Kusursuzluk Arayışı

16 dk

Dennis Bergkamp zarafet, estetik ve teknik denince akla ilk gelen futbolculardan biri. Hollandalı efsaneyi, otobiyografisinin gölge yazarı David Winner ile konuştuk.

Futbolcular tartışılırken genelde kupalar ve istatistikler kıstas alınır. Dennis Bergkamp ise sizi her hareketiyle, rakamları aşan kendine özgü bir dünyaya götürür. Hollandalı futbol zanaatkârının kusursuzluk arayışıyla inşa ettiği bu dünyanın inceliklerini öğrenmek için gazeteci David Winner'ı aradık. Arsenal taraftarı Winner önce Boris Johnson'ı eleştirdi, kayıt cihazı açıldıktan sonra da yakından tanıdığı kahramanını anlatmaya başladı.

Bergkamp'ı ilk kez 1990'lar başı Ajax'ta izlemiştim. Çok etkilenmiştim. Arsene Wenger onun saha dışındaki hareketlerinde ve duruşunda bile aristokratik zarafet, klas ve karizma olduğunu söylerdi. Onunla tanıştığımda Wenger'in bu tarifini daha iyi anlamıştım. Harika Portakal (İthaki Yayınları) kitabını yazmaya başladığımda 1999'da Amsterdam'a gitmiştim. Milli takım bir basın toplantısı düzenliyordu ve kaldığım evin tam karşı sokağındaydı. Orada Dennis'le kısa bir sohbetimiz oldu. Her zamanki mahcubiyetiyle, kibar ve sakin şekilde benimle konuşmaya başladı. Ona "Neden sahada 'katil içgüdüsü'yle hareket etmiyorsun?" diye sordum. Çünkü o dönem akıllı ve yetenekli bir golcü olduğu aşikârdı ama herkes, kaleye yakın olsa daha da fazla gol atabileceğini düşünüyordu. Cevabı şuydu: "Kendimi en çok ben eleştiriyorum. Daha öldürücü bir golcü olmalıyım. Ama yaradılışımda bu yok. Paslar bana genelde ceza sahasının dışında geliyor. Golü oralardan buluyorum. Çok istesem de doğru anda ceza sahasında olmamı sağlayacak katil içgüdüsü yok. Stilim farklı. Buna ceza sahasına daha fazla girmeyi ekleyebilirim. Ama kendi tarzımda oynamayı da ihmal etmemem gerekir."

O günlerde artık sadece göze güzel görünen anlar yaratmaktan bahsetmiyordu, kazanmak da istiyordu: "1998 Dünya Kupası'nı da galiba öldürücü bir takım olmadığımız için kazanamadık. Ama öyle bir takım olsaydık da belki iyi olduğumuz tarzda futbol oynamayı unutabilirdik." Böylece kahramanımla tanışmıştım. Sonrasında kitap için ilk röportajımız 2009'da gerçekleşti. Büyülü zamanlardı. O süreçte Dennis'le konuşurken her zaman yeni şeyler öğreniyordum. Rio Ferdinand'la da bir kitap yazdım ama Bergkamp ile yaşadığım tadı ondan alamadım. Rio da harikadır ama Dennis gibi aklınızı kurcalayan anekdotlar veremez size. Örneğin Dennis, Newcastle ya da Arjantin gollerinde her ânı milisaniyesine kadar anlatabiliyordu…

Ajax altyapısında büyümesinin de elbette etkisi vardı bu özelliğinde... Şimdilerde 'Hollanda Stili' dediğimiz, Johan Cruyff'un temellerini attığı bir futbol ideolojisi ile yetişip bu tip hareketleri yapan oyuncuların yanında büyümüştü. Mesela Dennis, antrenmanlarda Marco van Basten'i gözlemlediğini anlatmıştı. Özellikle de top kontrolü ve sonrasında topla beraber hızlanma hareketini... Hollanda'da insanlar sanatı, müziği nasıl konuşuyorlarsa futbolu da öyle konuşuyor ya da yapıyorlar. Her zaman bir estetik stil kaygısı güderek.

Dennis'in gözlem yeteneği hep üst düzeymiş. Ağabeyi Wim Jr. da sadece futbol değil; tenis, snooker, golf gibi sporları da izleyip bir hareketi kopyalayıp aynısını yapabildiğini anlatmıştı. O yüzden duvar hikâyesini çok severim. Rosskade Sokağı'ndaki evlerinin duvarından başlayan bir kusursuzluk arayışı. Yıllar boyunca duvara her gün saatlerce top atarmış. Bir şey planlayarak değil, sadece yaparmış. Çapraz dizili tuğlalardan her seferinde farklı seken topu kontrol edermiş; iki ayağıyla, ayak içi, dışı, hızlı, yavaş, kavisli, dönerek gelen... Her olasılığı dahil ederek ilk dokunuşla topu kontrol etmeyi öğretmiş kendine. Bunu görev bilinci ya da takıntıyla değil, eğlendiği ve bu ona enteresan geldiği için yaparmış.

Ian Wright ve Alan Shearer geçenlerde Premier Lig tarihinin en iyi 10 golünü seçiyordu. Yüzlerce gol arasından Dennis'in Newcastle'a attığı golü seçtiler. Sonrasında Wright, Bergkamp'ın kulüpteki şanından bahsetti, "Eğer Dennis teknik bir hata yaparsa herkes o gün bunu konuşurdu" diye. Zira hata yapacağına kimse inanmazmış. Dünyadaki her oyuncu hata yapar, hatta bazıları her gün. Yeteneklerini mükemmelleştirme ve iyileştirme yolunda hata kaçınılmazdır. Ama onun hatasızlığı inanılmaz bir zanaatkârlığın göstergesi. İdmanlar yetmez, ekstra bireysel çalışırdı. Arsenal'daki bu idman kültürünü de o oluşturdu. Başta Thierry Henry olmak üzere takımdaki herkes idman sonraları bireysel çalışma yapmaya başladı.

Kâhin

Büyük oyuncuların saniyeleri, normal oyuncuların saniyelerinden çok daha uzun sürer" demişti bir gün David Endt, Dennis'in Newcastle golüyle ilgili muhabbet ediyorduk. O hızda gelen bir topun nereye hareket edeceğini ve en iyi nerede sonuçlanabileceğini düşünüp kararını ona göre veriyor, inanabiliyor musunuz? İnanılmaz analitik bir beyin. Henry bir keresinde "Dennis, gollerini top ona gelmeden saliseler içinde planlıyordu. Geleceği görürdü" demişti.

İnatçılığı ve dirayeti, mentoru Cruyff'u andırıyor. Cruyff, bazen yaptıkları yanlış olsa da prensiplerinden vazgeçmezdi. Bergkamp, onu 17 yaşında Ajax'ta A takıma alan Cruyff'la özel bir iletişim kurmuştu. Aralarında yaratıcı bireylere özgü farklı bir bağ vardı. Dennis, Cruyff'u 'Hollanda futbolunun Rembrandt'ı diye tanımlardı. Cruyff da Van Basten ile Dennis'i özel talebesi gibi görürdü. Hollandalı efsanenin seksenlerde dönüp Ajax ekosistemini değiştirdiği dönemde Bergkamp altyapıdaydı. Dennis; Cruyff, Wenger ve Hiddink'in onu anlayan teknik adamlar olduğunu söylerdi. Fakat Cruyff'un çatışma ve karşıtlık bezeli metotları Bergkamp'a göre değildi, Cruyff da bu yöntemleri onun üzerinde nadir deniyordu. Cruyff, talebesini bağırıp baskı altına almanın zor olduğundan bahsetmiş; Dennis'in bağlantıları herkesten farklı görebilen çok zeki biri olduğunu söylemişti. Ona göre sahadaki her şeye hâkim, helikopter görüşüne sahip bir futbolcuydu. Dennis, her şeyi sorgulayan, kibirli gözüken ama aslında özgüvenli bir insandı. Cruyff çatışmadan ve kaostan beslenirken Dennis her şeyin pürüzsüz ve duru olmasını seviyordu. Savundukları ana felsefe aynı olsa da burada ayrışıyorlardı.

Ajax ve Hollanda Teknik Direktörü Leo Beenhakker, İtalya 90 kadrosuna yirmi yaşında diye Bergkamp'ı almamıştı. Euro 1992, ilk turnuva deneyimiydi. İtalya 90 faciasından sonra o turnuvada beklenti büyüktü, kadro da müthişti. Ama Rinus Michels, o dönem PSV'nin de tercih ettiği 4-4-2 düzeninde, Marco van Basten'in yanında Wim Kieft'i oynatıyordu başta. Van Basten ise Bergkamp'la oynamak istiyordu, Michels'e isyan edip taktiği değiştirtmişti. Tipik bir Hollanda Milli Takımı öyküsü. Bergkamp 10 numaralı forma ile ilk maçında kendini göstermişti. Şampiyonada da Almanya'ya karşı harika oynamışlardı. Akabinde rakibi ciddiye almadıkları için yarı finalde Danimarka'ya karşı çuvallamışlardı. Ama dünyanın tam olarak Dennis'in sihrinin farkına vardığı turnuvaydı o.

Louis van Gaal ile arasının bozulması beni şaşırtmıştı. Zira Bergkamp'ı Ajax'ta kanattan alıp merkez forvetin arkasında gölge santrfor gibi ilk Van Gaal oynatmıştı. O güne dek bilinmeyen bu pozisyon tanımını da Bergkamp için Hollanda basını kullanmıştı. Ama her detayı futbolcularına dikte eden Van Gaal ile yetenekli futbolcunun yaratıcı serbestliğine inanan Dennis arasında sürtüşmeler oldu. 1993'te araları bozuldu. Hatta kitap için Van Gaal ile röportaj yapmaya gittiğimde Bergkamp hakkında konuşmayacağını söylemişti. Halbuki 1992 UEFA Kupası zaferinde Dennis kilit oyuncusuydu. Ama o, yaptığı şeylerin kredisinin Dennis tarafından çalındığından bahsediyordu. Hatırlarsınız Van Gaal, Dennis'in ayrılışından sonra 'Elimizde ondan çok daha iyisi, Jari Litmanen var' demişti. Patrick Kluivert için de "Çalıştığım en yetenekli oyuncu" diyordu. Evet, ben de Kluivert'ı severim ama cidden bunu tartışmayalım. Hollanda tarihinde ilk 10'a Kluivert'ı koymazsınız ama kesinlikle Bergkamp'ı koyarsınız. Diğer taraftan, Litmanen de harikadır Dennis de... Müzik gibi kişiden kişiye futbolcu zevkleri de değişir. Ama nitelik sabittir.

Bergkamp, Inter'e gittiği için hiç pişman olmadığını söyledi. Dürüst biridir. Milano'ya gittiğinde iyi bir oyuncuydu ama orada yaşadığı zorluklar onu daha iyi bir oyuncuya çevirdi. Daha hâkim, daha tutkulu ve daha etkileyici oldu. Ama kötü anılara her zaman olumlu bakan biri de değil. Çizgisinin ne olması gerektiğini iyi bilen biri. O çizgiyi bulduktan sonra da değiştirmemekte inat ediyor. Inter'le geçirdiği sezon, 1994 Dünya Kupası'nda hayal kırıklığı derken yıpranmıştı. O dönem üst üste kötü uçuşlar da deneyimleyince uçak korkusu gelişmişti. Bir daha uçağa binmedi. 'Uçamayan Hollandalı' böyle doğmuştu. Sonraki kontratlarında uçamadığı için oynayamadığı maçlar maaşından kesilse de bundan vazgeçmedi.

Law ve Hoddle

Amsterdam'ın batı ucunda James Rosskade sokağında üç ağabeyi ile sürekli betonda futbol oynayarak büyümüştü. Babası Wim de zamanında futbol oynamış, her şeyi mükemmel ve kusursuz yapmaya kendini adamış bir elektrik tamircisiydi. Dennis'e babasından miras kalan, hayranı olduğu Manchester United efsanesi Denis Law'dan esinlenerek koyduğu isminin yanında aslında mükemmeliyetçiliğiydi. Dennis de çocukken Glenn Hoddle hayranı olmuştu. Gerçekten daha o yıllarda iyi bir gözlem yeteneği olduğu anlaşılıyor. Hoddle hakkı tam verilmeyen, top kontrolü ve tekniği konusunda usta bir futbolcuydu. Dennis o günlerde de top sürme, gösterişli çalım, gol atmaktan öte top kontrolüyle ilgilendiğini anlatıyordu. Çocuk aklıyla Hoddle'ın dengesine ve tekniğine tutulmuştu.

Barcelona'ya Cruyff'un yanına ya da Marco van Basten'in olduğu Milan'a gitmemesi önemliydi. Zira takipçi olmayı istemiyordu. Farklı bir yol inşa etmek istiyordu. Hollanda stilinin vücut bulmuş haliydi. Inter'de oyun felsefesi uyuşmazlığı yaşadı. Dennis mesafelerle, alanlarla, açılarla, pasla oynamak istiyordu. Gerçek hücum futbolunun oyunu rakip sahaya yıkmak olduğunu düşünüyordu. Mesela Wesley Sneijder, Inter'e gittiğinde bu değişimi kabul etti. Daha defansif düşünen, dripling yapan bir oyuncuya evrildi. Mourinho'nun oyununa adapte oldu. Ama Dennis, Inter'de Mourinho ile çalışamazdı.

Bergkamp, İtalyan stiliyle Sacchi ve Milan'ın futbolu arasında âdeta bir dini savaşın ortasında kalmıştı. Sacchi'nin Hollanda-Ajax sentezi, yeni bir Total Futbol çıkarmıştı. 1988'deki Ballon d'Or listesindeki beş oyuncudan dördü Hollandalıydı. İlk üçü Milan'da oynuyordu. Dennis o takımdan çok etkilendiğini hatta sonraki sezon oynanan MilanSteaua Bükreş final maçını izlemeye gittiğini söylemişti. Ama 1993'te Inter ile sözleşme imzalamıştı. Inter Başkanı Pellegrini, "Milan gibi futbol oynamalıyız" diyor ancak teknik ekibi ikna etme çabasına girmiyordu. Inter'de ise Osvaldo Bagnoli ve Maradona'lı Napoli'yi çalıştıran Ottavio Bianchi ile anlaşamadı Dennis. Bagnoli'yi insan olarak sevmişti ama Bianchi'den hiç hoşlanmamıştı. Bianchi sürekli Maradona hikâyeleri anlatan demode bir karakterdi. Kısacası, İtalya kariyeri iyi geçmedi. Ama 1994 UEFA Kupası zaferinde büyük payı vardı. 24 yaşındaydı…

"Hollanda stilinin vücut bulmuş haliydi. Mesafelerle, alanlarla, açılarla, pasla oynamak istiyordu."

"Hollanda stilinin vücut bulmuş haliydi. Mesafelerle, alanlarla, açılarla, pasla oynamak istiyordu."

Bergkamp dışarıdan utangaç ve mütevazıydı ama içten içe dünyadaki en iyi oyuncu olmak isterdi. Şöhretle ilgilenmezdi, bu oyunda daha iyi olabilmek adına tutkuluydu. Wenger'in söylediği gibi "Bazıları futbolu egolarına hizmet için kullanır, bazıları da egolarını futbola hizmet için." Bergkamp ikinci gruptaydı. Oyunu oynarken sürekli düşünürdü. Oyun benden ne istiyor, şu anda ne yapmalıyım, nasıl daha iyi çözümler üretebilirim diye kafa patlatırdı. "Hep çıtayı yüksek tutarsanız hiç yeterince iyi hissetmediğiniz noktaya gelirsiniz. Mükemmelliği istersiniz. Bir tepeye tırmanırsınız, daha yükseğini görürsünüz. En yükseğe tırmanırsınız, sonrasında bir diğer tepeye daha çıkarsınız" demişti.

Bergomi, Inter döneminde Dennis için "Bizimle yeteri kadar sosyalleşmedi" demişti. Dışarıdan kibirli ve soğuk gözüktüğü için 'Buz Adam' diyorlardı ona. Arsenal'da ise takım arkadaşlarına sürekli şakalar yapan birine dönüşmüştü. Örneğin malzemeci Vic Akers, Arsenal'daki en iyi arkadaşıydı. Uçağa binmediği için her yere araçla, Vic ile giderdi. Ian Wright, Henry, Parlour ve Vieira ile de dışarda görüşürdü. Ama mesela Tony Adams'la bir kez Hollanda'da buluşmuştuk. Dennis'i aramadığını söylemişti, aranmaktan hoşlanacağından emin olmadığını belirtmişti. Tony'de numarası bile yoktu. Evet; partiler yapmaz, çok konuşmaz ama aslında iyi de bir dansçıdır. İnanır mısınız, bilmem ama bir gün röportaj sonrası gece kulübüne bile gitmiştik. Bunu Tony Adams'a anlattığımda çok şaşırmıştı çünkü onu hiç dans ederken görmemişti. Bergkamp her zaman dengeli biri oldu. Ama çok ağır şakalar yaptığı bilinir. Özellikle de Martin Keown bundan fazlaca nasibini almış...

Boşluklar, açılar, mesafeler, önsezi, kontrol, zamanlama... Bergkampian sanat akımı buydu. Ona bir keresinde okuldan kalma, çizimler yaptığı geometri defterlerini saklayıp saklamadığını sormuştum. "Neden saklayayım ki?" diye cevaplamıştı. Devamında ona saha içinde açıları bu kadar iyi görmesinin kaynağı bu olabilir dediğimde şöyle yanıtlamıştı: "Ama sahada dokunuş, topun hızı gibi detaylar da önemli. Hepsinden de önemlisi takım arkadaşlarınızla ilişkileriniz…" Overmars, Pires ve Anelka'nın ne zaman nereye koşacağını çok iyi biliyordu, Henry'nin atacağı adımları ezberlemişti. Mesela Vieira'nın neredeyse tüm gollerini Bergkamp attırmıştı. Patrick, Dennis'in onu bir şekilde topla buluşturacağını biliyordu. Örneğin Arjantin golü... Frank de Boer'i uzun zamandır tanıyordu. Onun oraya pas atabileceğini Bergkamp, Dennis'in de o koşuyu atacağını ve o kontrolü yapabileceğini De Boer biliyordu. Dennis rüzgârın yönünü, savunmacının koştuğu açıyı, efsanevi top kontrolü sonrası kalecinin alacağı pozisyonu, ayağının dışıyla vurmayı... Hepsini kısa sürede işlemcisinden geçirmişti bile. "Benim yaptığım geometri değil, telepati" gibi bir cümle kurmuştu. Juventus maçında Ljungberg'e yaptığı asist onun sanat eseridir. Bir Caravaggio tablosu ya da Beethoven senfonisi gibi.

Arsenal'da Adams ve Vieira gibi iki farklı kaptanla oynadı. Ama tüm o yıllarda oyun lideri Dennis'ti. Futbol aklıyla yaptığı teknik liderlikti bu. Ama Inter'de kimse bu kapasitenin kıymetini bilemedi. Londra'ya geldiğinde ise her şey değişmişti. Onu Highbury'de ilk izlediğimde benzeri birinin bu topraklara gelmediğini düşünmüştüm. Tanrısal bir hâkimiyet yarattı, bütün takım arkadaşları ne kadar şanslı olduklarından bahsediyorlardı. Ondan önce Ada'da teknik oyuncu kültürü basit toplarla anlaşılırdı. Eğer arkadaşına kontrol ederken zorlanmayacağı bir top atarsan başarılı olurdun. Ama Dennis bunu kabul etmek istemedi. Basit ama etkisiz toplarla zaman kaybı yaşamak istemiyordu. Arkadaşlarına "Bana zor ama etkili toplar atın, ben onları kontrol edeyim ve her şey çok daha hızlı akmaya başlasın" diyordu. İmkânsız toplar atmaya başladılar ve Dennis de onları kontrol etti. Böylece kulübün kültürünü değiştirdi. Gelen oyunculara yol gösterip futbolun bu stilde nasıl oynanması gerektiğini gösterdi. 1998- 99'daki stoperler defansif açıdan kusursuzdu ama Wenger-Bergkamp ikilisi sayesinde teknik kapasiteleri de arttı.

Cruyff, sistemi yönetirken oyuncu içgüdülerine ve yeteneklere güvenirdi. Van Gaal ise elinde kalem ve defterle aynı futbol felsefesini fanusuna hapsediyordu. Van Gaal tüm futbolculardan sistemine kelimesi kelimesine uymasını beklerdi. Bergkamp ise Cruyff gibi takım oyuncusu kimliğinden kopmadan yaratıcılığı seven biri. O nedenle Wenger ile çok iyi anlaştılar. Wenger de sahada akıllı ve teknik kapasitesi yüksek oyuncuların takıma yön vermelerine izin veren bir taktik uzmanı. Örneğin Henry, kariyerinde Xavi, Iniesta, Messi, Zidane, Ronaldinho gibi isimlerle oynadı ama birlikte oynadığı en iyi futbolcunun Dennis olduğunu söylemişti. Ona 'Usta' diyordu. Pasları, ilk dokunuşları, top kontrolü ve hatta asist öncesi pasları... YouTube'da her gün izleyebilirim bunları. 1998'deki Arjantin golünü herkes konuşur haklı olarak ama Kluivert'ın golündeki kafa pası, tarihin gördüğü en çılgınca asistlerden biridir. Bir insan o hızda gelen topa nasıl o kadar yumuşak dokunabilir ve Kluivert'ın koşabileceği noktaya sakinlikle gönderebilir, aklım almıyor…

Batman ve Robin

Arsenal'da Robin van Persie genç yetenekti, Dennis ise bir veteran. Robin bir gün antrenmanı bitirip jakuziye girmiş. Pencereden bakarken de her idman sonrası olduğu gibi yine ekstra çalışan Bergkamp'ı görmüş. Altyapıdan iki genç eşliğinde şut, top kontrolü ve hızlı pas tekrarı yapıyormuş. Kendi kendine "Dennis hata yaptığında küvetten çıkacağım" demiş. Bir saat boyunca hiç hata yapmamış. Tam tersine her hareketi kusursuzmuş. Hatta Robin o kadar keyif almış ki bir sanat gösterisi izler gibi olduğunu hissetmiş. Ve ne kadar fazla ve özenli çalışması gerektiğini o zaman anlamış. Dennis Bergkamp, her takım arkadaşı için de bir kılavuza dönüşmüştü.

Hollanda ile 1998 ve 2000'de büyük şanssızlıklar yaşadı. Euro 1996'da takım zaten yine ego savaşları ve kamplaşmayla çökmüştü. 1998'deki takımı ise çok sevdiğini söylerdi. Hiddink'i de severdi. Brezilya yarı finalinde hakemlerin kararlarından şikâyetçiydi. Penaltılarda da çok kötü performans gösterdiler. Kaçırdıkları için hâlâ canının yandığını biliyorum. Euro 2000'de ise Rijkaard'ın İtalya yarı finalinde yaptığı oyuncu değişikliklerine hâlâ açıklama bulamıyor. Penaltılarda Frank de Boer'un vuruşlarının facia olduğunu söylediğimde bana karşı çıkmıştı. Ama Stam'ın attığı kötü penaltıda hemfikirdik. O penaltı atışlarıyla ilgili içinde çözülmemiş bir mesele olduğu kesin. Euro 2000'den sonra da milli takımı bıraktı zaten. Van Gaal'in geleceğini biliyordu.

Guus Hiddink, Bergkamp için Hollanda tarihinin en zarif ve nitelikli tekniğine sahip futbolcusu demişti. 1998 Dünya Kupası'nı eğer Hollanda kazansaydı Bergkamp dünyanın en iyisi olarak görülebilirdi. 1978 Dünya Kupası'nı Hollanda kazansaydı Rob Rensenbrink'in dünya yıldızı olacağı gibi... Tarih bu tarz birkaç sonuç ve penaltıyla yeniden yazılabiliyor. Arsenal'daysa hemen herkes Dennis'in kulüp tarihinin en iyilerinden biri olduğu düşüncesinde. Ama Dennis, yaptıklarını göze sokmayı sevmezdi. Eric Cantona harika bir oyuncuydu ama şovmenliği inanılmaz boyuttaydı. Bu yüzden doksanlarda "En iyisi kim?" diye sorsanız çoğu İngiliz taraftar Cantona derdi. Bergkamp ise daha çok gölgelerde dans ediyordu. Röportajlardan hoşlanmazdı. Televizyon yorumculuğu yapmadı.

Başta Arsenal olmak üzere Premier Lig'in 1990'larda yükselişinde Cantona, Zola ve Klinsmann gibileriyle birlikte Dennis Bergkamp'ın payının büyük olduğunu düşünüyorum. Beckham, Gerrard ya da Scholes gibi yıldızların yanında bir de Bergkamp'a bakıyorum ve aralarında net bir fark olduğunu düşünüyorum.

Kısacası, geleceğe büyük bir teknik miras bıraktı. İşin garibi en son görüştüğümüzde, Cruyff'un Ajax'taki kadife devriminde yer almıştı. Henüz Overmars tarafından kovulmamıştı... O günlerde göz önünde bir teknik direktör olmaktan ziyade genç oyuncularla çalışan bir eğitmen olmak istiyordu. Gölge golcülükten gölge eğitmenliğe. Tam da ona göre bir işti…

Ne Dediler? (Stillness and Speed kitabından)

Patrick Vieira: Diğer oyuncuların hayal bile edemediği şeyleri düşünürdü. Nasıl giyindiğine baktığınızda bile onun için zarifliğin ve mükemmelliğin önemini anlardınız. Oldukça basit ama bir o kadar zarif giyinir, futbol oynadığı zaman da her zaman tetikte kalırdı. İzlemek için para vereceğim çok nadir oyunculardan biriydi.

Arsene Wenger: Arsenal'daki son antrenmanına kadar bir top kontrolünü ya da pası yarım yamalak yapmadı. Ve yaptığı şeyler mükemmel olmadığında hiçbir zaman mutlu olmadı. Bunlar ancak zirve bir rekabetçinin karakteristik özellikleridir: Mükemmeliyetçiler, tatminsizdirler.

Thierry Henry: Bana "Pasların çok yumuşak, stilini değiştir" derdi. Beni de değiştirdi. Tutumumu, antrenman şeklimi. Elbette yaşlandıkça daha az oynamaya başladı ama idmanlarda öyle çalışırdı ki! Yedek kulübesinde oturup "Ben Bergkamp'ım. 35 yaşına geldim. Neden her gün sıkı çalışayım ki? Bu hafta sonu zaten oynamayacağım" diyebilirdi. Ama hiçbir zaman bunu yapmadı.

Socrates Dergi