğim, bana kıymalı makarna yap anne" diyor. Orada çok kimlikli olman gerekiyor. "Sen benim kim olduğunu biliyor musun, karşında dünya şampiyonu var" da diyebilirsin ama "Annecim, yeşillik de yemen lazım. Ben sana kıymalı makarna da yaparım ama bunu da ye" diyorsun. Sporcu, anne, eş, evlat kimliğin var. Bunları çabuk değiştirmen lazım. Yoksa delirebilirsin.

Kaseti biraz daha geriye saralım. Büyük sporcular genelde küçüklük hikâyelerini anlatırken "Üstün yeteneğimi erken yaşta fark ettiler" tarzında ifadeler kullanır. Ama sizin kariyeriniz biraz daha tesadüfler üzerine kurulu, öyle değil mi?

Benim ailemde bir spor kültürü yoktu. Babam Merkez Bankası'nda çalışıyordu, oranın futbol takımında oynardı. Ailedeki en büyük sporcu oydu yani. Ben ilkokulda basketbola başladım. Dışarıdan gelen bir hocamız vardı, çok güzel oyunlar oynuyorduk. Sonrasında o hocayla anlaşamadılar ve yerine okulun beden eğitimi öğretmeni geldi. Vurmalı-kırmalı bir şeylere geçtik, alan savunması, adama adama defans, sürekli böyle şeyler deniyor. "Ben yapamayacağım" dedim.

Sonrasında ortaokulda atletizme seçtiler beni. Annemler de "Git, bir süre sonra sıkılırsın" dedi. Öncesinde basketbol oynamışım, keman çalmak istemişim. O kadar maymun iştahlıyım ki… Annemlere bir şeyde yetenekli olabileceğime dair herhangi bir done veremiyorum, onlar da haklı yani. İşte atletizmde de stat evime çok yakındı, böyle sahanın etrafında koşuyoruz. Hocaya ne kadar zaman kaldığını sorduğumuzda "Beş dakika kaldı" cevabını alıyorduk. Biz de daha hızlı koşunca o beş dakikanın daha hızlı geçeceğini sanıyoruz. Daha hızlı koşmaya başladık, en sonunda "Artık koşmayacağım, hiçbir amacı yok" deyip stadı terk ettim, eve vardım. Üç ay peşimden koştular, bacaklarım uzun olduğundan üç adım atlamacı yapmak istiyorlardı beni. Ama istemedim.

En sonunda voleybola geçtim. Bir gün sınıfta otururken voleybol antrenörü geldi, kız çocuklarının ayağa kalkmasını istedi. "Sen, sen, sen. Pazartesi antrenmana geliyorsunuz" dedi. Ama nereye, ne zaman gideceğimizi bilmiyoruz. Ders çıkışı antrenörü bulduk, "Hocam bizi seçtiniz ama neye seçtiniz?" dedik. DSİ'nin salonunda idman varmış, öyle başladım işte.

Aileniz ilk başta sizi hiç ciddiye almamış gibi...

Ben de aileme "Bir işi tuttum mu kopartırım" gibi bir hava vermiyordum. Eskişehir'deki aile apartmanında yaşıyorduk, ailedeki tek çocuktum ve binanın da tek kız çocuğuydum. Şımartılarak büyüdüm ama hayat hiç öyle değilmiş, onu anladım. İlk başlarda 3-5 ay antrenman yaptım. Antrenörüm yetenekli buldu beni, maça çıkacağız falan. Ailemi çağırdı. "Gideriz, gideriz" dediler. Üstünden bir ay geçti, antrenörüm "Nesli, annen ve baban gelecekti?" diye sordu. Annemin ayaklarına kapandım "Ne olur gel" diyerek. Annemin voleybola karşı da spora karşı da bir fikri yok. Maçı oynadık, çıkışında ikisi konuşmuşlar. Antrenörüm "Sizin kızınız çok yetenekli, dünyayı bilmem ama Türkiye'nin en iyi voleybolcusu olacak" demiş. Annem de "Sizin yanlışınız var hocam, ondan olmaz" diye cevaplamış. En sonunda ailem de gelip gitmeye başladı maçlara. Sonrasında annem bir holigana dönüştü. (Gülüyor) Tutamıyorduk onu. Öyle ki babam artık tribünde ayrı bir yerde oturuyordu…

O dakikadan sonra beni hiç yalnız bırakmadılar. Annem övünerek bahsederdi. Babam ise "Abartmayın" kafasındaydı. Sonrasında 2003'te Avrupa ikincisi olduk. O dönem babam komşulara beni gösterip "Bunu tanıyor musunuz?" diye sorardı. Arkasından eklerdi: "Filenin Sultanları, bilirsiniz."

Voleybol öncesinde birçok şeyle uğraştığınızı ve çabuk vazgeçtiğinizi söylediniz ama sahada hırslı ve pes etmeyen bir karaktersiniz. Değiştiniz mi yoksa içinizde mi varmış?

Demek ki voleybol bu özeliklerimi keşfetmemi sağlamış, ben zaten öyleymişim. Ama o kadar bu özelliklere ihtiyaç duymamışım ki… Her şey önümdeydi zaten, hiçbir şeyin yokluğunu hissetmemiştim. Mesela Yeşilyurt'tan ilk transfer teklifini aldığımda ailem "Üç ay sonra geri dönersin" demişti ancak gitmemezlik yapamazdım. Onlara kafa tuttum. Yapamazsam ailem beni eve almayacak mıydı sanki? Ailem de "Bu kadar ısrar ettiğine göre bir şey var, gitsin bakalım" mantığına geldi. Eskişehir'de üç evin tek prensesiydim, hayatımda ne bulaşık ne çamaşır yıkamışlığım vardı. Sanki hepsi kendiliğinden halloluyor sanıyordum. İstanbul'daki ilk ayımda lojmanda kalıyordum takım arkadaşlarımla birlikte, öyle bir duruma gelmiştim ki ailem eve gelmeseydi muhtemelen belediye gelecekti. Fakat ben o deneyim sayesinde, İstanbul'da hayatta kalmayı öğrendim. Sonrasında onlar emekli oldu, buraya taşındılar. Temiz çamaşırların dolapta olduğu, bulaşık görmediğim güzel günler geri döndü.

Fakat ne olursa olsun, en başta da dönmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim. Şartlarım zordu. Sabah altıda kalkıp okula gidiyordum, neticede bir lise hayatım vardı. İlk iki derse girip A takım antrenmanına gidiyordum, oradan genç takım antrenmanına geçiyordum. Saat beşte yine A takım antrenmanı… Günde üç antrenman yapıyordum ama benim için hiç sıkıntı değildi. Ama lisede aldığım o ilk dersleri hiç hatırlamam, sürekli uyurdum. Okulda adım ‘Nöbetçi Smaçör'e çıkmıştı, "Gece de çalışıyor herhâlde" diyorlardı. Yine de o kadar güzel günlerdi ki; o arkadaşlık, birliktelik duygusu...

Öte yandan, ilk geldiğimde sporcu olarak çok yetersizdim. Zaten buraya transferimizde de ben biraz promosyon gibiydim. Benimle beraber gelen arkadaşlarım daha yetenekliydi, onların yanında verilmiştim. Ama o hırsla, günde üç antrenmanla ben orada kaldım; diğer iki arkadaşım ise geri döndü.

Mesela şunu hatırlıyorum: Yıldız milli takıma ilk kez gitmişim. Kamptaki üçüncü günde antrenörümüz "Sen uyuzsun, ben seninle uğraşamam" diyerek antrenmandan kovmuştu beni. Sonrasında "Ben onların gördüğü gibi biri değilim" diye düşündüm. Kendime çekidüzen verip daha hırslı görünmem gerektiğine karar verdim. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Milli takımda oynamaya başladım ve bir daha oradan ayrılmadım.

Milli takıma giriş hikâyenizde de ilginç bir eşik var, Spring Cup'taki bir Azerbaycan maçı. Kötü başlıyor takım, siz de kenardasınız. Lakin bir anda antrenörünüz şans veriyor ve oyunu değiştiriyorsunuz. Bunu yaparken, çok da gençsiniz...

17-18 yaşındaydım. Yedeğin yedeğiydim. Mesude Abla (Atılgan) vardı, onun yedeği vardı. Ben onun da yedeğiydim. Sıra gelecek de, ben oynayacağım da… Azerbaycan'a 2-0 yeniliyorduk. Antrenörümüz rahmetli Deniz Abi (Esinduy) "Sen gel buraya" dedi. Ben başkasına dediğini sandım. Tabii siz üzerinize alınmayınca başkaları sizi direkt sarsıyor ve hiç düşünmeden koşuyorsunuz kenara. "Zaten maç bitiyor, gir oyna. Hiç oynatmadı demezsin" dedi. Oyuna girdim, servis atmaya başladım. O zaman da smaç servis atıyordum. Maç döndü, 3-2 kazandık ve Spring Cup şampiyonu olduk. O maçtan sonra revizyon oldu A milli takımda. "Çok tecrübeli oyuncularımız var ama gençlere de şans vermemiz lazım, bu ikisinin karmasını yapalım" dediler. Böylece 2003'teki kadronun temelleri atıldı.

"Ben sevdiğim şeyi yapıyordum, insanlar da bunu gördü, hoşlarına gitti. 'İyi voleybolcudur ama aynı zamanda iyi de insandır' denmesini tercih ederim."

"Ben sevdiğim şeyi yapıyordum, insanlar da bunu gördü, hoşlarına gitti. 'İyi voleybolcudur ama aynı zamanda iyi de insandır' denmesini tercih ederim."

Milli takıma girişiniz de aslında bir kimlik karmaşası. Su taşıyorsunuz, top taşıyorsunuz ama bir anda takımın yıldızlarından birine dönüşüyorsunuz. Özellikle de 2003'te Ankara'daki o Avrupa Şampiyonası'nda...

Hayatımızda öyle bir atmosfer görmemiştik. O şampiyonada insanlar tribünlerden düşecekti, Kenan Doğulu falan geliyordu maça, bize şarkı yapıyordu. Çok garip bir olayın içindeydik ve ne olduğunu pek anlamıyorduk. Aslında en başta bize hiç güvenilmiyordu. O dönemden bir önceki federasyon başkanı şampiyonayı Ankara'ya almıştı. Bir televizyon programında dönemin başkanı "Rezil olacağız, eski başkan bizi rezil etmek için turnuvayı Ankara'ya aldı" diyordu. Ve ben bu röportajı dinledim, böyle hazırlanıyorduk. Yine mesela Rusya bizi hazırlık turnuvasına çağırdı, sırf dalga geçmek için. Tişörtlerimizde turnuvanın maskotu olarak Ankara kedisi vardı. "Bu ne, siz gerizekalı mısınız!" diye bizimle dalga geçiyorlardı. Yani, şampiyonaya öyle bir atmosferde girdik. Ama başlar başlamaz da kazanmaya başladık. Grupta Rusya'yı 3-0 yendik, Rusya tarihinde ilk kez yarı finale kalamadı. Ve bir anda öyle bir atmosfer oluştu ki seyirciler bizi yiyecek gibiydi. İnsan böyle bir ilgi görünce şaşırıyor. Ama bunun orada bitmesi lazım çünkü akşam otelde kızların kirli formalarını toplayıp çamaşırhaneye götürüyorsun, top arabası senin üzerine zimmetli. Bahsettiğim kimlik karmaşasında bu da var. Herkesin kendi görevi vardı, küçükten büyüğe göre giderdi. En küçük bendim, Seda Aslanyürek (Tokatlıoğlu) ile birlikte. Seda'yla paylaşıyorduk görevleri; ben top arabasını, buz kovasını alıyordum, o sağlık çantasını alıyordu.

Bir yandan böyle malzeme taşıyorduk, bir yandan da herkes bizi çok seviyordu. Ben bu konuda kadınların disiplinli olduğunu düşünüyorum. Hiç havaya girmiyoruz. Ayaklar daha yere basıyor. Kendime "Bugünler geçecek ve sen yaptığın şeyi daha iyi yapmak için savaşacaksın" diyordum. "Bunu insanlar görmeyecek, şu 6-7 maç içinde her şeyin gerçekleştiğini zannedecekler ama bunun ötesinde senin çalışmaların var. Sen devam etmezsen bu da devam etmeyecek" ayrımına varabiliyordum. Havaya girmekle keyfini sürmek arasında ince bir çizgi var. Onu kaçırdın mı ‘Ben oldum' deyip kendine olan objektif bakışını kaybediyorsun.

Özlem Özçelik'le konuştuğumuzda 2003'te ablalık ilişkisinin çok iyi kurulduğundan bahsetmişti. Ve o şampiyona bu sayede voleybol tarihimiz açısından bir dönüm noktası oldu.

Ankara'da o kadroyla biz çok güzel ast/üst ilişkisi kurduk, çok da iyi arkadaştık. Hepsi ablalarımızdı, hiçbir zaman bir saygısızlık yapmazdık. Onlar ne diyorsa onu yapardık. Biraz daha hiyerarşik bir yöntemle büyüdük biz, soyunma odasında bize soru sorulmadığı zaman konuşmayan insanlardık. Duşa girilecekse önce ablalar girer, onları bekleriz, en son biz girerdik. Onun da son temsilcileriyiz galiba. O dengeyi iyi kurmuştuk, çok da eğlenirdik. Mesela Popstar yapardık, birkaç kişi jüriye geçerdi. Bayağı kamptayken otelin toplantı odasını kiralayıp bunu oynardık. Biz Esra (Gümüş Kırıcı) ile rap dalında katıldık. Esra bayağı söz yazardı, iki kıta. Ama ben gülmekten ve Esra'ya bakmaktan başka bir şey yapamadığım için ilk turda elendik.

O dönem genç olmanıza rağmen büyük de bir popülarite kazandınız. Ona alışmak zor muydu?

O tanınırlık benim istediğim bir şey değildi. Ben sevdiğim şeyi yapıyordum, insanlar da bunu gördü, hoşlarına gitti. Ben onun yerine "İyi voleybolcudur ama aynı zamanda iyi de insandır" denmesini tercih ederim. O benim için daha önemli. Voleybol benim keyif aldığım bir şey ama bunu gördükleri için "Beni sevin, benden iyi voleybolcu var mı arkadaş?" gibi bir düşünceye giremem, hiç de girmedim. Ben sevdiğim bir şeyi yaptım, onlar da şahitlik etti. Bizim paylaşımımız buydu taraftarlarla. Onları başka bir tarafa koymadım asla. Kötü eleştiri yapan da oldu, iyi eleştiri de... Ama bunlara takılırsanız eğer -iyisine de kötüsüne de- gitmek istediğiniz hedef şaşıyor. "Ona küfür edeyim, ne anlar ki" kafasına girmemek gerek.

Peki şöhretinizin doruğunda Tenerife'ye gidiş kararı almanızın arkasında ne vardı? VakıfBank'tan oraya gittiniz...

Parası çok güzeldi, yurt dışında oynamayı istiyordum. O sırada VakıfBank Güneş Sigorta'da bir yönetim değişikliği oldu, onlar transfer için geç kaldı. Yoksa VakıfBank'la devam edecektim ben. Ama arada Tenerife fırsatı çıktı, neden olmasın dedim.

"VakıfBank'ta yönetim değişikliği ollunca onlar geç kaldılar. Yoksa onlarla devam edecektim ben. Ama arada Tenerife fırsatı çıktı, neden olmasın dedim."

"VakıfBank'ta yönetim değişikliği ollunca onlar geç kaldılar. Yoksa onlarla devam edecektim ben. Ama arada Tenerife fırsatı çıktı, neden olmasın dedim."

Bir yandan da konfor alanınızdan çıkıyorsunuz. İspanya'daki ilk gecenizin hikâyesini hep anlatırsınız. Sarsıcı bir deneyim olmalı...

Gerçekten çok kötüydü. Şimdi komik gibi geliyor ama o zaman için bayağı üzülmüştüm, tek başımaydım. Tenerife'ye, hiç bilmediğim bir adaya gelmiştim. Uçaktan indim, yanımda köpeğim var. Yavru daha, 4 aylık labrador. "Bagajın kayboldu, biz seni evine götüreceğiz" dediler. Başkan da köpekten korkuyor. Sonra arabaya bindik, köpeğim patronun arabasına işedi. Kendi kendime "Ben burada tutunamayacağım" diyordum. Sonra beni evime götürdüler, harika bir yer. "Ingrid (Louise Visser) diye bir takım arkadaşın var, yarın o seni antrenmana götürecek" dediler. O zaman işte bir telefonum vardı, şarjı bitiyordu. Dedim şarja takayım, saati de kurayım geç kalmamak için. Bir baktım, gerizekalı yavru köpeğim o şarjı yemiş. Bayağı şarjım bitti, kapandı. Bir şey yiyeyim dedim, dolabı açtım, bomboş. Param var, bir şeyler alayım diyorum ama etrafta hiçbir şey yok. Öyle sabaha kadar oturdum, köpeği seve seve. Uyursam yandım çünkü. Bir yandan da "Ne yapıyorum ben, ne gerek var buna?" diyordum. Açlık, rezalet, sefalet… Sabah Ingrid geldi, beni antrenmana götürdü. Antrenman çıkışında "Beni bir markete götürür müsün?" dedim. Markette rafları devirecektim neredeyse. Bu arada bana bir araba hazırlıyorlardı. Lakin bulunduğumuz adanın bir sorunu var, arabaların hepsi vitesli, otomatik araba yok. Ben de vitesli kullanmayı bilmiyorum. Bir otomatik araba geldi, modifiye bir Corsa. İçinde mor ışık falan var. Tam Bağcılar Corsa'sı. Korkunç bir araba geldi, herkes bana bakıyor.

Ama sonrasında çok güzel dönemleriniz oldu. Tenerife'deyken zirveyi hedefleyen bir takımın en büyük yıldızlarından biriydiniz...

İki sene öncesinin Şampiyonlar Ligi şampiyonuydu zaten takım, bayağı iyiydi. Benim ilk sezonumda, 2006-2007'de Şampiyonlar Ligi'nde Final Four'a kaldık, üçüncü olduk. Ben üç senelik kontrat yapmıştım. Bahsettiğim iyi geçen ilk sezondan sonra bir arkadaşımız "Ben oynamayacağım" diye takımı bırakıp gitti. O olsaydı belki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu görebilirdik. Esas, biz adada olduğumuzdan birinci spor voleyboldu, ikinci spor basketboldu. Futbola çok ilgi yoktu. Bizim maçlarımıza her sene 1.500-1.600 kombine satılıyordu. Ben hayatımda ilk kez voleybol maçı için kombine satıldığını orada gördüm. Spor kültürü olan bir yerdi. İnsanlarla konuşmalarımdan şunu anladım: Olay senin yenip yenmemen değildi, orada sana destek vermekti. Kimsenin ağzından kötü bir laf çıkmazdı, herkes maçlara eğlenmeye, bir şeylere şahit olmaya, bir şeyleri paylaşmaya gelirdi. Ve çıkışta izdiham olmazdı, salondan kol kola çıkılırdı.

Peki neden üç sezon sonunda Türkiye'ye döndünüz? Kızınızın dünyaya gelişi mi etkiliydi bunda yoksa sportif bir karar mıydı?

Öncelikle, bildiğiniz gibi Avrupa'da 2008'de bir ekonomik kriz başlamıştı, sponsorlar yavaş yavaş çekildi. Ben yine de "Fark etmez ya, üç-beş kuruş kazanırız, kalırız" diye düşünüyordum. Orada kalmayı çok istiyordum. Ama o esnada kulüp başkanımız Quico Cabrera bağırsak kanseri oldu. Ve hızlı ilerleyen bir kanserdi. Bana "Nes, senden rica ediyorum, lütfen git. Benim çok fazla ömrüm kalmadı, hayattayken senin kâğıtlarını imzalayayım ve git. Çünkü ben gittikten sonra ne finansal anlamda ne kulüp anlamında burada muhatap biri olacak" dedi. Adam hakikaten her şeyi tek başına yapıyordu. Bunları söyledikten bir ay sonra rahmetli oldu ve ben de ayrılmak durumunda kaldım.

Bir röportajını gördüm, sizi gençken izlemeye başlamış. Hatta Yeşilyurt yıllarınızda transfer etmeye çalışmış...

Evet, gönül vermişti bu işe. Tek başına bir adada, çevresini kullanarak bir kulüp kurup o sponsorlardan aldığı paralarla Şampiyonlar Ligi şampiyonu bir takım meydana getirmişti. Saygı duyulması gereken bir insandı. Çok sevecen ve tatlıydı, bir baba figürüydü. Yani, hiç dönmek istememiştim aslında. O gittikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Buraya döndükten sonra Eczacıbaşı Vitra'nın altın döneminin liderlerinden biri oldunuz. 2011'de alınan üç kupa var. 2015'te gelen Şampiyonlar Ligi zaferi var, arkasından dünya şampiyonlukları… Nasıl bir dönemdi sizin için? Gülden Kuzubaşıoğlu ve Esra Gümüş Kırıcı'ya o yılların farkını sorduğumuzda "Biraz deliydik" dedi. Neyi kastediyorlardı?

Hakikaten öyleydik. Takımda iki-üç deli karakter vardı. Biri de bendim. Biz dedik ki bu yeni gelenleri içimize alalım, manyak manyak davranalım. Saçmalayalım ki "Bu gerizekalılar oynuyorsa benim işim kolay" desinler. Yani planlanmış bir şeydi. Mesela 2014-2015 sezonunda Jordan (Larson) gelmişti, böyle çok mesafeli, bizle takılmıyor falan başlarda. Geçerken öpücük atıyor, leşlik yapıyoruz. Çünkü o takıma o profesyonellik fazlaydı. Ondan sonra o da bizimle ne varoş hareketler yaptı… Yine örneğin antrenöre 1 Nisan şakası yapıyoruz. Eczacıbaşı sahaya milyonlar harcıyor, biz topuklu ayakkabıyla antrenmana giriyoruz. Sonrasında antrenör giyiyor bizim ayakkabıyı, o da manyak tabii. Öyle bir hava oluşmuştu ki bir noktadan sonra herkes "Beraber olalım" mantığına gelmişti.

Takım olmaktan çok bahsediyorsunuz. Hatta kızınızla ilgili "Bir takım sporu yapmasını çok isterim, insana çok şey öğretiyor" demiştiniz. Neden?

Voleybolu bıraktıktan sonra insan başka insanlar görüp tanımaya başlıyor. Kendi kendinize "Gerizekalı bu herhâlde, nasıl böyle düşünemez?" diyorsunuz. Şunu anlıyorsunuz, bir yerden sonra etrafınızda o kadar sizin gibi düşünen, çözüm odaklı insan varmış ki, saçma sorunlarla gelindiğinde garipsiyorsunuz. O kadar çok şey katmış bize. Mesela kızım Zeynep evde "Benim tişörtüm yok" diye panikliyor, "Olabilir, gel önce şuraya bakalım. Bulduk, sakin" diye yaklaşıyorsunuz hemen. O kriz yönetimi mükemmel oluyor çünkü takım sporlarında hep bir kriz var. Yaptığımız spor hata oyunu ve sürekli bir krizin içinden çıkmaya, daha az kriz yaşamaya çalışıyorsunuz.

"Hakikaten öyleydik. Takımda iki-üç deli karakter vardı. Biri de bendim. Biz dedik ki bu yeni gelenleri içimize alalım, manyak manyak davranalım."

"Hakikaten öyleydik. Takımda iki-üç deli karakter vardı. Biri de bendim. Biz dedik ki bu yeni gelenleri içimize alalım, manyak manyak davranalım."

Önce Şampiyonlar Ligi'ni, sonrasında da Dünya Kulüpler Şampiyonası'nı kazandığınız 2014-2015 sezonundan biraz daha bahsedelim. Neler yaşamıştınız o dönem?

Bethania de la Cruz vardı, Jordan Larson vardı, Maja Poljak vardı, bahsettiğim manyak takım mantalitesi vardı. Antrenörümüz Giovanni'ydi (Caprara). Tam bir 'ruh hastasıydı' ama çok da komikti. "Ben antrenörüm, oyuncuyla muhatap olmam" gibi bir şeyi yoktu. O da bizimle çay-kahve içerdi. Orada gereksiz konulardan söz ediyorduk ama saha içinde en ufak gevşekliğini görsün, hemen antrenmandan atardı. Çıkışta da kovduğu oyuncuyla kol kola salondan çıkardı. Onun yaptığı şey iş gereğiydi, kişisel almaman gerekirdi. "Sen konsantre değilsin ve benim antrenmanımı baltalıyorsun. O yüzden senin bu antrenmanda olmanı istemiyorum" gibi bakardı. Oyuncular da kaliteliydi ve egosuzdu. "Bu kadar zaman geçiriyoruz, mutluyuz. Şunu kupayla taçlandıralım, daha iyi vakit geçirelim" gibi bir bakış açımız vardı. Çünkü iyi antrenman yapıyorduk, iyi maç yapıyorduk, bunun karşılığı olmalıydı. Aynı hedefe kilitlenmek zaten budur. "İyi vakit geçiriyoruz, bu daha uzun sürsün. Seneye de bu antrenörle anlaşsınlar, seneye de aynı oyuncular kalsın. Yatırım devam etsin" diye düşünürsün. Takımda bir de acayip empati vardı. Böyle birbirimize bakıyor, "Yok bugün olmaz, bu boş bakıyor" diyorduk. Hani görüyorsun onu, uyandırmamız lazım. Atıyorum birimiz Gülden'e gidiyorduk, "Gelecek misin bugün?" diye dalga geçiyorduk. Sonra ikincisi gidiyordu, "Abi oynayacaksan oyna, başlayacağım ha" diye kızıyordu. Sonra diğerine de "Git anlayışlı bir şekilde şunun derdini dinle" diyorduk. Ondan sonra şey oluyor yani, üç farklı yöntem deniyorsun. Hangisi işe yararsa. Bunu bir kere deniyorsun. Ondan sonra onda neyin işe yaradığını biliyorsun. Sonuçta bu bir takım sporu. Birinin mükemmel olması maç kazandırmıyor, yanındakilerinin de en az senin kadar iyi olması lazım. Onları öyle tutabilmek için de onları anlaman lazım.

Ego kelimesini çok kullanıyorsunuz. Milli takımın 2000'ler sonu geçişinde de bir ego sorunu olduğundan bahsedilir. Neticede bir şöhret var. O süreçte sıkıntı çektiğiniz ekipler oldu mu?

Elbette oldu. İdare edemiyorsun yani. Sen de insan olarak bir yerden patlak veriyorsun. Kavga anlamında değil ama kendi egona yenildiğin zamanlar da oluyor. Böyle takımlarda da oynadık. Evet, yatırımlar yapılmaya başlandı ve biz bir anda daha fazla para kazanmaya başladık. Kendimizi bir anda bir şey zannettik. Yabancı oyuncular geldi, bütün prestijli turnuvalara gidiyoruz. Her yerdeyiz, bizden bahsediliyor… Kaprisler başladı. Milli takıma çağırıyorlar, "Abi biz bu otelde kalmayız, başka otelde kalalım" deniyor. Başta söylediğim iyi/kötü eleştiri var ya, önümüzdeki çapakları toparlayamadık onu bilmediğimiz için. Belki de orada öğrendik. İki senelik bir duraklama dönemi oldu. Bir şey mi kazanmak istiyorsun? Bunun senin hangi otelde kaldığınla, kiminle arkadaş olduğunla bir alakası yok. Disiplinli çalışmanla, motivasyonunla alakası var. Sen zaten bunu sağlamazsan, kimsenin umrunda değilsin ki. Sen bu yüzden buradasın. İstediğin kadar kapris yap, esas sahada konuşacaksın. Bunu öğrendik biz. Ondan sonra aklımız başımıza geldi zaten olimpiyatla.

2012'deki olimpiyatla birlikte hem takım olarak hem de bireysel olarak en büyük rüyalarınızdan birini gerçekleştirdiniz, öyle değil mi?

Aynen, çünkü hiçbir takım sporunda daha önce olimpiyata katılmamıştık. Bizden sonra da kadın basketbol takımımız katıldı. Tarihimizin en kalabalık kafilesiyle gittik Londra'ya. Çok gurur vericiydi, çok güzeldi. Londra'da olması, kişisel olarak açılışta bayrağı taşımam...

"Tarihimizin en kalabalık kafilesiyle gittik Londra'ya. Çok gurur vericiydi, çok güzeldi. Londra'da olması, kişisel olarak açılışta bayrağı taşımam..."

"Tarihimizin en kalabalık kafilesiyle gittik Londra'ya. Çok gurur vericiydi, çok güzeldi. Londra'da olması, kişisel olarak açılışta bayrağı taşımam..."

Röportaj öncesi o takımdan da arkadaşınız olan Gözde Kırdar'a "Nasıl sahaya çıkar, ritüeli var mıdır?" diye sorduk. "Bir ritüeli yoktur, çok komiktir. Çıkar oynar, en iyisini yapar" dedi. O nasıl bir kafa yapısı? Çünkü sahadaki lakabınız Demir Leydi...

Sahada içimden başka bir şey çıkıyor herhâlde. Bir de bizde rakiple temas yok ya, karşıya kazanma isteğini öyle gösterebiliyorsun. Voleybolda psikoloji çok önemlidir, o üstünlüğü de kurmak zorundasın. Rakiple sadece göz göze gelebiliyorsun, başka bir şey yapamıyorsun. Orada senin yüzünde korku görürse, takım arkadaşın da oyunu bırakabilir.

Çok stres altında olduğunuz anlar da oldu. Mesela 2016 Dünya Kulüpler Şampiyonası Finali'nin son bölümünde oyuna girdiniz ve en kritik anlarda rol aldınız. Nasıl başa çıktınız o stresle?

O sezon bir Rüya Takım kuruldu, dünya çapında sporcular geldi. Barcelona gibiydik. Fakat sezon başlamadan bir idman yapıyoruz, yıldız takım yener bizi. Öyle Dünya Kulüpler Şampiyonası'na gittik. Fakat ilginç bir şey oldu, maçlar başladı, bizim takım takır takır.... En büyük rakibimiz VakıfBank'ı yarı finalde yenip finale kaldık. Finalde de karşımızda Pomi Casalmaggiore var, grupta 3-0'la rahat geçtiğimiz bir İtalyan takımı. Final bir başladı, oyun dengede. Bizde herkesin suratı bembeyaz. Dördüncü set sonrası, durum 2-2 oldu. Kendimizi yırtıyoruz kenarda. Benim yerime oynayan Tijana Boskovic var, servis kaçırmaya başladı. Ben de dördüncü sette "Boskovic'in yerine girip servis atmalıyım" dedim. Kenarda benimle dalga geçiyorlar "Reddedildin, reddedildin, reddedildin" diye. Beşinci set geldi, Boskovic yine kaçırdı servisi. 10'a 8 öne geçtiler galiba.

Antrenör beni çağırdı. Orada kenara bakıp herkesle helalleştim. Bacaklarım titremeye başladı, dört settir kenardayım. İlk serviste "Ben şunu içeri atayım da sonra atamadı demesinler" dedim. Smaç servis attım ama çok abanmadım. Oyun gitti geldi, topu öldürdük ve skor 10-10 oldu. Sonra servisi biraz daha sertleştirdim. Yine aldık. Arkasından bir şansımı deneyeyim dedim, belki sayı olur diye.

Bu arada bacaklarım titriyor ve etrafımda olan şeylerden haberim yok. Top var, ben varım, o kadar. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Kim vurdu, kim sayıyı yaptı hatırlamıyorum. Sonra kalktım, bam diye bir servis attım, sayı oldu. 12-10 öne geçtik. Mola aldı antrenör. O an takım da inanmaya başladı. "Bu gelip hemen yaptıysa biz de yaparız" mantığı oluştu. İnsanların yüzündeki inancı gördüm. Sonrasında da seti 15-11 aldık ve bir kez daha dünya şampiyonu olduk.

O anla ilgili konuşurken "Cesur olmasanız bile öyleymiş gibi davranın, insanlar farkı anlamıyor" demiştiniz bir yerde.

Gerçekten de öyle. Ben bunun örneğini çok gördüm hayatım boyunca.

Peki Eczabaşıbaşı'ndaki yıllardan sonra kariyerinizi Galatasaray ile bitirme sebebiniz neydi? Son sezonunuzda neden böyle bir karar aldınız?

Aslında direkt bir sebebi yok. Galatasaray büyük, güzel bir camia. Aynı zamanda, futbol takımı olan bir spor kulübünde oynamayı da hep istemişimdir. Bu Galatasaray oldu. Beraber büyüdüğüm arkadaşlarım oradaydı. Ve şunu gördüm, futbol seyircisi gerçekten çok enteresan, orada çok önemli maçlarda oynuyorsun ama bu kimsenin umurunda değil. Fakat Fenerbahçe'yi bir yeniyorsun, insanlar çıldırıyor. Şampiyonlar Ligi'nde Final Four'a kalmışsın ama birçok taraftar için daha önemli olan şey "Derbide kazandık mı?" sorusu oluyor. O ilginçti ve benim için değişik bir tecrübeydi.

Ha bir yandan da o kararda kızımın etkisi oldu. Eczacıbaşı'ndaki son senemde takvimim yoğundu. Kızım da hep "Yarın antrenman var mı anne?" diye soruyordu. Evet, diyordum. "Galatasaray'da oynasan Ataman Abi (Güneyligil) bu kadar antrenman yaptırmaz, uyurdun sabah" diyordu. En sonunda imzaladım. Sezon başladı, dedim "Zeynep, hani? Yarın yine antrenman var, yine kamp var. Verdiğin sözler nerede?" demeye başladım, "Ee, olacak o kadar" falan diyordu.

Vedanızla başladık, kariyerinize döndük. Şimdi genel bir soru daha sormak istiyoruz. Geriye dönüp bakınca "Ben şunları yaptım" veya "Şu mirası bıraktım" diye düşünüyor musunuz hiç?

Beni tanıyan son kişi de ölünce var olmamış olacağım. Öyle bir gerçek var. Beni en son tanıyan kim olabilir, kızımın çocuğu öldükten sonra hiç varolmamış olacağım mesela. Neyin mirası? Kime ne mirası bırakayım? Voleybol şu an yeryüzünden silinse, toplasan bin kişi üzülür. O yüzden "Aman da öyle yaptım, böyle yaptım" falan çok doğru değil. Ama insanlar öyle artık, ben anlayamıyorum. Kendilerini o kadar iyi satıyorlar, o kadar ciddiye alıyorlar ki… Evet, hepimiz bir şeyler yapıyoruz ama sana karşındakinin bunu söylemesi daha iyi değil mi? Ben hiç anlatamam mesela, o satanlara da hem sinir olurum hem de onları kıskanırım.

"Hepimiz bir şeyler yapıyoruz ama sana karşındakinin bunu söylemesi daha iyi değil mi? Ben hiç anlatamam mesela..."

"Hepimiz bir şeyler yapıyoruz ama sana karşındakinin bunu söylemesi daha iyi değil mi? Ben hiç anlatamam mesela..."

Zaten son maçınızın ardından mikrofonlara "Geriye ne bıraktınız" sorusuna "Bir diz, iki omuz, iki bilek" cevabını verdiniz.

Başka bir şey kalmıyor maalesef. Gerçekten, kimsenin umurunda olmadığımızı ve kendimizi bu kadar büyütmememiz gerektiğini düşünüyorum. "Ben, ben, ben…" Seninle hiçbir şeyin alakası yok, sen sadece bir kum tanesisin. Gelip geçen, oradan oraya savrulan… "Bana onu yaptılar, bana şunu yaptılar." Ya bir düşün, sana onu niye yaptılar? Hep mağdurluk var. Bunu en çok gençlerde görüyorum, "Benim hakkım yeniyor" diyorlar.

Bir şeylere söylenmeden önce kendimize bakmamız gerekiyor. Çok kolay yoksa vazgeçebilmek bu coğrafyada. Kimse de "Niye vazgeçtin?" demez. Onun için önce kendinden başlaman gerek, önce kendi hareketlerine dikkat edeceksin.

O kadar da önemli değiliz yani. Kimsenin bize değer vermesine gerek yok. Önce kendine değer verdiğin zaman etraf daha güzel oluyor. Ama biz kendine değer vermeyi de karıştırıyoruz bazen. Mühim olan, kendin için bir şeyler yapmak. Mesela bir dil öğrenmek ama bunu havasını atmak için değil, kendin için öğrenmek....

Sürekli insanların hislerimizi anlamadığından şikâyet ediyoruz. Fakat başta biz kendimizi anlamıyoruz ki. Önce kendini anlaman lazım. Ben buna uğraşıyorum hâlâ.

Socrates Dergi