Liman

8 dk

Hakan Günday, romanlarında okurlarına karanlığın içinden seslenir. Satırlarında neşeden ya da umuttan izler bulmak zordur. Bu kez, bir tribün hikâyesi anlatıyor bizlere. Hem de tam kendisinden beklenen şekilde...

Laszlo Kontra Laszlo 15 yaşında bir Macar’dı. Ama ne 15 yaşında gibi görünüyordu ne de hayatı boyunca Macaristan’a ayak basmıştı. Annesinin karnında Avusturya sınırını, babasının kucağında İsviçre’yi geçmişti. İlk adımlarını Fransa’da atmış ancak daha fazla yürümemek için tramvaya biletsiz binmeyi Belçika’da öğrenmişti. Ve ben, Laszlo Kontra Laszlo’yla o tramvaylardan birinde tanıştım. Brüksel’i kuzeyden güneye yarıp geçen 92 numaralı tramvayda. Bir önceki durakta binen kontrolörü ikimiz de aynı anda fark etmiş ve nedendir bilinmez, göz göze gelmiştik. Etrafımız, tutunabilecekleri her yere, büyük bir vatandaşlık bilinciyle tutunan insanlarla doluydu. Bütün sarsıntıya rağmen birer Belçikalı heykeli gibi duran o Belçikalıların arasında tutunmaktan vazgeçen ve hızla yürümeye başlayan sadece biz olduk. O an bir kez daha göz göze geldik ve kontrolörün “Biletler” diyen sesini, hiç duymak istemememize rağmen duyduk. Bu bir alarmdı. Denizde köpekbalığı vardı ve bir an önce sahile çıkmak gerekiyordu. Ancak varabildiğimiz tek yer, tramvayın sonu, yapabileceğimiz tek şey de, burunlarımızı cama yapıştırıp beklemek oldu. Caddenin iki yanındaki, bizden hızla uzaklaşan binalara, tramvayın ardında bıraktığı raylara ve arada bir de, birbirimize bakarak, bir sonraki durağı bekledik. Ve beklediğimiz gibi de oldu. Tam da “Biletler” kelimesi ensemize kadar yanaşmışken tramvay yavaşladı ve durdu. Kapılar açılır açılmaz Laszlo kendini dışarı attı. Ben de peşinden gidecektim ki sol omzumu bir el, sağ kulağımı bir ses yakaladı: “Biletler!” Olduğum yerde döndüm ve kontrolörle göz göze geldim. Ama bu bakışma uzun sürmedi çünkü bir el girdi hayatıma. Önce sağ kolumu kavradı, sonra da olanca kuvvetiyle beni tramvayın dışına çekip ayaklarımı yerden kesti. Kapıların kapanıp tramvayın hareket ettiğini ancak düştüğüm yerden görebildim. Ve yine o el uzandı yüzüme. Laszlo’nun eli… Tutunup kalktım. Güldük. En az 20 yaşındadır, diye düşünmüştüm o gün. O iri cüssesi ve tek eliyle beni tramvaydan çekip alan gücüyle… “15 yaşındayım,” deyince inanamamıştım. “Sen?” diye sormuştu. “13,” demiştim. Sonuçta, tramvaya biletsiz binmiş iki çocuktuk. Sıradan iki çocuk… O iki durak arasında Laszlo’yla benim, içinde bulunduğumuz şartlar bir an için eşitlenmişti. Ama artık tramvaydan inmiştik ve her şey değişmişti. Bir daha hiçbir zaman, hayat şartlarımız benzer olmayacaktı. Çünkü Laszlo o gün tramvaya, annesinin yattığı hastaneye gitmek için binmişti. Ve ben birkaç gün sonra, onkoloji kelimesinin ne anlama geldiğini öğrenecek, birkaç hafta sonra da annesinin cenazesinde Laszlo’yla birlikte sessizliğe gömülecektim.

Laszlo’nun sahip olduğu tek aile, annesiydi ve o da artık yoktu. Babası yıllar önce çekip gitmişti. Daima sokağı tercih etmiş bir çocuk olarak Laszlo bir okuldan atılıp diğerine sürüklenmiş ve sonunda “Bu kadar yeter” deyip bütün okulları bırakmıştı. Annesinin ölümünden birkaç hafta sonra da Brüksel’i bıraktı ve Paris’e gitti. Ve iki ay sonra da ilk mektubu geldi. Anlattığına göre, Paris’in karambol semtlerinden biri olan Les Halles’de dolanırken bir grup punkla tanışmıştı. “Aslında tam olarak punk değiller, redskin olduklarını söylüyorlar,” diye yazıyordu. Sonrasında da bütün gün, sokak sokak faşist aradıklarını, bulduklarında da ağızlarını burunlarını kırdıklarını anlatıyordu. Faşist dediği, ırkçı dazlaklardı. Buraya kadar bir macera hikâyesi olan mektup birkaç satır sonra birden karanlığa düşüyor ve “Şimdilik sokaktayım, hâlâ bir iş bulamadım…” cümleleriyle devam ediyordu. Mektubun sonlarındaysa, annesini ne kadar özlediğini anlatıyordu. Ben o satırlarla öğreniyordum aslında. O hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi duran dev Laszlo’nun ne kadar yalnız olduğunu… Bir aileye duyduğu özlemin ne denli büyük olduğunu… Hatta o satırlarla anlıyordum Lazslo’nun o dazlak avcısı çeteye girmesinin asıl nedeninin, kendine bir aile aramak olduğunu… Aylar geçti ve ikinci mektup geldi… Bu defa macera yoktu. Sadece karanlık vardı kelimelerinde. Sokakta yaşamaktan yorulmuş ve çetesindeki çocuklardan uzaklaşmaya başlamıştı. Eksikliğini bir kemik gibi hissettiği o aileyi bir an için de olsa bulduğunu sanmış ancak yanıldığını, çok geçmeden anlamıştı. “Gitmek istiyorum!” diye yazıyordu. Defalarca. En az on kez, art arda… Eğer bir adresi olsaydı, elbet ona bir yanıt verirdim. Elbet ben de bir mektup yazar ve “Laszlo, mutlaka o ait olduğun yeri bulacaksın” derdim. Bir işe yarar mıydı? Hiçbir fikrim yoktu çünkü sadece 14 yaşındaydım.

Üçüncü mektup ise, bir öncekinden hemen sonra geldi. Birkaç gün sonra. Duvar takviminden koparılmış bir kâğıdın arka yüzüne yazılmıştı. Eylül ayının arkasına… “Burada bir oğlan var…” diyordu. “Bir Alman… Adı Marc… Almanya’da bir yerden bahsediyor… Hamburg diye bir şehirden… Orada bir yer varmış… İnsanlar, evleri işgal edip istedikleri gibi yaşayabiliyormuş… Tam olarak ne olduğunu anlamadım ama şimdilik en iyi plan bu… Yarın gidiyoruz… Otostop çekeceğiz… Belki bir tramvay durur! Ha ha ha!”

Ve mektuplar kesildi… Tam bir yıl boyunca, Laszlo’dan hiç haber alamadım. Sonra bir gün, postacı bir kutu getirdi. Her ne kadar, üzerinde gönderenin adı yazmasa da, neden bilmiyorum, Laszlo’dan geldiğini hissettim ve kutuyu açtım. İçinden oldukça kabarık bir zarf çıktı. Aradan geçen o bir yılla doluymuş gibi ağırdı. Ayrıca kutuda bir de paket vardı. Ama onunla ilgilenemeyecek kadar sabırsızdım. Zarfı yırtıp içindeki sayfaları çektim ve bir sigara yakıp okumaya başladım. Aslında galiba sigaraya o mektupla başladım, her neyse… Tam olarak şöyle yazmıştı Laszlo:

“Bugüne kadar seni habersiz bıraktığım için beni affet… Aslında hikâye o kadar uzun ki nereden başlayacağımı bilemiyorum… Neyse, hatırlarsan, en son, Hamburg’a gideceğimi söylemiştim. Ve öyle de yaptım. Şehre gelir gelmez, Marc beni Reeperbahn diye bir yere götürdü. Görmen lazım! Kerhaneler, barlar, deliler, punklar, hippiler, hepsi sokakta! Sirk gibi bir yer! Sonra bir eve gittik. Aslında bir bina… Eskiden içinde liman işçileri yaşarmış. Sonra kriz olunca hepsi gitmiş, bomboş kalmış binalar. Şimdi artık ressamlar, şairler, ayyaşlar, serseriler, aklına gelebilecek her türden insan kalıyor. Ama tabii, binayı yöneten birileri de var. Aslında yaptıkları, yönetmek değil… Sadece bütün bu insanların, bir arada yaşaması için kurdukları sistemi yürütmeye çalışıyorlar. Burada birkaç yıl önce büyük bir olay olmuş… Polis bunun gibi işgal edilmiş binaları boşaltmaya çalışmış ama insanlar öyle bir direnmiş ki vazgeçmişler. Black Block diye bir grup var. En sert direnenler onlar! Her neyse, binada kalmak için yapman gereken tek şey, diğerlerine destek olmak ve kimseden bir şey çalmamak. Ve Marc’la beni hemen kabul ettiler. Hafenstrasse diye bir caddedeyiz. Ve benim kaldığım gibi bir sürü bina var… Şimdi aklıma geldi: Bir zamanlar Beatles, bu Reeperbahn’daki barlarda çalmış, inanabiliyor musun? Her neyse… Esas anlatmak istediğim hikâye şu: Benim kaldığım bu bölgede bir de futbol takımı var. Evet, futbol! Şehrin içinde kalmış, küçük bir stadı var. Bizim binadan insanlar maçlarına gidiyormuş. Beni de çağırdılar. ‘Ne yapacağım ben orada? Bana ne futboldan!’ dedim önce… Ama sonra dediler ki: ‘Biz oraya beraber olmaya gidiyoruz, sadece birlikte olmaya…’ Kalktım, gittim ben de… Ve ne gördüm o statta, biliyor musun? Aradığım her şeyi! Takımın adı Sankt Pauli. Sana bir formasını gönderiyorum. Bir de bayrağını… Doktor Mabuse adında bir punk var. Burada, stadın (bu arada stadın adı Millerntor-Stadion) hemen yanında bir panayır yeri var. İki yıl önce Doktor Mabuse, o panayırdan bir korsan bayrağı alıp tribüne gelmiş ve o günden beri takımın resmî olmayan amblemi bu! Düşünsene! Aslında Klaus Störtebeker adında çok ünlü bir Alman korsan varmış. Ama Robin Hood gibi bir korsan! Korsan bayrağı onu da temsil ediyor! Ayrıca, bugün bütün Almanya’da, özellikle de şehirdeki diğer takım olan HSV’nin tribünleri Nazilerle doluyken, bizim statta bir tane bile yok! Arada gidip birkaç tanesinin kafasını patlatmak gerekiyor tabii ama inan, bütün buralar faşistlerden tamamen temizlenmiş durumda. Zaten Sankt Pauli, dediğin, tam da bu! Kim olduğun, nereden geldiğin, kesinlikle önemli değil! Hayatımda ilk kez böyle bir hayat görüyorum! Kimse kimseyi yargılamıyor. Volker Ippig adında bir kalecimiz var! Adam müthiş! Nikaragua’ya gidip devrimciler için çalışmış! Her neyse… Umarım sen de iyisindir… Ayrıca ilk defa burada, Laszlo Kontra Laszlo gibi garip bir adımın olması işe yaradı! Herkes beni, ‘Laszlo Laszlo’ya Karşı!’ diye tanıyor… Çünkü aslında Sankt Pauli böyle bir şey: Herkese ve her şeye karşı… Niye biliyor musun? Çünkü bugüne kadar, herkes ve her şey bize karşıydı!...”

Ve böyle sürüp gidiyordu… Bir çocuğun mutluluğu ve sabırsızlığıyla karalanmış o satırları okudukça gözlerim yaşarıyor, “İşte,” diyordum. “Sonunda buldun aileni Laszlo... Sonunda aileni buldun… Umarım hiç ayrılmazsınız…”

O kutu elime geçtiğinde, yıl 1992’ydi. Laszlo’nun, Sankt Pauli adındaki ailesini görmeye ancak 1994’te gidebildim. Gerçekten de her şey anlattığı gibiydi. Ya da anlatamadığı gibi. Zaten anlatmasına gerek yoktu. Çünkü Sankt Pauli, tam da olması gerektiği gibiydi… Ne eksik ne fazla!

Laszlo’yu son kez orada gördüm. O statta, “Kardeşlerim” dediği insanların arasında… Herkes tarafından terk edilmiş ve her yerden kovulmuş olan binlerce insan birbirine sarılmış şarkılar söylüyordu. Ve Laszlo, dev bir Jolly Roger bayrağıyla, “Buradayım!” diyordu dünyaya. “Ben buradayım!” Dalgalandıkça şişiyordu siyah bayrak. Dev bir yelken gibi. O gün Laszlo, bir korsan değil, tek başına bir korsan gemisiydi. Güvertesi kardeşleriyle dolu bir gemi! Geçirdiği bütün fırtınalardan sonra sığınacağı o limanı bulmuştu! Laszlo ona doğru yüzüyordu. Hamburg Limanı, Sankt Pauli…

Yedi ay sonra haberi geldi. Annesinin peşinden gitmişti Laszlo. Annesi gibi kanserden… 20 yaşındaydı. Ne eksik ne fazla… Laszlo daima Laszlo’ya karşı oynamış ve gerçek bir Sankt Pauli taraftarı gibi, kimin kazandığını asla umursamamıştı. Çünkü kazanmak için değil, yaşamak için oynamıştı. Yaşadığını hissetmek için. “Hayattayım!” diyebilmek için. Ve bugün artık eminim: Laszlo öldüğünde hayattaydı!

Socrates Dergi