Kusursuz İnsan

9 dk

Bisiklet, dans, şiir, sinema, caz... Yanlışlıkla Rönesans'tan 500 yıl sonra dünyaya gelen Jorgen Leth, Socrates'e konuştu.

Danimarkalı yönetmen Lars von Trier, 2000'de Jorgen Leth'e bir mektup yazar ve ustası olarak gördüğü yönetmenden meşhur filmi The Perfect Human'ı yeniden çekmesini ister. Trier bu filmi yüzlerce kez gördüğünü, her karesini ezbere bildiğini söyler ama yapmak istediği şey bunu paramparça etmektir. Leth'in önüne engeller koyacak, aynı filmi beş farklı şekilde çekmesini isteyecektir. Sonunda da bu süreç film haline gelecektir. O film, Beş Engel olur.

İlk başta bu teklifi düşünmek isteyen Leth, kısa sürede "Evet" cevabını verir: Neden? Kendisinden dinleyelim: "Filmin adındaki 'engel' (benspænd) futbol terminolojisinden aldığımız bir kelimeydi. Bir zamanlar Danimarkalı büyük futbolcu Michael Laudrup üzerine film yapmıştım. Sahada yaptığı beklenmedik hareketlerle herkesi şaşırtan bir virtüözdü. Savunmaları kendisine çekiyor, sert oyunu davet ediyor, düşmekten ve sakatlanmaktan zarif bir şekilde kaçınıyordu. Michael Laudrup rol modelim oldu. Lars'ın bütün kirli müdahelelerini üzerimde uygulamasına ve hayatımı zorlaştırmasına izin verdim."

Şimdilerde 78 yaşında olan Jorgen Leth, cazdan bahsederken bir anda bisiklete geçebilen, antropolojiden söz ederken lafı tiyatroya getirebilen biri. Onu genç yönetmenlerin ilham kaynağı haline getiren kariyerinde bisiklet tarihine damga vuran belgeseller de yer alıyor. Sadece bu da değil. Leth, bir yandan şiir yazıyor, bir yandan caz konserleri veriyor ve hepsinin yanında uzun yıllardır Danimarka televizyonu için bisiklet yorumculuğu yapıyor. Yani, gerçek bir Rönesans adamı. Bu yüzden telefonunu çaldık. Yeni filmini çektiği ve bir hâyli meşgul olduğu Kopenhag'da ahizeyi kaldırdı, sorularımızı yanıtladı.

Danimarkalı eski bisikletçi Ralf Sörensen ile yazdığınız kitabın adı Beauty Lies in Repetition. Kitabın isminde de dediği gibi sizce de güzellik tekerrürden mi doğar?

Yinelenen şeyleri severim. Mesele Fransa Bisiklet Turu'nun peyzajı. Pireneler ve Alplere gidilir. Mont Ventoux, Col du Tourmalet, Col du Galibier gibi tırmanışlar da çoğu zaman yinelenir. Yaratıcılığın, cesaretin sergilendiği o yarışların arka planında her sene tekrar eden dağlar vardır.

Bu yinelemelere bisiklet gibi hayattaki bir başka tutkunuz olan müzikte de rastlayabiliriz. Müzikle bisiklet arasında ortak noktalar var mı? Ritim, yineleme, doğaçlama gibi...

Kesinlikle. Hemen hepsi, ikisinde de rastlanan şeyler. Özellikle doğaçlamanın rolü çok mühimdir. Bu yüzden gözüpek, risk almaktan çekinmeyen, cesur bisikletçileri izlemek her zaman ilgimi çeker. Mesela Nairo Quintana'nın bu seneki Alpe d'Huez etabında yaptıkları buna bir örnek.

Dilerseniz geçmişe dönelim. Yirmili yaşlarınızda Danimarka'nın önemli gazetelerinde çalışmaya, caz, bisiklet, sinema ve dans üzerine yazmaya başladınız. Bütün bu alanları birleştirmek zor muydu?

Caz her zaman tutkumdu. Erken yaşlarda kulüplere gitmeye ve deneyimlerimi yazmaya başladım. Kopenhag'da Miles Davis, John Coltrane, Duke Ellington, Thelonious Monk, Bill Evans, Bud Powell gibi caz efsanelerini kanlı canlı görme fırsatım oldu. 22 yaşındayken büyük gazetelerden Aktuelt bana caz yazmam için bir köşe verdi. Bunun yanında tiyatro ve gezi yazıları kaleme alıyordum. 1964'te bir başka büyük gazete Politiken bana teklifte bulundu. Deneysel tiyatro ile ilgilenmeye başlamıştım ve Stockholm'de o dönemler Amerikalı Living Theater grubu vardı. Bu sayede sanatın farklı figürleriyle tanışma şansım oldu. Derken şiir kitaplarım basıldı ve caz piyanisti Bud Powell üzerine bir film çektim.

Peki ya bisikletle ilk tanışma?

Amcam bir zamanlar Aarhus velodromunun yöneticileri arasındaydı ve o sıralar küçük bir çocuk olarak okula yeni başlayan beni yarışlara davet etmişti. Dönemin büyük sprinterleri arasında yer alan Reginald Harris, Joseph Scherens, Arie van Vliet, Jan Derksen gibi bisikletçilerle tanışmam bu sayede oldu. Onların imzalı fotoğraflarını aldım ve yüzleri bir daha hafızamdan silinmedi.

Paris-Roubaix üzerine çektiğiniz A Sunday in the Hell (1976) birçok nesle ilham kaynağı oldu. En başta, neden bu yarışı seçtiniz?

Bir yönetmen olarak her zaman kendime farklı engeller koymayı, sürekli yeni kurallar oluşturmayı, sınırlar arasında yaratıcılığımı konuşturmayı severim. Bu belgeseli yapmak da çok zordu, zira Paris-Roubaix her zaman pek çok zorluğu içinde barındıran, sürekli beklenmeyen, yeni şeylerin yaşandığı yarışlar arasındadır. Kişisel olarak bisiklet takvimindeki en dramatik yarışın filmini yapmak istemiştim. Paris-Roubaix bir yarış olarak her zaman bisikletçilere yeni engeller çıkarmasıyla meşhurdur ve her zaman çok güzeldir.

Belgeselin açılışında dönemin ve belki de bütün bisiklet tarihinin en etkileyici isimlerinden ikisini görüyoruz: Eddy Merckx ve Roger de Vlaeminck. Fakat onların klasik bir portresini yapmak yerine farklı yüzlerini gösteriyorsunuz. İkisi de bisikletlerinin teknik detaylarıyla uğraşırken, takım çalışanlarıyla konuşurken ve en ince ayarları hallederken perdeye geliyor. Neden bu sahnelerle başlamayı seçtiniz?

Teknik detaylar kişisel olarak çok ilgimi çekmez. Yani, sürekli teknik üzerine konuşan bir nerd değilim. Daha çok sinemada tekniğin yarattığı imgelerle ilgilenirim. Ve bir yandan da sinemada en olağan, en beklenen görüntüleri yaratmaktan kaçınırım. Bu yüzden filmin başında farklı bir yöne gitmek istemiştim. Bisikletçilere spor fotoğrafçılarının baktığı yerden bakmak istemedim, onları bir karmaşıklığın içinde yansıtmaya çalıştım. Zira bisikletçilerin tekniğe duydukları ilgi, detaylara verdikleri önem, benim esas dikkatimi çeken şeyler. Dediğim gibi; bisikletin teknik kısmından anlamam ama bisikletçilerin mekanikerleriyle çalışmalarına bakmaktan, yaptıkları ayarları izlemekten büyülenirim.

Kariyerinizdeki bir başka ünlü bisiklet belgeseli de 1973'te çektiğiniz Stars and Watercarriers. Yarışlarda takım liderleri için çalışan domestiklerin bisikletteki rolüne nasıl bakıyorsunuz?

Bisiklette hizmetçilerin, su taşıyıcılarının rolünü kavramak mühimdir. Kişisel olarak domestiklere hayranım. Mesela son Fransa Bisiklet Turu'nda Lotto-Soudal'da Danimarkalı bisikletçi Lars Bak'ın yaptıkları harikaydı. Bu adamların, yeteneklerini başkalarının hizmetine sunmaları saygı duyulası bir şey. Bu yüzden yorumcu koltuğundayken bu detaylardan bahsetmeye çalışıyorum. Bir yandan da Danimarka televizyonunda yarışları seyreden bazı seyircilerin yorumlarını aptalca buluyorum. Özellikle Danimarkalı domestiklerden çok şeyler bekleniyor, yarış kazanmaları isteniyor. Bence bu çok büyük bir aldanma. Yeteneklerini yıldızların hizmetine sunan bu adamlardan zafer beklemek delilik.

Son dönemde bisikletin popüler yanlarından biri de saat rekoru. 1975'te Danimarkalı bisikletçi Ole Ritter'in saat rekoru denemesi üzerine The Impossible Hour filmini çekmiştiniz. Bu deneyim hâlâ ilginizi çekiyor mu?

Evet, bilhassa Francesco Moser'in denemesinden sonra saat rekoru saygınlığını kaybetmişti. Fakat Bradley Wiggins sayesinde yeniden gündeme oturdu. Şimdi herkes Wiggins'in rekorunu kırmayı kimin deneyeceğini konuşuyor. Belki Tony Martin. Fabian Cancellara'yı da çok severim lakin onun zamanının geçtiğini düşünüyorum. Cancellara aynı zamanda Wiggins'in rekorunu geçemeyeceğini bilecek kadar zeki ve umutsuz bir denemenin pençesine düşmek istemiyor.

Bir bisiklet romantiği misiniz? Doping, bunu öldürdü mü?

Evet, bir bisiklet romantiğiyim ve hayır, doping bisikletçilere duyduğum hayranlığı etkilemedi. Bence, bu hâlâ çok güzel bir spor. Günümüzde insanların bisikletin kötü yanlarına kafayı çok fazla taktığını düşünüyorum. Benim için, doping sadece bir detay. Küçümsemeye ya da kimseyi temize çıkarmaya çalışmıyorum fakat dopingin neden bisiklette bu kadar yaygın olduğunu da bir yandan anlayabiliyorum.

Danimarka'nın tek Fransa Bisiklet Turu şampiyonu (1996) Bjarne Riis'in doping itiraflarını nasıl karşılamıştınız?

Onun itiraflarını ve apoletlerinin sökülüşünü izlemek acı vericiydi. Lakin bisikleti bıraktıktan sonra çizdiği kariyeri başarılı. Bugünlerde o, Danimarka televizyonunun çok sevilen bisiklet profesörü. İnsanların onun hakkında ikiye ayrılmasını ya da bazılarının ona dopingci demesini anlayabiliyorum ancak birçokları menajer ya da takım sahibi olarak görevine devam etmesini istiyor.

Lance Armstrong üzerine bir film yapmayı hiç düşündünüz mü?

Hayır, ondan hoşlanmıyorum. Kaldı ki hakkında ünlü yönetmen Alex Gibney'in yaptığı güzel bir belgesel (The Armstrong Lie) var.

Nostaljik misiniz? Bisikletin eski çağlarını özlüyor musunuz?

Elbette. Bisikletin bir zamanlar çok daha iyi olduğunu düşünen o nostaljik düşüncenin parçasıyım. Fransa Bisiklet Turu'nda bu seneki Alpe d'Huez etabı gibi şeyleri izlediğimde hâlâ mutlu oluyorum ama dünün yıldızlarını bugünkülere tercih ettiğim açık. Bugünkü yıldızlar arasında en sevdiğim isim Nairo Quintana. Peter Sagan ve Fabian Cancellara'dan da hoşlanıyorum.

Caz gibi bisiklet üzerine yazılar da kaleme alıyorsunuz. Eddy Merckx hakkında yazmak, Chet Baker üzerine yazmaktan farklı mıdır?

Elbette farklıdır. Ama ben bisiklete klâsik bir spor gazetecisi gibi bakmam. Sporu bir macera, bir sanat eseri olarak ele almayı severim.

Avrupa sinema tarihindeki yeriniz çok farklı. Lars von Trier gibi yönetmenlerin ilham kaynağısınız. Günümüz sinemasını takip ediyor musunuz?

İlgileniyorum ancak baktığımda Lars von Trier kadar ilginç işler yapan başka hiçbir yönetmen yok. Bir de sinemayı eskiden olduğu gibi bir eleştirmen gözüyle izlemiyorum. Her izlediğim filmi geçmişten bir eserle karşılaştırmaya çalışmıyorum. Şu an bir yönetmenim ve esas ilgilendiğim alan belgeseller. Bunun dışında, yeni çıkan eserleri takip etmek yerine sevdiğim yönetmenlerin son işlerine bakmayı tercih ediyorum. Werner Herzog onlardan biri. Aynı şekilde Jean-Luc Godard. Bir de Tarantino gibi Amerikalı yönetmenleri seviyorum.

Lars von Trier'le dostluğunuz nasıl?

Onunla çok özel, kişisel bir ilişkimiz var. Sık sık telefonda konuşuyoruz. Özellikle onun sağlık sorunları beni endişelendiriyor çünkü biliyorsunuz bazı problemleri var. Yakın arkadaşlarından biriyim, bu yüzden sürekli irtibatta kalmaya uğraşıyorum.

Danimarka sinema tarihinin en büyük yönemeni olarak Carl Th. Dreyer gösterilir. Siz de ondan etkilendiniz mi?

Kesinlikle. Dreyer, benim gelmiş geçmiş en sevdiğim yönetmenlerden biri. Jeanne D'Arc'ın Tutkusu'nun belki de tarihte yapılmış en büyük film olduğunu düşünüyorum. The Perfect Human'ı çekerken bilhassa Dreyer sinemasından etkilendim; mekan kullanımı, filmdeki odaların sadeliği, siyah-beyazın pür ve etkileyici kullanımı, sağlam, dingin kamera hareketleri ilham kaynaklarım arasındaydı.

Thomas Vinterberg'i takip ediyor musunuz? Festen ile 1990'larda Avrupa sinemasına çok hızlı girmişti...

Elbette fakat belki de takip etmem gerektiği kadar sıkı şekilde bakmıyorum Vinterberg'in son filmlerine. Festen ve Jagten, sevdiğim iki Vinterberg filmi. Fakat diğer eserlerinden o kadar da etkilenmedim.

O Avangartlardan Kim Kaldı?

Lars Von Trier, genç yönetmen olarak 1983'te verdiği bir söyleşide Leth'i şöyle tanımlamıştı: "Ona saygım sonsuz. 1960'lardan beri avangart akımın bir parçası ve hâlâ yoluna devam ediyor. O günlerde benzer işler yapanların çoğu kurudularkorkuyorlar, nüfuzlu kişiler oldular, hemen her yerde mühim koltuklara oturdular, Leth yeni şeyler yapmaya devam ederken. " Merakını Leth'in en büyük silahı olarak tanımlayan von Trier, o zamanlar yollarının kesişeceğini bilmemektedir.

"Gözlerini Unutma"

Werner Herzog gibi sinemanın gezen yönetmenlerinden olan Leth, tutkusunu şöyle açıklıyor: "Mütevazı bir evde yetiştim. Babam demiryolu işçisiydi. Erken yaşlarda okul gazetesi için yazmaya başladım ve seyahat etmek istiyordum. İtalya'ya, İspanya'ya, Fas'a otostop çekerek gittim. Babam bana 'Gözlerini kullanmayı unutma, evlat' öğüdünü vermişti. Yerel bir gazeteye seyahatlerim sırasında mektuplar yazdım ve bu tavsiyeyi hep dinledim. Bu sözün esas anlamını kavramam için ise aradan yıllar geçmesi gerekti."

Kahramanlarım...

Son kitabım "Kahramanlarım" adını taşıyor. Üzerine kalem oynattığım isimlerden bazıları şunlar: bestecilerden Antonio Carlos Jobim ve Thelonious Monk; bisikletçilerden Fausto Coppi, Luis Ocana; yönetmenlerden JeanLuc Godard, Michelangelo Antonioni, John Cassavetes, Maya Deren, Lars von Trier; antropolog Bronislaw Malinowski, Wade Davis; dansçılardan Katherine Dunham, Suzanne Farrell, George Balanchine; sanatçılardan Per Kirkeby, Marina Abramovic; oyunculardan Dustin Hoffman, Gene Rowlands, Dennis Hopper; müzisyenlerden Chet Baker, Lee Konitz. Ayrıca siyaset dünyasından bazı kötü adamlar var; Dr. François Duvalier, general Raoul Cedras, komutan Roberto d'Aubuisson gibi. Elbette çok daha fazlası mevcut. Beni büyülüyorlar çünkü bu isimler aynı anda yaratıcı, provokatör, nefes kesici ve şeytanlar."

Socrates Dergi