Langırt İmparatorluğu

12 dk

Ertem Eğilmez, filmleri ile toplumsal hafızamızda büyük bir yere sahip ama sinema onun zirveyi gördüğü ilk alan değil. Bir durak öncesinde, langırt imparatorluğu var.

Bugün, Yeşilçam dendiğinde akla ilk gelen Ertem Eğilmez sinemasıdır. Birkaç ay sonra kucağına alacağı kızının müstakbel ismini yeni kurduğu film stüdyosuna veren Eğilmez'in Arzu Film'i, 70'ler Yeşilçamı'nın amiral gemisi ve simgesidir. Münir Özkul, Adile Naşit, Kemal Sunal, Şener Şen, Halit Akçatepe, Ayşen Gruda gibi isimlerin yer aldığı geniş kadrolu aile filmleri, toplumsal hafızamızda büyük yer etmiştir. Yapımcı, senarist ve yönetmen kimliğiyle büyük eserlere imza atan Eğilmez'in kişisel yolculuğu ise oldukça ilginçtir, özellikle de sinemaya adım atmadan önceki dönemi. Gökhan Akçura'ya yazdırdığı fakat hastalığı nedeniyle yarım kalan hatıralarında "Ben aslında rejisör değil, rejisör taklidiyim" der Eğilmez; bazı insanların sanatçı doğduğunu, sanatçıların birtakım belirgin ortak özellikler taşıdığını fakat bunların hiçbirine sahip olmadığını vurgulayarak.

Ona göre başarısının yegâne sebebi, hırsıdır. "Langırt, yayınevi ya da rejisörlük benim için fark etmez. Ben sadece yaptığı işi en iyi yapıp en çok alkışı isteyen adamım. İşin niteliği ne olursa olsun" diyen Eğilmez, megalomanca görünen bu egosantrik tavrı, içinde barındırdığı aşağılık duygusuyla beraber açıkça kabullenir. Ertem'in başarısı için Ertem'e yaptırmadığı kalmaz. Bunlardan en ilginci ise langırt macerasıdır.

Babasının doktorluk yaptığı Trabzon'da doğan ve altı aylıkken ailesi Kütahya'ya taşınan Eğilmez'in çocukluk günleri, Arzu Film'in geniş kadrolu filmlerinde tasvir edilen bir curcuna içinde geçer. Eğitim hayatı boyunca babasının görevi gereği farklı iller görür. Mübalağacı tavrı nedeniyle adının 'Yalancı Ertem'e çıktığı Konya'daki lise yıllarından sonra, hayatını değiştirecek İstanbul macerası başlar. 1945 yılında tıp fakültesine kaydolur. Velisi ise babasının eski sınıf arkadaşı, ileride İstanbul Valisi olarak langırt macerasına da etki edecek Fahrettin Kerim Gökay'dır.

Üniversite dönemi, hayatının kalanı için bir fragman gibidir. İstanbul'a gelişinden bir buçuk ay sonra, solcu bir ihtilale katıldığını sanarak Behice Boran, Niyazi Berkes, Sabahattin Ali, Aziz Nesin gibi dönemin sosyalist ve muhalif yazarlarını bünyesinde toplayan Tan Matbaası'nı, Necip Fazıl önderliğindeki sağcılarla beraber basar. Sokaktaki kalabalığa tesadüfen dahil olduğu bu gerici harekette, matbaa sahibi Halil Lütfi Dördüncü'nün odasına girip etrafı talan eden birkaç kişi arasındadır. Eğilmez'in hayatı, hep bu şekilde, etrafındakilerin en önüne geçme mücadelesiyle geçer. Kısa sürede tıp fakültesini bırakıp iktisattan devam eder. 18 yaşını bile doldurmamışken, ilk eşi Ümran ile, nikahtan sonra herkesin kendi evine döndüğü, gizli bir izdivaç gerçekleştirir. Maddi ve manevi sorunlar nedeniyle sıkıntılı günler geçirmeye başladığı bir dönemde, babasının Paris'te doktora yapması için biriktirdiği parayla; evli, çocuklu ve üniversite son sınıf öğrencisi olarak ticarete atılır.

İlk işi, adım başı bakkal bulunan Moda'da, Doğruluk Bakkaliyesi adında bir dükkân açmak olur. "Her şeyin iyisini satayım diyorum ama suratımdan belli enayi olduğum ki toptancı hep beni kazıklıyor" diyen Eğilmez, bakkallık macerasında, bir yıl gibi kısa sürede, şaşaalı bir şekilde batar. İki yıllık askerlik arasından sonra, ticari atılımlarına kaldığı yerden devam eder. "Reprezantörlük işinde para var" diyerek yabancı firmaların Türkiye mümessilliğini almaya başlar.

Yurtdışındaki düğme, tutkal, oyuncak fabrikalarına mektuplar yazarak numuneler getirtir, onları Kapalıçarşı eşrafına satar. Amerika'dan ve İngiltere'den ithal ikinci el elbiseler bulup getirtir. Doğruluk Limited adlı yayınevinin müdürü olur, orada müstehcen yayıncılığa el atar ve yabancı seksoloji dergilerinden topladığı resimleri birleştirerek erotik yayınlar çıkartır. Her sayfada çıplak bir kadın resminin olduğu Sahne Sanatları Takvimi'yle yayıncılık dünyasına 'yeni bir soluk' getirir. Ticari kıvraklığı sayesinde ortaokulların Fransızca dersinde okutulan tek kitabın telifini alarak büyük bir kazanç elde eder.

Nazım Hikmet'i kaçıran adam olarak ünlenen Refik Erduran ve bugünkü Sel Yayıncılık'ın kurucusu Haldun Sel ile 1953 yılının sonlarında Çağlayan Yayınevi'ni kurarak, Türk yayıncılık tarihinde bir devrime imza atar. Çağlayan Yayınevi, başarılarıyla büyük ses getirir ve yayıncılık dünyası için bir model olur. "Şu ara Çağlayan Yayınevi'ne benzer çıldırtıcı bir başarıyla karşı karşıya kalsam yine sapıtabilirim" diyerek işin büyüklüğünü vurgulayan Eğilmez, genç bir yaşta, lisede adını duyduğunda irkildiği Reşat Nuri'nin, Refik Halit'in, 'patronluğunu' yapmaya başlar. Kemal Tahir'in F. M. İkinci mahlasıyla, sanki Mickey Spillane'miş gibi kaleme aldığı sahte Mike Hammer maceralarından tutun da bugün kanıksadığımız cep kitaplarına, bütün karikatürcüleri bir araya topladığı Tef Dergisi'nden kitap yanında verilen promosyonlara kadar bütün icatlar, Eğilmez'in ticari dehası sayesinde hayat bulmuştur. Birkaç yıl süren bu çılgın dönem, Eğilmez'in bütün işleri gibi, bir noktada batar. "Yüreğimi tamamen açabildiğim, tek gerçek dostum" dediği Münir Özkul ile beraber, yine batacak Efe Film macerasına atılmadan önce, bugün bile insanları şaşırtan, en tuhaf girişimini gerçekleştirir: Bir langırt imparatorluğu kurmak.

Langırt masalarının İstanbullu çocukların ilgisini çektiği ilk dönemden bir fotoğraf

Langırt masalarının İstanbullu çocukların ilgisini çektiği ilk dönemden bir fotoğraf

İlk olarak 19. yüzyılın sonlarında, Avrupa'da ortaya çıkan langırt, yurtdışında oldukça yaygın olmasına rağmen Türkiye'ye ancak 1950'lerde gelen bir eğlenceydi. Yaygınlaşmasındaki aslan payı ise hiç şüphesiz Ertem Eğilmez'indir. "Nuh'un Gemisi lokalinin yanında, Yeni Melek Sineması'nın altındaki ufak bir salonda küçük langırt makinaları icrai faaliyette. Biz de arada sırada gidiyoruz... Beş makina duruyor burada. Makinaların başında ise kır saçlı, efendi bir adam var, adı Ahmet. Bu, marka veriyor makinaları çalıştırmak için. Makinaların üstünde bir plaka var, sanayi bakanlığının bilmem kaç numaralı patenti diye. Baktım kârlı bir iş, marka kesen Ahmet'le ahbaplık kurdum." Yeni yeni oynanmaya başlayan langırtta ticari bir potansiyel gören Eğilmez, makinaların asıl sahibi olan ve Ankara'da oturan Enver Esenkova'nın adamı Ahmet ile gizlice iş tutmaya başlar. Ahmet'in ısrarları üzerine, son batırdığı işten kalan cüzi bir miktarla langırt işine atılır. Önce patent işini araştırır. Türkiye'de patent kavramının henüz oturmadığı bir dönemdir. Patent nizamnamesi hâlâ Osmanlı'daki haliyle yürürlükte olduğundan, bir icat üzerinde ufak tefek değişiklikler yaparak tekrar patent almak mümkündür. Eğilmez de öyle yapar. "Enver Esenkova'nın langırt makinalarının çubuğu dışarı çıkıyorsa bizimkinin çıkmıyor filan. Ufacık bir iki değişiklikle, biz de patent sahibi oluverdik." Bu durum üzerine Esenkova ile Eğilmez arasında olaylar çıkar fakat patenti alan Üsküdar'ı geçmiştir. İki taraf, olayı büyütmeden masaya oturur ve bir anlaşma yapılır. İstanbul Eğilmez'in olur, Türkiye'nin kalanı ise Esenkova'nın. Böylece 1956 yılının sonlarında, langırtın Türkiye macerası başlar.

Anlaşma sonucunda Eğilmez, Cağaloğlu'nda bir yer tutarak langırt makinaları üretmeye başlar. Eldeki 5000 liralık sermaye ancak beş masa üretmeye yeter. Yeni masaların yapılabilmesi için mevcutların çalışması gerekmektedir. Esenkova'nın tek mekânı hariç, İstanbul'un hiçbir yerinde langırt yoktur. Koca şehir bu oyundan bihaberdir. Eğilmez, kahve kahve dolaşıp langırtı tanıtmaya başlar ama bu yeni oyun, hiç kimsenin aklına yatmaz. Sonunda Unkapanı'nda pespaye bir kahve güç bela ikna edilir; Eğilmez önde, 7,5 liraya borç harç tutulan at arabası arkada langırt masası kahveye getirilir. Ertesi gün hasılatı almaya giden Eğilmez, masayı kapıda bulur. Langırt masası, çok gürültü yapıyor diye aynı gün dışarı atılmıştır. Unkapanı'ndaki büyük bir kahveye götürülen masanın akıbeti yine değişmez.

Bunun üzerine Eğilmez, langırtı içeri bile sokmayan mekân sahiplerine kahvenin dışını, avluyu kullanmayı teklif eder ve işler değişir. Langırtı deneyen gençler oyuna çabucak ısınır ve kısa sürede bütün masalar bu kahveye getirilir. Oradan gelen hasılatla yeni masalar yapılır. Birkaç ay içinde masa sayısı on beşe yükselir ve langırt, yavaş yavaş İstanbul'da popüler olmaya başlar. Okulu kıran gençler soluğu langırtların olduğu mekânlarda almaktadır, büyük bir langırt furyası doğar. Kahvelerin avluları, mini stadyumlara dönüşür, masaların başı tıklım tıklımdır. İşler terse dönmüştür, artık Eğilmez birilerinin ayağına gitmek zorunda değildir, bizzat kahveler bu yeni icattan istemeye başlar. "Beş ay sonunda 60 makinamız, üç tane özel salonumuz oldu. Büyük langırt krallığına doğru gidiyorum. Her yerden para yağıyor, ben para saymaktan bıkmıştım artık" diyen Eğilmez'in, her işinde olduğu gibi, sonun başlangıcı yine ufukta belirir.

1957 yılına gelindiğinde, Eğilmez'in eski velisi Fahrettin Kerim Gökay valilik görevini bırakır. Yerine, 1952'de kısa süreliğine futbol federasyonunu da yöneten, Gençlerbirliği'nin başkanı Mümtaz Tarhan gelir. Sadece 164 gün sürecek valilik görevi boyunca Tarhan, İstanbul'un temizliğini sağlamak için büyük bir harekata girişir. İlk hedeflerinden biri, ailelerin büyük tepkisini çeken 'çocuk kumarhaneleri' olur, İstanbul sınırları içindeki her türlü oyun salonunu yasaklar. "Adam psikopat çıktı, langırtı yasakladı. Ve biz, 200 makinamız, kahvelerdeki imparatorluğumuz, 12 özel salonumuz, 20-30 tahsilat personelimizle kalakaldık" diyen Eğilmez, 500 liraya ürettiği masaları 10 bin liraya bile vermezken, ağzına kadar langırt masasıyla dolu atölyesiyle baş başa kalır. Basın toplantıları, protestolar hiçbir işe yaramaz; Eğilmez ve taraftarları langırtın bir spor olduğunu ve çocukları kumardan uzak tuttuğunu ileri sürerken, futboldan gelen İstanbul Valisi, kumar olduğu hususunda ısrarcıdır ve bu savaşta galip gelir. Böylece Eğilmez'in langırt imparatorluğu bir gün içinde yok olur ve milyarder durumdayken sıfır noktasına geri döner.

"Sinemacılığa başlamadan önceki yıllarım, bu düşüşün nevrozunu taşır" diyen Eğilmez, langırtta yaşadığı iflas yüzünden, büyük bunalıma ve kötü alışkanlıklara sürüklenir. Fakat kıvrak zekâsı ve hırsı sayesinde, dibe her vurduğunda olduğu gibi, tekrar ayağa kalkmayı başarır. Yolun sonu ise sinemaya ve Arzu Film'e çıkar. Belki de sinemamızın en büyük yönetmenlerinden birini, bu langırt yasağına borçluyuz. Bu arada, Türkiye'de langırtın 2016 yılına kadar yasaklı olduğunu biliyor muydunuz?

Socrates Dergi