
Kusursuz Denge
19 dk
Euro 2020 şampiyonu İtalya, kendine has bir takımdı. Roberto Mancini, farklı parçaları harmanlarken günümüz gerçeklerini geçmişteki doğrularla birleştirdi ve bu yoldan bir Avrupa şampiyonu çıktı.
"Yirmi yıldır Pep Guardiola'yı takip ettik ve bu bir yanılgıydı. Oysa Guardiola bir istisnaydı, onun futbolu herkese göre değildi. O Barcelona'nın oynadığı oyun için Iniesta, Xavi ve Messi'ye sahip olmalıydınız. Oynadıkları yapı onlara hastı ama biz bu oyundan etkilenip herkesin oynayabileceğini sandık" demişti Massimiliano Allegri. Haksız sayılmazdı. İtalyan futbolu kırk yılı aşkın bir süre mükemmel savunma örnekleri sunmuş, beraberinde kusursuz savunmacılar yetiştirmişti. Fakat dünya değişiyor, futboldaki bazı kimlikler yok oluyordu. Ve Pep Guardiola'nın 2010'lu yıllarda bir kez daha dünya futboluna sunduğu topa sahip olma oyunu, birçok elit kulübün yol haritasına dönüşüyordu.
Ancak bu yol kusursuz değildi. Dünya üzerindeki hemen her büyük kulübün topa sahip olma oyununu oynamaya başlaması, bu oyunu oynayacak kaliteye sahip olmayan takımların topla ilişkilerini kesmelerine ve kapalı savunma örnekleri sunmalarına neden olmuştu. 2010'ların başında bu oyun yapısıyla skor kapasitesini zirveye çıkaran takımlar, onyılın sonuna gelindiğinde üretkenlik problemiyle karşı karşıya kalmıştı. Topa daha fazla sahip olmak, daha fazla üretim sorunu anlamına geliyordu. Dar bölgelere sıkışan oyun geniş alanlara hasretti ve topun sahipsiz kaldığı geçiş hücumlarının değeri artıyordu.
Bu değişim, milli takımlar seviyesinde de kendine yer buldu. En fazla yedi maç oynayabileceğiniz bir turnuvada oynaması meşakkatli bir oyunu mükemmelleştirmeye çalışmak hiç kolay değildi. Dahası, bu oyunu oynadığınızda sonuç alacağınızın garantisi de yoktu. Mükemmel oyunculardan kurulu, kusursuz bir topa sahip olma takımı yaratabilir ancak yine de sonuç alamayabilirdiniz. Zira turnuvaya maç maç bakan takımlar, geçmişe göre çok daha iyi savunma yapıyor ve size istediğiniz alanları tanımıyordu. Bu yüzden kısıtlı bir sürede topa sahip olmayı denemekten ziyade, savunmanızı güçlendirip geçiş oyunlarını kovalamak mantıklı bir fikir gibi geliyordu. Aslında mantıklıydı da. En azından ilk golü yiyene kadar…
Üretkenliği ana planı yapmayan takımların başarı kıstası sıklıkla tekdüzedir: Şampiyon olduysanız başarılı, şampiyon olamadıysanız başarısız sayılırsınız. Örneğin 2018 Dünya Kupası Şampiyonu Fransa, başarılı bir takımdı. Evet, sahaya büyük bir anafikir koymamışlardı. Hatta sıkıcı denilebilecek bir oyuna sahiplerdi. Ama şampiyon olmuşlardı. Ve eleştirilecek bir yanları kalmamıştı. Fakat son 16 turunda elenen Fransa, başarısız bir takımdı. Çünkü sahaya büyük bir anafikir koyamamışlardı. Hatta aradan geçen üç seneye rağmen sıkıcı denebilecek oyunları devam etmişti. Ve artık şampiyon değillerdi. Yani eleştirilecek birçok yanları vardı.
Euro 2020, bu ve benzeri birçok nedenden dolayı son yıllarda futbolun bize bıraktığı temel öğretilerin vizyona çıktığı bir turnuva oldu. İspanya gibi topa mı sahip olmak istiyorsunuz? O zaman üretkenlik problemi çekmeye ve kapalı savunmaları açmakta zorlanmaya hazır olun. Ve unutmayın, savunma arkasında geniş alanlar bıraktığınız anlarda gol yeme ihtimaliniz artabilir. Kale önünde debelenmek ilginizi çekmedi mi? Peki, o zaman sizi Fransa ve Portekiz modeli ile tanıştıralım. Savunmanızı ana gücünüz yapabilir ve geçişleri kovalayabilirsiniz. Ama unutmayın, futbolda hiç beklemediğiniz bir anda gol yiyebilir ve sürpriz şekilde turnuvaya veda edebilirsiniz. "Bunun bir arası yok mu?" dediğinizi duyar gibiyim. Evet, var. Karşınızda; gerektiği kadar topa sahip olan, savunmasından ödün vermeyen ve hemen her oyuna cevabı olan son Avrupa şampiyonu İtalya.
İdeal Kadro
Fransa, yıldızlar karmasıydı. Belçika'da De Bruyne ve Lukaku'nun varlığı 'yıldız' tartışmasına nokta koyuyordu. İngiltere, Premier Lig'in en gözde hücum oyuncusuna sahipken son Avrupa şampiyonu Portekiz, Ruben Dias ve Bruno Fernandes eklemeleri ile başka bir seviyeye çıkmıştı. İtalya ise… İtalya'nın çok parlak bir yıldızı yoktu. Evet, Marco Verratti dünyanın en iyi birkaç orta sahasından biriydi. Ama turnuva başında yaşadığı sakatlıklar, onun star ışığını köreltmişti. Ciro Immobile, son iki Serie A sezonunda 56 gol atmıştı fakat dar alanlarda sorunlar yaşadığı gözlerden kaçmıyordu. Lorenzo Insigne ise Napoli tarihinin en golcü dördüncü oyuncusu olabilirdi ama saha içinde yaşadığı kopmalar onu elit seviyeye bir türlü çıkaramamıştı.
Kısacası, İtalya oldukça yetenekli oyunculardan oluşan bir takımdı ama keskin bir süperstarları yoktu. Ancak bu büyük bir sorun değildi. Tamam, belki Fransa gibi beş farklı dünya yıldızı onlar için oynamıyordu fakat her bölge için ideal oyunculardan kurulu bir yapıları vardı. Ve bu ideal sistemin başında 4-3-3'ün üçlü orta sahası geliyordu. Savunma önünde, topa sahip olma oyunu oynayabilmek için en ideal isimlerden Jorginho; pres ve geçiş oyununun olmazsa olması Barella ve yaratıcılığın merkezi Verratti.
Pas kalitesi, teknik, yoğunluk ve yaratıcılık. Bir teknik direktör orta sahasından ne talep etmek isterse, İtalya orta sahası bütün talepleri karşılayabilecek ve hatta kimi departmanlarda bu istekleri en iyi şekilde tamamlayabilecek isimlerden kuruluydu. Jorginho, Barella, Verratti üçlüsünün bariz hiçbir eksiği yoktu ama çok belirgin artıları vardı. Ne de olsa hiçbir takım şans eseri turnuvanın en çok pas yapan, en çok karşı pres uygulayan ve en çok kilit pas yapan üç farklı orta sahasına birden sahip olamazdı. Ve İtalya'nın sahip olduğu bu ideal lüks, turnuvadaki diğer takımlardan farklılaşmasına neden oldu. Öyle ki Roberto Mancini'nin öğrencilerini izlerken bilinirlik hissini yaşamak çok kolay değildi.

Roberto Mancini
İtalyanlar, Türkiye gibi geriden pasla çıkma sorunları yaşayan bir takıma karşı önde baskı yapabilir ve topa yüzde 65 ile sahip olabilirdi. Zira Locatelli, Barella ve Jorginho orta sahası kaleciye kadar pres yapabilen ve mahir ayakları ile kazanılan topları rahatlıkla muhafaza edebilecek oyunculardı. Veya İspanya gibi tam tersi senaryolara karşı topu rakibe bırakma lüksleri de bulunuyordu. Çünkü hem dripling kabiliyeti yüksek oyunculara hem de geniş alandaki boşlukları uzun toplarla değerlendirebilecek stoperlere sahiplerdi. Chiellini ve Bonucci, birkaç ters topla Avusturya savunmasının dengesini bozabilir, Chiesa ve Insigne, Belçika maçında olduğu gibi geniş alanları kısa sürelerde kat edebilirdi. Kısacası Mavilerin hangi maçta hangi yapıyla sahada olacağı tamamen ellerinde olan bir tercihti. Ve bu tercih, belki de onları rakiplerinden ayıran en belirgin özelliklerin başında geliyordu.
Uzun Toplar
Geriden pasla çıkmaya çalışmak son yıllarda topa sahip olmak isteyen takımlarda görmeye hayli alışkın olduğumuz bir düzen. Teknik direktörlerin bu düzeni tercih etmelerinde iki sebep var. Birinci ve basit neden, antrenörlerin kazanılması zor olan hava toplarını kovalamaktan ziyade, ceza sahasında paslaşarak topun kendi takımlarında kalmasını istemesi. İkinci ve İtalya'nın ağırlıklı olarak kullandığı sebebin altında ise rakibi baskıya davet edip ikinci bölgede geniş alanlar bulabilme fikri yatıyor.
Görece meşakkatli bu düzende amaç; rakip hücum hattının, topa sahip olan takımın savunma hattı ile bire bir eşleşmesi sonucunda ortaya çıkan hatlar arası boşlukları değerlendirmek. Fakat bu fikri saha içinde uygulayıp baskıdan rahat bir şekilde çıkabilmek için önemli kriterlere ihtiyacınız var: Derine inen hücumcular, geniş alanları kullanabilecek kanatlar ve uzun topta isabet bulabilecek savunma oyuncuları. Evet, doğru bildiniz. İtalya, bu üç farklı talebi de karşılayan oyunculara sahipti. Lorenzo Insigne bağlantı için kanattan merkeze gelerek pas opsiyonu oluşturabilir; boş alanlara koşu atan Immobile ve Spinazzola, Chiellini ve Bonucci ikilisinin attığı uzun toplarla geniş bölgelerde etkili olabilirdi.

Bu yapıyı Belçika ve Avusturya maçlarında kullanan Maviler, yüksek pres yapan rakiplerinin hücum ve savunma arasındaki hatlarını genişletip yalnızca birkaç pasla yarı sahada direkt hücuma geçiş yapabilmişti. Kısacası, geriden pasla çıkmak için aksiyon alan Mancini'nin öğrencileri, aynı zamanda saniyeler içerisinde rakip kaleye gidecek kadar hızlı bir oyuna da sahipti.
Tüm bu artılara rağmen takımın uzun toplarla olan etkinliği kale önündeki birkaç aksiyondan ibaret sayılmazdı. Derin blokta iyi şekilde kapanan takımlara karşı sete oturan İtalya, rakip hattın dengesini bozmak için maç içerisinde pek çok kez kanat değiştirmiş ve ceza sahası içine uzun vurarak ikinci topları kovalamayı ihmal etmemişti. Yıllar yılı İtalyan savunmacılarının ayaklarında saf bir yetenek olarak duran uzun top meziyeti, Avrupa şampiyonu İtalya'nın hem baskıdan çıkma enstrümanı hem de birincil hücum tehdidi olmuş ve Mancini'nin elinde devasa bir cevhere dönüşmüştü.
3-2-5 ve Spinazzola
Hemen her büyük spor organizasyonu -her ne kadar böyle bir endişe taşımasalar da- arkasında derin öğretiler bırakabilir. Bir NBA finalinde oynanan seti, normal sezon maçlarında idrak edemeyebilir veya 38 haftalık Premier Lig sezonunda gördüğünüz yapıları Dünya Kupası'nda gördüğünüzde gereğinden fazla etkilenebilirsiniz. Euro 2020, her turnuva gibi bir anlatıya sahip olduğu için sıradan ancak anlatı sıklığı ve çeşitliliğinden dolayı kendine has bir turnuvaydı. Kanat bekleri, beşli hücum hatları, maç maç üçlü savunmaya dönen takımlar, ters ayaklı bekler, duran topların önemi, sağlam bir ana plana sahip olma şartı… Euro 2020'de tanık olduğumuz birçok farklı detayın karşılığını sıradan bir hafta sonunda görebiliyorduk, doğru. Ancak yine de kısa sürede bu sistemleri tecrübe etmek kesinlikle farklı bir deneyimdi.
Artık gözlerimizin aşina olduğu ama milli takımlarda izlemesi keyif veren sistemlerin başında ise İtalya'nın 3-2-5'i geliyordu. Çok uzun yıllar boyunca üçlü savunmayı kılavuzu yapmış Maviler, Euro 2012'deki Cesare Prandelli'nin 4-4-2'sinden sonra ilk kez bir Avrupa şampiyonasına dörtlü savunma ile başlayacaktı. Ancak bu dörtlü savunma, takımın doksan dakika boyunca geride dört kişilik bir hat ile bekleyeceği anlamına gelmiyordu. İtalya'nın topa sahip olduğu süreç içerisinde savunmacı bek Giovanni Di Lorenzo'yu sağ bekten iki stoperin yanına eklemlendiren Roberto Mancini, aynı esnada bindirmeleri ve ortalarıyla turnuvaya damga vuran Leonardo Spinazzola'yı önündeki geniş alanı kullanması için hücum hattına ilave ederek beşli bir hücum hattı oluşturmuştu. Bu yapı, hem günümüzde sıklıkla gördüğümüz 3-2-5'in ortaya çıkması hem de sistemdeki her oyuncunun en iyi oyununu icra etmesi için doğru alanın oluştuğu anlamına geliyordu.

Giorgio Chiellini ve Leonardo Bonucci
Savunma geri dönüşlerinde sıkıntı yaşayabilecek Spinazzola driplingleriyle daha fazla hücuma konsantre olabilecek, kariyerinde uzun yıllar sol bekte oynamış Chiellini, önünde oluşan geniş alanı topla birlikte geçebilecekti. Böylece sol kanattan sağ ayağı ile hücum aksiyonlarına katılan Spinazzola, daha geniş açıyla orta açıp ters kanatta ceza sahası içinde oldukça bitirici Federico Chiesa'yı besleyecek ve sol stoper Chiellini, derin bloktaki takımlara karşı iç koridoru kullanarak sayısal üstünlük yaratacaktı.
Ancak Mancini'nin sol bekte ters ayaklı bir oyuncuyu tercih etmesinin getirileri, yalnızca bunlarla sınırlı değildi. Belçika maçındaki iç koridor kullanımı ve İngiltere maçındaki sahte 9 performansı ile adından iyice söz ettiren Lorenzo Insigne, Spinazzola'nın sol kanadı tamamen himaye altına almasıyla birlikte en güçlü silahını optimum şekilde gösterebiliyor ve sol kanattan içeri veya derine inerek geniş alanlarda buluştuğu topları rakip kalede tamamlayabiliyordu.
Roberto Mancini, 3-2-5'e başvurarak günümüzün en sık kullanılan sistemini uygulayanlar arasına girerken, kendi oyuncuları için en uygun reçeteyi bulmayı başarmıştı. İtalya, turnuvanın ilk maçından bu yana topa sahip olduğu anlarda klasikleşmiş üçlü savunması ile oynamaya devam ediyor ve üstüne üstlük pas oyunu ile sette harikalar yaratabiliyordu. Dahası, yeri geldiğinde uzun oynayarak rakip yarı sahada ikinci top kovalayabiliyor ve kontrataklarla etkili olabiliyordu. 56 yaşındaki teknik adam, milli takımına günümüz futbolunun dinamiklerini aşılamayı başarmış ve bunu yaparken ülke futbolunun geleneklerini ihmal etmemişti.
Bu yüzden yıllar sonra dönüp baktığımızda, geleneksel ama bir o kadar da yeni fikirlerle bezenmiş İtalya'yı 2004 Yunanistan, 2008 İspanya veya 2014 Almanya gibi kendine özgü kimlikler üzerinden tanımlayamayacağız. Evet, topa sahip olmayı seviyorlardı. Ama buna mecbur değillerdi. Gerektiğinde topu rakiplerine bırakarak kontrataklarla etkili olabilir veya geleneksel savunmaları ile rakiplerini durdurabilirlerdi. Mancini'nin turnuva boyunca öne çıkan süperstarı yoktu. Ama parlak isimlere sahip olmak zorunda değildi. Kurduğu dengeli yapı, turnuvanın gerçek süperstarıydı. Bir ayın sonunda bariz hiçbir eksiği olmayan Maviler, tarihe adını altın harflerle yazdırırken yıllar sonra anımsanmak için belki de en doğru kimliğe sahipti. Dengeye. Kusursuz bir dengeye…